19. ve 20. Yüzyıl Rus Edebiyatında Şiir – İlham Şeker

“On dokuzuncu yüzyılda sorun, ‘Tanrı’nın ölmüş’ olmasıyken; yirminci yüzyılda ‘insanın ölmüş’ olmasıdır.”

Erich Fromm

Edebiyat tarihine açılan kapıdan içeri girdiğimizde kaçınılmaz olarak,  görkemli genişliği, yüzyılları sarsan yapıtları, efsunkâr kabiliyetleriyle silinmez izler bırakmış yazarları ve insan zihninden dökülmüş en güzel anlatıları içinde barındıran Rus edebiyatı ile karşılaşırız. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl dünya edebiyatını dikkatli bir kavrayışla ele alıp, bir an içinden Rus edebiyatının söz konusu dönemlerde şiir alanında yarattığı yapıtları çıkaracak olursak, dünya edebiyatının azımsanamaz bir yitiriş yaşayacağını görürüz. Rus edebiyatında şiirin uzun, dolambaçlı, karşılıklı çatışmalarla süre giden ve kimi zaman itidalli bir yolculuğu oldu. Bu yolculuk ardında ciddi bir yazınsal sanat mirası bıraktı. Bu yüzyıllardaki şiir yapıtlarını böylesine mühim kılan, öncelikle kültürel dinamikler, eski ifade biçimlerini ve disiplinleri hedef alan avangart akımlar ve derin etkiler yaratan eserler üretmeyi başarmış seçkin şairlerdir. Devrimci şiir tartışmalarının yol açtığı çeşitli akımlar, ‘şiirin bir sanat olarak üstlenmesi gereken rolün ne olması gerektiği’ konusuna dair yapılan tartışmalar ve Ekim Devrimi ile birlikte gerçekleşen kültürel ve sanatsal dönüşümler Rus edebiyatında şiirin uzun yolculuğunun önemli uğrak noktaları olmuştur. Elbette bu uzun ve çetrefilli yolculuğun tamamını birkaç sayfaya sığdırmak olanaksızdır. Dolayısıyla bu yazının meramı, 19. ve 20. yy. Rus edebiyatında şiirin akışına yön vermiş akımları ve çarpıcı yetkinlikleriyle dönemin belirleyici motifleri olmuş şairleri tekrar gün yüzüne çıkartmak olacaktır.

“İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce?”

27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınlarında yapılan bir düelloda, bir adam karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşamını yitirdi. Bu adam, Rus halkına daha önce hiç kimsenin başaramadığı tutkulu bir şiir sevgisi aşılamayı başaran, modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Alexsandr Segeyeviç Puşkin’di. Şairin ölüm haberinin yayılmasıyla evine akın eden halk, bu ölümün hükümet tarafından gerçekleştirilmiş bir komplo olduğunu düşünerek neredeyse bir ayaklanma yaratacaktı. Hatta bu ölüm onu sevenlerde öylesine bir infial oluşturacaktı ki, bu durum karşısında çarın polisleri kiliseden tabutunu alıp Mihaylovskoye köyünde sessizce toprağa vereceklerdi. Bu ölüm ve ardından yaşananlar insanı şöyle bir çıkarsama yapmaya itiyor: Puşkin’e sıkılan kurşunlar, aynı zamanda Rus halkına ve dolayısıyla Rus edebiyatına sıkılmıştır. Peki, Rus halkını bu denli çarpıcı bir biçimde etkileyen Alexander Sergeyeviç Puşkin kimdi?

Puşkin, 1799 yılında son derece soylu bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da doğdu. Henüz erken yaşlarda entelektüel müktesebatıyla tanınan amcasından Fransız edebiyatını öğrendi. Seçkin ailelerin çocuklarının eğitim aldıkları Çarskoye Selo lisesinde eğitim gördüğü yıllarda yazdığı ilk şiirleri, ilerde yazacağı şiirlerinde temel bir disiplin olarak ele alacağı gerçekçi ifade biçiminin izlerini taşıyordu. Dönemindeki siyasal gelişmelerden etkilenen Puşkin, özgürlük fikrinin şiddetli savunucusu olmaktan ve bunu şiirlerinde işlemekten asla vazgeçmedi. Yazdığı şiirler büyük bir etki yarattı ve kısa zamanda şairin saygın bir üne kavuşmasını sağladı. Klasik şiirin prangalarını kırmış özgür bir üslup ve yaşamın olağan gerçekliğiyle ele alınışının doğurduğu imgeler Puşkin’in şiirlerinin en belirleyici iki özelliği oldu. Gerçekliğin dramatik yazgılı şairi olan Puşkin’in ölümünün ardından, 26 Mayıs 1880’de anısına dikilen anıtın açılışında bir konuşma yapan büyük Rus yazar Dostoyevski, onun edebi disiplinini şu sözleriyle ifade etmişti: “İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce? Doğrudan doğruya Rus gönlünden kopup gelen, halkımızın, kendi öz toprağımızın gerçeğinden fışkıran Rus ahlak güzelliği, ilk Puşkin’in aramıza kattığı kişilerde kendini buldu…’’ Nitekim Puşkin, gerçekçiliği, eserlerinin yaratımında yol gösterici bir ilke olarak özümsemişti. Puşkin’in şiirlerinde görülen realist yazın ve muhtevalar, sözgelimi Sibirya Madenlerinin Derinliklerinde adlı şiirinde belirgin bir biçimde karşımıza çıkar:

“Sibirya madenlerinin derinliklerinde bekleyin

Yitirmeden gururlu sabrınızı.

Boşa gitmeyecek acılı çabanız

Ve düşüncelerinizin yüce amacı…

Bahtsızlığın sadık kız kardeşi umut

Karanlık zindanınızda diri tutacak dinçliği ve neşeyi

Ve gelecek beklenen o zaman da.

Düşecek ağır prangalar;

Ve yıkılan zindanların kapısını aşarak

Sevinçle girecek içeri özgürlük

Ve kardeşleriniz uzatacak kılıçlarınızı.”

Puşkin’in buna benzer birçok özgürlükçü şiiri otokratik güçler tarafından yasaklansa da onları ezberleyen dillerde hep özgürce yaşadı. Askeri yönetime karşı olduğu için dört yıl başkente girmesi yasaklanan Puşkin, kendi köyü Mihaylovskoye’ye sürüldü. Bu sürgün yıllarında dehasının en önemli örneklerinden olan Çingeneler adlı eserini yazdı. Puşkin’in derin bir umutsuzluğa düştüğü dönemlerde kaleme aldığı bu eserinde, umutsuz duygulanımların karakterlerin trajik yazgılarına sirayet ettiği görülür:

“Gençlik kuşlardan daha özgür;

Zapt etmek aşkı kimin elinde?

Sevinç sırasıyla herkese devrolur;

Olmuş bulunan, artık olmaz yeniden.”

Puşkin, soylu bir ailenin kızı olan Natalia Goçarova’ya evlilik teklifi eder fakat Gonçarova bu teklife karşı kayıtsız kalır. Evlilik teklifinin reddedilmesinden sonra Puşkin, uzaklaşma isteğiyle gözlemci olarak Rus ordusuna katılarak Osmanlı topraklarına gider. Erzurum Yolculuğu adlı eserinde şehre dair izlenimlerini yazar. Daha sonra Puşkin, Natalia Gonçarova’nın ailesini evlenmeleri için ikna etse de, Natalia bu durumda yalnızca ailesinin kararına boyun eğerek evlenmek zorunda kalır. Sürgünden döndükten sonra şiirleri çarın sansüründen geçen Puşkin, defalarca polis baskısıyla karşı karşıya kalır. George Charles d’Anthes adlı bir gencin Puşkin’in hayatına girmesi ölümünü hazırlayan koşulları yaratacaktır. Baron George Charles d’Anthes ile Natalia Gonçarova’nın arasındaki ilişkinin dedikoduları Puşkin’i çileden çıkarmıştır. Puşkin yazdığı birkaç imzasız mektupla George Charles d’Antes’in karısına kur yaptığını öğrenince onu düelloya çağırır. Puşkin bu çağrıyı yaparak bir nevi kendi canına susamışlığını göstermiştir, zira d’Antes’in ordunun en keskin nişancılarından biri olduğunu biliyordur. Ve 1837 yılının bir kış günü yapılan düelloda Puşkin, d’Antes’i omzundan yaralasa da karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşama gözlerini kapar. Puşkin’in şiirlerinde karşılaşılabilecek kurgusal sonlar gibi olan ölümü yer edindikleri bilinçlere, ölüme dair düşünceleriyle ördüğü Dolaştım mı Gürültülü Sokaklarda adlı şiirini hatırlatıyor:

“Ne zaman gösterecek kader ölümü?

Kavgada mı? Ya da bir gezide, dalgaların koynunda mı?

Veya komşu ova,

Soğumuş küllerimi kabul eder mi?

 

Duyarsız bedenime,

Her yer aynı, çürümek için.

Ama yine de sonsuz uykuya dalmayı,

İsterdim sevdiğim yerlerin yakınında.”

Rus edebiyatında modern mısra tekniğiyle halk dili geleneklerini ilk defa uzlaştırmayı başaran Puşkin, şiir dışında ürettiği edebi eserleriyle, yenilikçi anlatım teknikleri ve gerçeği olduğu gibi aktarışıyla kendisinden sonra gelen şairlere güçlü bir ilham kaynağı olmuş ve modern Rus edebiyatının öncüsü olarak kabul edilmiştir. Puşkin henüz hayattayken bu denli ciddi bir etki yaratacağını sezmiş midir bilinmez fakat bazı şiirlerinde buna dair izler görmek kaçınılmazdır:

“Hayır, tümüyle ölmeyeceğim.

Ruhum, Kutsal lirinle kalarak,

Kurtulurken çürümekten,

Tozlarım yok olacak.

Ben de ünleneceğim,

Duyulacak ünüm her yerde,

Yeryüzünde, ayın altında,

Tek bir şair yaşadıkça.”

“Kelimelerle ifade edilen düşünce yalandır.”

Puşkin’in Rus şiirinde yarattığı gerçekçilik etkisi 19. yüz yılın son çeyreğinde önemini yitirmeye başladı. Dönemin Batı edebiyatı ve felsefesinden – E.A. Poe, F. Nietzsche, C. Baudelaire vb. – ilham alan bir grup şairin şiirlerinde işledikleri konular ve semiyotik teknikler, Rus şiirine değişik ifade biçimleri kazandırarak yeni bir akım meydana getirdi. Bu akım, idealizmi temel bir ilke olarak ele alan, somut olanın yalnızca özün yansımasından ibaret olduğu düşüncesine dayanan, dünyanın sembollerle dolu olduğuna kanaat getiren ve dolayısıyla da materyalizm temelli gerçekçiliğe karşı bir tepki olarak doğan sembolizmdi. Rus sembolizminin birinci kuşak şairleri – V. Bryusov, K. Bal’mont, Z. Gippius, F. Sologup – sembolizmin vatanından, yani Fransız edebiyatından, özellikle de Les poètes maudits (Lanetli Şair) olarak tanımlanan C. Baudelaire, P. Verlaine, A. Rimbaud gibi şairlerden etkilendiler. Sembolistler şiirde gerçeğin değil, gerçeğin insanda bıraktığı etkilerin yazılmasını savundular. Dahası, şiirin başka dünyalarla iletişim kuran bir araç olduğuna inandılar. Rus sembolistler, sembolizmin düşünsel strüktürünü, nesnel gerçeklik koşulu olmaksızın ve rasyonel bakış açılarından azade bir şekilde, yalnızca ‘semboller referans’ alınarak sezginin egemenliğiyle ulaşılan sembolik idrak olarak belirlediler. Teolojik bir içselliğe sıkı sıkıya bağlı olan sembolizm, dilin, şairin düşündüğü imajları anlatmakta yetersiz olduğunu, kelimelerin düşünceyi asla ifade edemeyeceğini – “kelimelerle ifade edilen düşünce yalandır.” – düşünüyorlardı. Sembolist okulun kuramsal önderlerinden Valeri Bryusov, Karşılama adlı şiirinde, sembolizmin yapı taşlarının en keskin örneklerinden birini sunar:

“Karşılaşmalar yok mu o karşılaşmalar

Büyük şehirlerin caddelerinde

Ve o ister istemez bakışmalar

Kırpışan kirpiklerin o kısa konuşması!

Ulaşır varlıklarımız birbirine

Bir anlık bir çalkantının arasından.

Ve iki arzunun çığlığı kopar sessizce:

“Söyle kimsin, kimsin söyle? – Ya sen?”

Bir bakışta anlatır tüm geçmişini,

Ve havada bir çağrı dalgalanır: “BENİM OL!”

Bu çağrının zincirine vurulmuştur artık o…

Ama bir andır geçer ve yalnız kalırım.

Silinip gidişine bakarım kalabalığın içinde…

Aldırma: Yetmez mi bir tek an boyunca

Tüm tutku ve aşkları tüketip yaşadığım!”

Bu şiir, sembolizmin anlatımda kullandığı tekniklerin nihai hedefini, yani “ruhani yaşantıyı ifade etmek için başka bir üslup geliştirme”yi gözler önüne serer. Rus sembolizmi ilk kez, daha çok bir yöntem olarak Fyodor Tyutçev’in eserlerinde görülse de, Rus sembolizminin kurucusu Valeri Brysov’dur. Kuşağının en iyi şiirlerini yazan ve bununla birlikte Moskova Sembolistleri’nin lideri olan Bryusov, neredeyse tüm enerjisini çevirilere ve entelektüel konuların yoğunlukta olduğu şiirlerini yazmaya harcamıştır. Şiir biçimleri üzerine de çeşitli teorik yazılar kaleme alan Bryusov’un Rus entelijansiyasında çok seçkin bir yeri olmuştur. Sembolistlerin şiire taşıdıkları dini semboller ve mitolojik öğeler, bir tür dış dünyayı temsil ettikleri için özenli bir tercihle kullanılıyordu; örneğin sembolistlerin öne çıkan şahsiyetlerinden olan ve “şairin mistik bir dindar” olduğunu düşünen Viaçeslav İvanov’un Aşk isimli şiirinde bu öğelere rastlanır:

“…İki kederli gövdeyiz

Bir Tanrı mezarının mermerine yaslanmış

Eski Güzelliğin gömüldüğü mezarın

Aynı sırları veren iki sesli bir ağız

Bir tek aynı Sfenks’i kurarız durmaksızın

Bir tek aynı çarmıhın iki kanadıyız biz.”

İkinci kuşak Rus sembolistlerinin en önemli şairlerinden biri, sembolizmle ilk kuşak şairler kadar güçlü bir bağı olmayan İnnokenti Annenski’dir. Annenski, sembolist bir lirizmin hâkim olduğu şiirlerinde günlük yaşamı berrak bir şekilde dile getirir. Annenski’nin, şiirlerinde gerçekleştirdiği sözsel deneyleme tekniği onun Rus Mallarmé’si olarak anılmasına yol açmıştır. Annenski’nin, yaşadığı çağın sınırlarını aşan hırpalayıcı bir lirizmle yüklü şiirlerinden biri de, İmkânsız adlı şiiridir:

Kelimeler bilirim, çiçeklerin soluğunu andırır solukları,

Öylesine yumuşak ve bir bunaltı okunur beyazlığından.

Ama hiçbiri senin kadar yumuşak ve ince olamaz

İMKÂNSIZ, ne de senin kadar hüzünlü ve solgun..”

Annenski, doğal tavrı –alışıldık yüzeysel realite- bir an olsun bırakarak “imkânsız” kelimesini referans alıp düşünsel bir yolculuğa çıkar ve kelimenin somut yüzeyselliğinin ardındaki duygusal evrenlerin kilitlerini açar. Şiirin son dizelerinde ise hüzünlü bir lirizme yer verir:

“Bir gün kelimeler de tıpkı çiçekler gibi

Bunaltıcı bir beyazlık içinde dökülecek olursa,

Bilirim, gözyaşlarıyla sulanacaktır her biri,

Ama sevdiğim içlerinden sadece bir tanesi ve

İMKÂNSIZ olacaktır.”

Henüz çocuk yaşlarda anne ve babasını yitiren İnnokenti Annenski, St. Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi görmüş, eski dil ve edebiyatlar, bir de Rus dili ve teorisi üzerine dersler vermiştir. Ölümü gecenin karanlığıyla özdeşleştirmesiyle bilinen İnnokenti Annenski, bir gece yarısı akademi müfettişi olarak atandığı Kuzeydeki illerden birine giderken, bir gardaki silahlı çatışma sırasında vurularak ölmüştür.

Sembolizm akımının ve Rus şiirinin en gözde şairlerinden biri de “Rusya’nın milli şairi” olarak anılan Aleksandr Blok’tur. Yaşadığı dönemin edebiyat çevrelerini henüz öğrenim gördüğü sıralarda etkilemeyi başarmış olan Blok, sembolizmin ikinci kuşak şairlerinden biri olarak bu akımın öne çıkan örneklerini yaratmıştır. Hukuk profesörü bir baba ve Petersburg Üniversitesi rektörünün kızı olan edebiyatçı bir anne tarafından dünyaya gelen Blok, yüksek bir kültür ile yetiştirilmiş, annesinin etkisiyle Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi almıştır. Öğrenim yıllarında şımarık bir bohem hayatı sürdüren Blok, zamanın en güçlü edebiyat akımı olan sembolizmin etkisi altına girmekle kalmamış, yazdığı şiirlerle bu akımı doruk noktasına ulaştırmıştır. Rusya’da, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiyle başlayan şovenizm dalgasından kendini kurtarmış ender edebiyatçılardan biri olması ve Ekim Devrimi’ni müspet bir şekilde karşılamasıyla yenidünyaya olan sadakatini göstermiştir. Devrimler çağında yaşamış bir sanatçı olan Blok, bu zorlu çağın yıkımlarını ve ufukta beliren umut dolu günlerin yetkin bir ozanı olmuştur:

Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya

Anımsamazlar geçtikleri yolları;

Biz, Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları –

Gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.

 

Yakıp kavuran, kül eden yıllar!

Çılgınlığın mı, umudun mu kökü gizli sizde?

Savaş günlerinden, özgürlük günlerinden

Kanlı bir parıltı kaldı yüzlerde.

 

Uğultusu tehlike çanlarının

Dilsiz olmaya zorladı bizi.

Uğursuz bir boşluk kapladı

Bir zaman coşkuyla dolu yüreklerimizi.

Aleksandr Blok’un şiirlerinde diğer sembolist şairlerde de gözlemlenen tinsel temalar, tanrısal bilgelik için duyulan özlem, lojik bir kavrayışın dışında geliştirilen bir imgelem dünyası hâkimdir. Blok’un tanrısal bilgelik için duyulan özlemi bir kadına duyulan aşkla cisimlendirdiği şiirleri birçok edebiyat eleştirmenince eleştirilmiş, fakat dönemin entelijansiyasının şapka çıkarttığı ismi ve Rus sembolizminin ustası Valeri Brysov bu eleştirilere karşı Blok’u savunmuştur. Ekim Devrimi’nin ilk önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen On İkiler adlı destansı şiiri yazan Blok, devrimin safında olduğunu tescilleyen ilk yazarlardan biri olmuştur:

ON İKİLER’DEN

“Burjuva, yol kavşağında bekliyor şimdi

Yakasını burnuna kadar kaldırmış.

Önünde tüyleri dökük zavallı bir köpek

Kuyruğunu kısmış kıvranmaktadır.

İşte bu aç köpek gibi bekliyor şimdi.

Sessiz ve telaşlı, tıpkı bir soru gibi.

Ve burjuvanın yanında eski dünya bekliyor:

O da kuyruğunu kısmış sahipsiz köpek gibi.”

On İkiler şiiri Blok’un edebiyat yaşamında bir dönüm noktası teşkil etmesi açısından oldukça önemli bir şiirdir. Zira Blok, bu şiiriyle “…Devrim öncesi hayatın ve sanatın budalaca çıkmazında tükenip gitmekteyken, Devrim’in tekerleğine tutunmayı başardı.” denebilir. On İkiler adlı yapıtın tarihsel önemini daha belirgin kılmak ve Rus edebiyatındaki yerini kavrayabilmek için Ekim Devrimi’nin önderlerinden Lev Troçki’nin, Blok hakkında yazmış olduğu şu satırlara yer vermek yeterli olacaktır:

“Blok Ekim öncesi edebiyata aitti, ama ‘Onikiler’i yazdığı zaman bunu aştı ve Ekim’in dünyasına girdi. Bu yüzden Rus edebiyat tarihi içinde özel bir yeri olacaktır onun. Blok’un, onun anısının çevresinde uçuşup duran ve onun Mayakovski’deki yeteneği nasıl fark ettiğini ve Gumilev’in karşısında hiç gizlemeye gerek görmeden nasıl esnediğini anlayamayan (dindar budalalar!) şu şair ve yarı-şair cinler tarafından karanlığa itilmesine ve unutturulmasına izin verilmemelidir.”

“Dünya kültürü için bir özlem”

İktidar taşlarının yerinden oynamaya başladığı yirminci yüz yıl Rusya’sı sanatsal dönüşümlere sahne oluyordu. Uzun yıllardır bilhassa şiir alanında bir otorite hali almış olan sembolizm, artık kitleler üzerinde eskisi kadar etkili olamıyor ve bu tek düzeliğin yarattığı kriz yeni bir ifade biçimini, öncekinden farklı bir şiir ekolünü zorunlu olarak ortaya çıkarıyordu: Akmeizm.

1910 yılında, Nikolay Gumilev ve Sergey Gorodetsky’nin önderliğinde teorik alt yapısı oluşturulan, Yunanca ‘achme’ kelimesi referans alınarak ‘insanın en iyi çağı’ şeklinde bir anlam kazandırılan akmeizm, sembolizme karşı bir tepki olarak biçimlerin somut niteliğini yücelten bir şiir anlayışının savunusuna girişti ve bu reaksiyonla şiirler üretmeye koyuldu. Akmeist öğretinin en çarpıcı ve berrak şekliyle işlendiği şiirlerin yazarı Osip Mandelştam, bu akımı “Dünya kültürü için bir özlem” sözüyle tanımlayarak, boyutunun derinliğini tevazu göstermeden vurguluyordu. Akmeistler, Orta Çağ’ın lonca teşkilatlanmasından ilham alarak Şairler Loncası’nı kurdular ve Rus sembolizminin bilinmezci gizemciliğine karşı eleştirel bir tutum sergileyerek, Fransız parnasizminin temel ilkelerini benimsediler. Şiirin mimaride olduğu gibi ustalığa ihtiyaç duyduğunu düşünen akmeistler, iyi bir şiir yazmayı bir katedral inşa etmekle kıyaslayarak şiirin hatlarını ve çerçevesini daha önce görülmedik bir tarzda yorumladılar. Akmeist okulun öğretileri ve savunusunu üstlendiği şiirsel yaratım ilkeleri temelinde eserler üreten başlıca şairler Nikolay Gumilev, Sergey Gorodetsky, Anna Akhmatova, Mikhail Kuzmin ve Giorgi İvanov olmuştur.  Fakat akmeizmin en önemli şairi, bu hareketin teorisini saf haliyle açığa vuran, su götürmez en önemli başarısı olarak gösterilen Kamen adlı esrin yazarı Osip Mandelştam’dır.

Şairler Loncası’nın kurucularından olan Mandelştam, ilk şiirlerini bu loncanın dergisi Apollon’da yayımlamıştır. İlk şiirlerinde henüz sembolist üslubun etkilerinden kurtulamadığı görülen Mandelştam, Avrupa kültürüne özgü mitopoetik olgulara çokça yer vermesiyle bilinen bir şair olmuştur. İlerleyen yıllarda sembolizm etkisinden sıyrılarak mimari mükemmelliğe yönelen bir imaj yapısı ile bezelenmiş şiirler yazmıştır. Son dönem şiirlerinde günlük olayları olağan durulukta anlatan şairin dolaysız bir yalın üslup geliştirdiği göze çarpar. Leningrad adlı şiiri son dönem şiirlerine verilebilecek güzel bir örnektir:

“Petersburg! Hayır, ölmek istemiyorum daha!

Defterinden silinmedi telefonumun numarası.

 

Petersburg! Saklıyorum yazdığım adresleri,

Onlar duyuracak ölülerin sesini.

Karanlık bir eşikte oturuyorum; zil,

Etinden sıyrılmış zil şakaklarıma vuruyor.

Kapı zincirlerinin paslı demirlerine dokunarak

Sevgili konukları bekliyorum bütün gece.

1917’de devrimin safında yer alan entelektüellerden biri de Mandelştam’dır. Bir süre Maksim Gorki‘nın yönetiminde Dünya Edebiyatı Yayınları’nda çalışan Mandelştam, bir süre sonra hiçbir edebiyat topluluğunda yer almadan münferit bir edebiyat faaliyeti sürdürür ama bu durum dönemin istibdat rejimince kuşkuyla karşılanır. Stalin diktasının korkusuyla yaşayan tapınmacı, konformist yazarları esefle kınayan Mandelştam, kimsenin açık yüreklilik gösterip en ufak bir eleştiri dahi yapmaya yeltenmediği korku dolu bir dönemde, 1933 yılında Yaşıyoruz Ama Hissetmiyoruz isimli şiirini yayımlar:

“Yaşıyoruz, ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı.

On adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.

 

Oysa ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri,

Kremlin’in dağcısını anmadan edemiyorlar.

 

Parmakları kalın tırtıllar gibi

ve ağır kurşun gibi dökülüyor ağzından kelimeleri.

 

Hamamböceği bıyığı sırıtıyor

ve pırıl pırıl çizmelerinin üstleri,

 

İnce boyunlu adamları sarmış çevresini,

bu insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor.

 

Biri ıslık çalıyor, biri miyavlıyor, biri inliyor,

Yalnız o parmağını bize sallıyarak kükrüyor.

 

İnsan karnına, alnına, şakağına, gözüne

nal fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor.

 

Bu geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi

dilinin üstünde yuvarlıyor her idam kararını.”

Olağan üstü baskının yaşandığı öylesi bir dönemde Osip Mandelştam’ın bu gözü kara hicvi, gayet tabii zülfü yâre dokunmuş, aynı zamanda Mandelştam’ın bir nevi intihar mektubu olmuştur. Bu şiir yayımlandıktan sonra tüm engellemelere rağmen elden ele dolaşır ve dönemin en sansasyonel belgelerinden biri haline gelir. Şiirde “Kremlin’in Dağcısı” diye söz ettiği Stalin ve onun bürokratik aygıtı Mandelştam’ı muhtelif yerlere zoraki ikamet ettirir ve ardından 1938 yılında Sibirya’ya sürer. Ve 27 Aralık 1938’de Osip Mandelştam sürgünde ölür. Osip Mandelştam haksızlığa, zulme ve her alanda varlığı hissedilen baskıya sanatıyla başkaldırarak, döneminde eşine ender rastlanan bir cesaretle kendi yazgısını belirledi ve ardında onurlu bir yaşamın pusulasını bıraktı:

“Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ,

oysa benim kanım kurt kanı değil.

İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna

bir kalpak gibi sokun beni ki,

 

gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru,

çarka gerilen kanlı kemikleri,

ve bütün gece parlasın benim için

ilkel güzellikleriyle mavi tilkiler.

 

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

çamların yıldızlara değdiği,

çünkü benim kanım kurt kanı değil,

ancak bir benzerim öldürebilir beni.”

“İşini bitireceğiz senin romantik dünya!”

20.yy.ın ilk çeyreğinde, çarlık otokrasisinin pençesi altında yönetilen Rusya’da adeta bir kaos yaşanıyordu. Köhnemiş çarlık rejiminin toplum içinde yarattığı hoşnutsuzluk, bitmek bilmeyen savaşlar, sınıfsal karşıtlıkların doğurduğu trajik tablo tarihsel zorunluluk olarak bir devrimin gerçekleşmesini kaçınılmaz kılıyordu. Kelimenin tam anlamıyla baştan aşağı politik bir ülke olan Çarlık Rusya, öteden beri çeşitli devrimci yapılanmaların reaksiyonlarıyla karşı karşıya gelmiş, 1905 Devrimi ile geçici bir yenilgi yaşamış, fakat lehine işleyen koşullar ve yaptığı manevralarla bu yenilgiden 1917 Şubat Devrimi’ne kadar geçen sürede sıyrılmıştı. Böylesi politik krizlerin cereyan ettiği yıllarda, edebiyat çevreleri çeşitli sanat görüşleri etrafında kümelenmiş kendi savaşlarını veriyorlardı. Seyrini siyasal gelişmelerin belirlediği iki temel sanat yaklaşımı üzerinde soluksuz ve ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Bu yaklaşımlardan ilki o güne değin varlığını sürdüren egemen burjuva sanatı, diğeri ise bu egemen sanat anlayışını ve onun toplumsal, felsefi ve dolayısıyla kültürel tahakkümünü radikal bir biçimde ilga etmek, yerine çağdaş, sınıf bilinci esasına dayanan bir sanat yaratmak isteyen proletarya sanatıydı. Bu çetrefilli dilemmanın içinde bocalayan Rus entelijansiyası, bir grup şairin 1912 yılında yayımladıkları “Genel Beğeniye Tokat” isimli fütürist (gelecekçi) bildiriyle sarsıldı. Başını David Burliuk, Vladimir Mayakovski, Velimir Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih‘in çektiği Hylia adlı grup, yayımladıkları avangart bildiride geçmişin edebi değerlerini, yazınsal biçem ve üsluplarını daha önce eşine rastlanmadık bir sertlikle yeriyorlardı. Bununla birlikte Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski gibi Rus edebiyatının kadim putlarını, kendi değimleriyle söyleyecek olursak “…çağdaşlık gemisinin bordasından atmak gerek”tiğini ilan ediyorlardı. Esasen İtalyan menşeli bir fikir hareketi olan fütürizm, yazar Filippo Marinetti‘nin çevresinde toplanmış bir takım entelektüelin 1909 yılında kaleme aldıkları Fütürist Bildiri ile hayat bulmuştu. Geçmişin sanatsal, kültürel değerlerini köktenci bir ısrarla reddeden fütüristler, modernizmi geleceğin dünyasına açılan kapıların anahtarı olarak görüyor ve makineleşme, sürat, şehirleşmiş medeniyet -bilhassa İtalya’da- ilkeleriyle yeni bir dünyanın estetik strüktürünü oluşturmayı amaçlıyorlardı. Daha da ileriye giderek, vandal bir cüretkârlıkla “Müzeleri, kütüphaneleri, yerle bir ederek, ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız.” şeklinde saldırgan söylemlerle varlığından nefret duydukları kültürel yapıyı tarumar etmek istiyorlardı. Fakat Rus fütüristler, İtalyan fütürizminden başta politik olmak üzere birçok hususta ayrılıyorlardı. Zira İtalyan fütürizminin kuramsal önderi Marinetti ve çevresindekiler İtalyan Faşist Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yerlerini almışlardı -ki insanlığın kültürel mirasına susamış böylesi mizantrop emeller ancak dönemin faşizm hareketi tarafından destek görebilirdi- ve buna karşın Rus fütürizminin politik yönünü belirlemiş olan Mayakovski erken yaşlarda Bolşeviklere katılmış bir Marksistsi. Rus fütüristler burjuva kültürünün boğucu statükosunu yıkmak, çağın teknolojik ve siyasal gelişmelerinin belirlediği nesnel koşullar minvalinde bir sanat anlayışı yaratarak, özellikle edebiyatta epeydir egemen olan sembolizmi ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu sebeple fütürizmin ontolojik sütunlarından biri olan “kültürel yadsıma” ilkesini, geçmişin sanat anlayışlarını yok etmek için güçlü bir silah olarak görüyor ve bu hedeflerini yazdıkları öfkeli bildirilerinde açık yüreklilikle dile getiriyorlardı: “Biz çağımızın yüzüyüz… Geçmiş daracıktır. Akademi ve Puşkin, hiyerogliflerden daha anlaşılmazdır… Sayısız Leonid Andreev’lerin sümüklerine değen ellerinizi yıkayın…”

Rusya’da fütürizm çağı başladıktan sonra kübofütürizm, egofütürizm vb. gruplar oluşmuş olsa da, bunlar arasından akımın en önemli örneklerini, içinde Mayakovski, Hlebnikov, Burliuk, Kruçyonih’in bulunduğu kübofütüristler vermiştir. Kübofütüristler, şiir dilinde bir devrim gerçekleştirerek, bir takım deneylerle kendilerine özgü edebi teknikler oluşturmuşlardır. Sözgelimi Hlebnikov, konuşma dilinin şiirsel ölçüsünü öne çıkarmıştır:

“Yıldızlara bakmak uzun uzun

Bir ölüm hükmü imzalamaktan

Çok daha hoş gelir bana.

Ve çok daha hoş gelir

Çiçeklerin sesini dinlemek

“İşte Hlebnikov!” diye mırıldanan sesini

Bahçede dolaşırken

Çok daha hoş gelir evet

Beni öldürmek isteyenleri öldüren

Tüfekleri görmekten.

Niçin hiçbir zaman

Yönetici olamayacağımı

Anladınız mı şimdi!”

Çeşitli bilim dallarında görmüş olduğu tahsiliyle taşkın bir birikime sahip olan Velimir Hlebnikov, Rus fütürizminin kuramsal taşlarını örmüş bir filolog ve şairdir. Kelimelerle nesnelerin özü arasında dolaysız bir bağlantı kuran bir dil felsefesi yaratması, şiirsel yaratı ve dil yaratısını bütünleştirmesiyle oluşturduğu poetika, fütürist okulun dil doktrini konusunda alametifarikası olmuştur. Sözcüğü, söylencenin yaratıcısı olarak kabul eden fütüristler, bir şairin değerini, onun sözcük dağarcığının belirlediğini düşünüyor ve kendilerinden önceki edebi üretim tekniklerini ve dil kuramlarını bayağı bularak onlara karşı cephe aldıklarını yayımladıkları her bildiride şiddetle ifade etmekten geri durmuyorlardı. Bu avangart topluluk, kurumsal bir oluşum hali alarak, Yargıçlar Balıklığı adlı dergide on üç maddelik kendi şiir kuramlarını ilan etti. On üç maddelik şiir kuramı amentüsünde en çok göze çarpan, “Bireysel gerçeğin özgürlüğü adına yazım kurallarını yadsıma”ları, “Sözcüklere yazılış ve söyleniş özelliklerine göre anlam yakıştırmaya koyulma”ları ve yaratıcılığı dizginlediğini düşündükleri gramer kurallarında reforma gittiklerini duyurmalarıdır.

“İşini bitireceğiz senin romantik dünya!” şiarıyla harekete geçmiş olan Rus fütüristler, destekledikleri Bolşeviklerin öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılarlar. Çarlık otokrasisinden arta kalan sosyo-kültürel ilişkilerin ve Ekim Devrimi öncesi sanat anlayışlarının dönüştürülmeye başlandığı yıllarda, eski kültür ve sanat anlayışlarına karşı uzlaşmazlıkları varlıklarının yongası haline gelmiş olan fütüristler, devrimi düşledikleri dünyayı yaratmak için çok önemli bir araç olarak görmüşlerdir. Yeni bir kültürün inşası için seferber olan fütüristler, başta Mayakovski olmak üzere, fütürizmi proletaryaya tanıtmak, işçi sınıfının sanatını yaratmak iddiasıyla çalışmalara başlarlar. Fakat fütüristler tüm çabalarına rağmen Rus proletaryası ile sanatsal bir bağ kuramazlar. Çünkü Ekim Devrimi öncesi edebiyatın ve diğer sanat formlarının proletarya tarafından bilinmemesi, eski estetiğin reddiyesinden doğan fütürizmle sınıfsal bir estetik ilişki kuramama problemini ortaya çıkarır. Dolayısıyla fütüristler, en başta olduğu gibi marjinal bir hareket olmayı sürdürerek kendi iç tartışmalarına gömülürler. Bu tartışmalar gittikçe Ekim Devrimi’nin sorgulanmasına ve devrimle uyum sorunu yaşamaya varır. Henüz şair olmazdan önce aktif politikaya girmiş ve Bolşeviklerin safında yer almış olan Mayakovski, neredeyse hiç politik olmayan fütüristlerden farklı olarak proletaryayla içten bağlar kurabilmiştir. Fütürist çevrelerle yaşadığı uzlaşmazlıklar ve fütürizmin siyasal davranış sorunsalından doğan nedenlerden ötürü Mayakovski, gittikçe fütürizmden kopar ve artık kendini bütünüyle sosyalist gerçekçiliğe adar.

“Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle yürüyorum – yakışıklı, yirmi iki yaşında.“

Bir orman bekçisinin oğlu olan Mayakovski, 1893 yılında Gürcistan’ın Bağdadi köyünde doğar. Lise eğitimi alması için ailesi Kutays’a taşınır ve Mayakovski ilk kez burada sosyalist gruplarla tanışır. Babası Vladimir Konstantinovich‘in ölümünden sonra aile Moskova’ya taşınır. Mayakovski, burada odalarını kiraladıkları sosyalist öğrencilerin etkisiyle Marksist klasikleri ve Lenin’in broşürlerini okumaya başlar. Derslerinden çok sol yayınları okumaya zaman ayıran Mayakovski’nin okul yaşamı iyi gitmemektedir. Bu durumu fark eden ablası, İ. Karahan isminde biriyle Mayakovski’ye ders vermesi için anlaşır. Ne var ki İ. Karahan bir Bolşeviktir ve Mayakovski’nin İskra’nın eski sayılarını, Bolşeviklerin yayınlarını okumasını sağlar. Böylece Mayakovski henüz on beş yaşındayken Bolşeviklere katılır, artık bir devrimcidir ve yoldaş Konstantin ismini almıştır. Yaşına aldırış etmeden İskra’nın yeni sayılarını gizlice dağıtır ve Bolşeviklere toplantı için boş daire ayarlar. Yoldaş Kanstantin, Bolşeviklerin bir yeraltı basım evinde çarın polislerince yakalanıp tutuklanır. Cezaevinde çokça okuma şansı bulur, böylece dönemin şiir okullarını ve şairlerini iyice öğrenmiştir. İlk şiirlerini cezaevinde yazan Mayakovski, bu şiirlere gardiyanlar tarafından el konulmasıyla onlara bir daha ulaşamaz. Yıllar sonra bu şiirlerden şöyle söz edecektir: “Gardiyanlar sağolsun, çıkışta aldılar. Yoksa bir de yayınlardım!” Cezaevinden çıktıktan sonra ressam olma arzusuyla Güzel Sanatlar okuluna girer ve burada hayatına bambaşka bir yön verecek, onu fütürizmle tanıştıracak olan David Burliuk’la tanışır. Mayakovski şiirlerini ilk kez Burliuk’a okur ve bu güçlü şiirlerin etkisinde kalan Burliuk şairin dehasını hemen fark eder. Kübist bir ressam ve şair olan David Burliuk, Mayakovski’yi ilerde Rus fütürizminin temellerini birlikte atacakları Velimir Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih’le tanıştırır. Mayakovski, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, savaşın sancılı koşullarından etkilenerek devrimci sanatının ilk parıltılı eseri olan Pantolonlu Bulut’u yazar. Moskova’da olduğu bu dönemlerde Rus edebiyatının en değerli kalemlerinden biri olan Maksim Gorki’nin evine giderek başını kaldırmadan ona Pantolonlu Bulut’un bazı bölümlerini okur:

“Tek bir ak saç yok ruhumda,

Yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda!

Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle

yürüyorum – yakışıklı,

yirmi iki yaşında.

 

İster misiniz

ten kudurtsun beni,

-ve gök gibi renk değiştirerek ansızın-

İster misiniz öylesine yumuşayım,

sevecen olayım ki öylesine

hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!”

Mayakovski şiiri okuduktan sonra başını kaldırır ve Gorki’nin yaşlanmış gözleriyle kendisine baktığını görür. Pantolonlu Bulut, Mayakovski’nin 1915 yılında tanıştığı ve yaşamının sonuna dek şiirlerinde sevgisini dile getirdiği Lili Brik‘in yardımıyla basılır.

Ekim Devrimi ile birlikte kendini yeni kültürün ve sanatın yaratılmasına adayan Mayakovski, bu yıllarda durmadan ajit-prop resimlerle bezenmiş politik pankartlar, afişler yapar, fabrikaları dolaşarak şiirler okur ve sosyalist sanat anlayışını içeren konferanslar verir. Örneğin devrim ordusu askerlerine ayakkabı toplanması için yaptığı bir pankarta şunları yazar: “Arkadaşlar! Çetindir yolu geleceğin. Dayanaklı pabuçları olmalı öncülerin!”

Mayakovski, Parti Merkez Komitesi’nin de izniyle 1923 yılında, burjuva sanatına karşı her alanda mücadele etmek için Lef Dergisi’ni (Sol Sanat Cephesi) kurar. Lef, sosyalist sanat fikrini savunan entelektüellerin bir araya geldikleri, sosyalist gerçekçilik akımının kuramsal çalışmalarının tartışıldığı bir dergi olarak, iki yıllık yayım hayatında sekiz sayı çıkartmış ve dönemin en önemli edebiyat mecmuası olmuştur. Daha sonra çeşitli tartışmalar beraberinde gruplaşmaları getirmiş ve Lef 1925’te kapanmıştır.

1923-25 yılları Mayakovski’nın ağır buhranlar yaşadığı yıllardır. 1924’te Lenin’in ölümüyle derinden sarsılan şair, uzun bir süre kendini toparlayamaz. Lenin’in ölümünden sonra, içinde duyduğu acıyı kalemiyle birleştiren şair, en değerli eserlerinden biri olarak görülen Lenin Destanı’nı yazar. İlk kez Pravda’nın yazı kurulu odasında gördüğü, kitaplarını her okuduğunda coşkuya kapıldığı ve ne yazık ki hiç tanışma fırsatı bulamadığı Lenin için şunları yazar:

“Çelenkler süslüyor başını.

Korkuyorum kapanır diye Lenin’in gerçek bilge ve insan alnı.

Korkuyorum kirletir diye geçit törenleri anıtkabirler ve kalıplaşmış saygı duruşları

Lenin’in sadeliğini.”

Lenin’in ölümünün etkisini henüz atlatmamış olan Mayakovski, ikinci bir felaket yaşar. Şiir tartışmalarında sürekli olarak çekiştiği melankolik şair Sergey Yesenin, 28 Aralık 1925’te bir otel odasında kendini asarak intihar eder ve Mayakovski’ye intiharından bir gün önce damarlarını açıp kendi kanıyla yazmış olduğu Elveda Dostum isimli bir şiir yazar:

“Elveda sevgili dostum elveda,

Sen kökleri içimde uzanan..

Ayrılık yazılmış alnımıza

İlerde gene karşılaşırız inan..

 

Elveda dostum, el sıkışmadan

Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:

Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada

Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.”

Sergey Yesenin’in trajik bir biçimde canına kıyışı Mayakovski’yi büsbütün harap eder ve 1926 yılında Sergey Yesenin’e isimli şiirini yazarak,  Yesenin’in intiharını şiddetle kınar:

“Alışılmış deyimiyle siz

Bir başka dünyaya göçüp gittiniz

Hayır Yesenin bu şaka değil,

Boğazında düğümlenen acıdır

Kahkaha değil…

 

Bu dünyada ölmek güç bir şey değil,

Bir hayat kurmaktır güç olan…”

Mayakovski bu zor zamanları atlatmak adına uzun bir yurt dışı seyahatine çıkar. Birçok ülke dolaşır, gittiği ülkelerde çeşitli konferanslar verir ve Sovyet Rusya’ya dair yapılan karalamalara karşın insanları aydınlatır. Son yurtdışı gezisini konu edinen şiirinde sosyalist bir ülkenin vatandaşı olması nedeniyle karşı karşıya kaldığı ayrımcılığı anlatır:

“Ve şu polis milleti nasıl da şehvetle kırbaçlar

nasıl çarmıha gererdi beni

sadece ve sadece elimde oraklı çekiçli bir pasaport var diye…

 

Şu memur zihniyetini bir kurt bir kuzuyu paralar gibi paralamak isterdim,

ve en ufak bir saygı duymadım bu cinsten belgelere ömrüm boyunca

ve cehenneme kadar yolu var tüm evrakların derdim.

Ama bu.. bu başka..

 

Ve daima gururla çekip çıkaracağım ceplerimden pasaportumu:

İyi okuyun sayın baylar ve gıpta edin:

Yanılmıyorsunuz evet

Sosyalist bir ülkenin yurttaşıyım ben.”

Mayakovski 1 Şubat 1930 yılında yirmi yıllık çalışmalarından oluşan retrospektif bir sergi açar. Şiirlerinin yayımlandığı dergiler, gazete kupürleri, yazdığı kitaplar, iç savaş ve NEP döneminde yaptığı pankartların sergilendiği bu sergi bir nevi şairin sevenlerine vedası gibidir. Zira hiç takım elbisesi olmayan şair Mayakovski, 14 Nisan 1930’da, şakağıyla buluşturduğu silahının tetiğini çekerek intihar eder. Rus edebiyatının militan şairi, fabrikalarda okunan şiirlerin davudi sesi, “Genç şairlerin bitirilmemiş şiirleri yoktur.” sözüne karşın henüz bitirilmemiş şiirleri olan, Yesenin’in intiharını kınayan şiiri yazdıktan beş sene sonra, ardında son bir mektup bırakarak kendinden vazgeçer. Hâlâ yakışıklıdır, fakat bu kez yirmi iki değil, otuz yedi yaşındadır.

Son Mektup’tan

“Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem), ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı. Lili beni sev. Hükümet yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir; yaşamalarını dağlardan ne mutlu bana.. Aşkın küçük sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi! Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…”

 

KAYNAKÇA

TOKATLI Atilla, Sovyet Şairleri Antolojisi, Yön Yayınları, İstanbul, 1992.

TROÇKİ Leon, Edebiyat ve Devrim, Çev: Hüsen Portakal, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1987.

FROMM Erich, İsa Dogması, Çev: Bozkurt Leblebicioğlu, Say Yayınları, İstanbul, 2017.

DOSTOYEVSKİ Fyodor Mihayloviç, Puşkin Konuşması, Çev: Tektaş Ağaoğlu, İletişim Yayıncılık, Ankara, 2009.

TÜTEN Özkaya, “Rus Edebiyatında Sembolizm”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (2013), s. 412- 413- 415- 416.

Görsel: PuşkinJ. L. Obolenskaya (1925)

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi127

Bunu paylaş: