Bölüm – 1
“Biz insanlar sadece bir beden ve de ruhtan ibaretiz. Gerçek bunu der. Peki, bu ne demektir? Kendini sonsuzluk mu sanarsın, sonsuzluk var olmuş ve var olacak nesneleri içinde barındırıp sonunu hazırlayandır. Biz canlı ve de cansızlar hepimiz birer nesneyiz. Sonsuzluğun girdabında zerreye dönüşen”
“Ne mutlu yürekleri ve muratları temiz olanlara, gerçeğin önündeki sırrı yalnız onlar görebileceklerdir. Gerçek ve giz, geceyle, gündüz gibidir ne mutlu ikisini bir kılana.”
Yaşamın belirli belirsiz kıyısında, karanlık sulara yelken açmış, altı delik birer tekne gibidir hayatımız.
Acemisiydik aşkın, hep de acemice yaşadık.
Ne aşka pişirebildik kendimizi,
Ne de hayata.
Ve de hayatın bize getirdiklerine
karşın
Hep dayatılmış bir hayatı yaşıyorken, ne kadar mutlu olunabilir ki,
Şu yarım adımlık ömrümüzde?
Yaşamın kıyısında, kumsala çizerken sevdalarımızı.
Ve de yalnızlıklarımızı.
Taşlar dizerken adına sevgilinin ve bir talan iklimin girdabında savrulup giden zamandır, payımıza ve ömrümüzün son demine düşen.
Hep derimya; hayatı ne kadar yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemlidir aslında.
Kör ocaklar, ekmeksiz tandırlar,
buğdaysız başaklar, bomboş kilerler,
açlığa oyulmuş bebeler,
duvağı alınmış gelin, kursağında kalmış sevinçler, sevdalar.
Bölüm – 2
Bütün zamanların durduğu en hazin yerdeyim,
Bütün saatler sensizliğe ayarlı,
Boşaldı zembereğinde zaman,
Vakit gece yarısı, sensizliğin şafağına dönerken,
Bu ayrılık, bu hüzünler yüklü kervan.
Sen benim ay ışığına çarpan şafak çizgimsin.
Seninle açtım aydınlığa gözlerimi, sen gelene kadar yummayacağım.
Böylece bil iyi belle sözlerimi.
Bilmeni isterim, nefes gibi özledim seni.
Ben sana gelirken seni ben, beni de sen bilirken,
Kendimden vazgeçtim.
Beni sana seni bana getirmeyen zalim yollar utansın,
Tutuşsun ay ışığı geceler yansın, yansın.
Seninle başladı hayat yolculuğum,
Miladım sen olduysan, miadımda sen olmalısın.
Başka ellere, başka sonlara bırakma beni.
Ben sana sadece ve sadece bizi anlatmak isterdim.
Eğer çoklar olmasaydı Dünyanda.
“Kirlenmeden ve de kirletmeden sevgiyi, içtenlikle hissederek yaşamak lazım, aşk olsun o mertebeye erene”
Herkesin acısı sadece kendisine mi düşer acaba?
Hep kendi acımı içime gömüp görmezden geldim.
Ömrümün odak noktasında bir tek sen vardın.
Her acı ki senden yana düşerdi payıma.
Sahip olduğumuz her ne varsa, eğer kalıyorsa dünyada,
O zaman bizler bir hiçiz, hiçlik âleminden yaşayıp, hiçlik âlemine göç alan,
Meçhul bir kervanın, meçhul birer yolcularıyız.
Öyle değil mi eeeeey SEVGİLİ?
Bölüm – 3
“Koskocaman güneşi bir kıvılcıma değişirsen eğer, karanlığın ebediyen mahkûmu olursun, bu mahkûmiyetlik seni aydınlığın en büyük düşmanı yapar”
İtiş kakış sürüp giden bir hayatı, ite kaka önümüze diktiler. Yaşantımızın kara bulutları devinim halinde belirsiz bir doğurganlığın sancısı içerisinde kıvranırken, zulmün kırbacındaki sancıyan yanımıza neler düşer bilemeyiz. Gelecek hüzne gebe, gelecek kötülüğe. Bizler ki geleceği bir punduna getirip yakalamaya çalışırken, hep kimvurduya gider oldu ömrümüz.
Ölümün adı değişmeli artık! Bastığımız toprağa yüz sürer gibi. Köpeklerin ulumalarında yırtılan gecelerimin sessizliği, beni taşır sahipsizliğin kimsesizliğin en ücra köşesine. Değişmeli ölümün adı! Korku dağlarının ardında korku sinmiş metalleşmiş yüzlere yenilmiş bedenlere. İşleyen rotatifler, gecenin sessizliğini yırtan bekçi düdükleri, sirenler ve bir mermi ışık hüzmesi bırakırken gecenin ağırlaşmış rengine ve bir bıçağın sadistçe kana susadığı hoyratlığında son bulan yaşamlar.
İçimdeki kanayan yanımla beni çağırıyor gece, korkarım ki kim vurduya gidecek ömrüm.
Ölümün adı değişmeli artık! Hatta ve hatta her şeyin adı değişmeli. Ne mi olmalı? Sevgi ve de hoşgörü…
Kötülüklerden arındırılmalı sevgi, hüsnü niyetle bezetilmeli hoşgörü. Ayın toprağı okşadığı gibi sevmek, güneşin ışıttığı gibi sarmak.
Bu kadar imkânsız olacak olan ne varki ey zulmün dağında pusulanmış ihanet, yolumuzu bekleyen ölüm…
Bize zorla dayattıklarınız olmasaydı eğer.
Sevgiyi alıp kötülüğün elinde, hoşgörüyü kurtarıp ihanetin dilinde, apaydınlık bir gecede yüzüne bakarak ölmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum acaba?
Bölüm – 4
Ne garip çiçeğe damlatılan kan.
Ne garip şey değil mi; tertemiz bir dünyaya kirli bir gelecek,
kin ve nefretiyle büyüyen bir nesil bırakmak?
İnsanlığa adanmış umutların ve de yaşamların ihanete uğraması.
Ne gariptir ölümlüyken tüm zamanlara ve gelecek yarınlara hükmedebileceğini sanmak.
Ne garip şey değil mi; bitmiş bir hayat iken kendini sonsuzluk olarak görmek?
Ne garip şey değil mi; duvarları aşamamak,
Zincirleri kıramamak, uçurumları geçememek?
Korku dağlarını yıkamamak. Ne gariptir değil mi; hayatımızı güzelleştiren olgulara kalem sallamak varken, olumsuzluklara, karamsarlıklara sayfalar dolusu yazı dökmek?
Ne gariptir değil mi bütün güzlliklerin sadece hatıralardaki bir fotoğraf karesi olarak kalması.
Ne gariptir dostun dosta kazığı,
İnsanın insana zulmü.
Yoldaşın yoldaşa ihaneti.
Gel de güzel olan bir şey al kaleme. Korku filmlerinden fırlayıp da çıkmış gibiyken hayatlar ve de insanlar… Gerçi neresinden baksan bir gariplikler ülkesinde yaşamaktayız. Neresinde baksan hüzün, neresinde baksan keder, nice nice masum yaşamlar belini bükmekte, zamansız gelen ecelin eşiğinde toprağa düşmekte.
Ne gariptir! Bir türlü cana doymadın be toprak…
Bölüm – 5
Ne gariptir yakınken uzak olmak, en yakının bile kilometrelerce uzağında kalmak.
Dokunsan tutacaksın, kucak açsan sarılacaksın, seslense duyacaksın, ne haldedir bileceksin.
Ne gariptir gözlerinin içine bakamamak, en güzel dizeleri okuyamamak, “Seni seviyorum!” diyememek. Oysaki en derin yalnızlıklar benim içimde. Ne gariptir su olup akamamak, yol bulup gidememek.
Umut etmek umutla beklemek, gözlerini yatırıp yarınlara can demek canan demek gelecek bir selama “Baş üstüne!” demek, bir merhabaya eyvallah çekmek, içinde ki birikmişleri mezata dökmek.
Kimin payına düşen her ne varsa onu da pay etmek
Dört mevsimi dört duvara sığdırdım, dört duvara dört mevsim yedi iklimi çizerek her duvarda bir bir kendi çalınmış hayatımı parçalanmış yarınlarımı yaşadım. Bilmem biliyor musun? Ey kaşı karalım yüreği hançer yaralım, bakışların bir kılıç gibi kesip atarken düşlerimi belirsiz bir zamanda sahipsiz bir mekânda kurumuş bir ağacın budağına takılıp kaldım.
Ne gariptir be yahu kendi içinde kendi karanlığına hapsolmak, sevdanın kapısında beklersin “Bir umuttur.” dersin içerdekine. Özlemle kavuştuğunu sanarsın ama hiç özlenmemişsindir aslında. Bir salise bile unutmamışsındır; sense çoktan unutulup gitmişsindir oysa.
Heeeeyhat topraklar başına, taşlar döşüne dolası BEN.
İzmir
29 Temmuz 2018
***
Görsel: Jupiter Chariot Between Justice And Piet – Noël Coypel (1671)