Bu yıl 5-14 tarihleri arasında 17. Kez düzenlenen Filmekimi, kışa girmeden sezon boyunca izlenip konuşulacak filmleri İstanbul, İzmir ve Ankara’da izleyicilerle buluşturuyor. Gösterim sayısının talebi karşılayamaması ve bilet fiyatlarına dair eleştirileri verdiği bir röportajda açıklayan festival yönetmeni Kerem Ayan, film dağıtım sektörüne dair güncel ekonomik dalgalanmaların etkisini anlayabileceğimiz ipuçları sunuyor. Ülke ekonomisinde bir süredir devam eden kur yükselişi Türkiye’deki film ithalatçılarının yurtdışından satın aldığı filmlere yaptığı ödemelerin artması ile sonuçlanıyor. Bu ödeme artışı ile başlayan ve iç pazara sunulan filmlerin seyircilere yansıyan kısmı daha az salonda ve daha az filmlerin izlenebilmesi olarak görülüyor. Filmekimi biletlerinin satışa çıkar çıkmaz bitmesi, salon sayısının yetersizliği konusunu gündeme getirirken aslında mesele yukarıdaki kurların etkisi ile açıklanabilecek hale geliyor. Daha fazla salon daha fazla film kopyası anlamına gelirken bu da festival düzenleyicilerinin kendi içindeki maliyet tartışmasına götürüyor ki bu konuda yorum yapmak fazla anlamlı gelmiyor. Bu film satın alma döngüsü sonucu olarak görülebilecek film biletlerin artışını buradan okumak gerekiyor. Filmekimi’ndeki filmlerin büyük kısmının Cannes’da ödül almış ve ilk gösterimini yapmış filmlerden seçildiği bunun yanında Locarno, San Sebastian, Venedik ve Sundance gibi büyük film festivallerinden filmlerle oluşturulmuş bir seçki sunuluyor. Yorgos Lanthimos, Pawel Pawlikowski, Gaspar Noe, Jafar Panahi, Alice Rohrwacher, Lars Von Trier, Nadine Labaki gibi yönetmenlerin yer aldığı seçki dünya sinemasında örnekleri yakın zamanda izleme fırsatı sunuyor.
2015 yapımı Mustang ile dikkatleri üzerine çeken Deniz Gamze Ergüven son filmi Kings ile 1992 Los Angeles’ına götürüyor sinemaseverleri. Filmin ilk sahnesinden neye tanıklık edeceğimizi sezinlediğimiz bir başlangıçla açılan film siyahi bir kız çocuğunun (Latasha) marketten meyve suyu alırken beyaz bir kadın kasiyer tarafından vurulması ile başlıyor. Filmin temelinde yer alan iki olaydan bahsedersek, Latasha ve bir diğeri gece vakti dört polis tarafından dövülerek öldürülen Rodney King. Film süresince televizyondan mahkeme süreçlerini izlediğimiz bu iki olay, filmin arka planın da iken başrolünde Halle Berry’nin olduğu ve birbirinden farklı yaşlardaki küçük çocuklara bakan güçlü bir kadını canlandırıyor. Çocukların annelerinin hapiste olması ya da daha farklı sebeplerden kimsesiz kalan bu çocuklar sevgiyle bakılan bir evde beraber yaşamaya çalışıyor. Filmin arka planında yer alan olayların şehrin genel atmosferini germeye başladığı, insanların sokaklarda çatışmaya başladığı, polislerin sokaklarda çekinmeden insanları vurduğu ya da gözaltına aldığı bir şiddet ortamıdır. Filmin genelinde artan gerilimi ve büyüyen şiddet ortamı içerisinde hikayesine tanıklık ettiğimiz aile ve komşularının yer yer mizah içeren diyaloglar seyri keyifli hale getirirken birkaç noktanın gözden kaçmasına neden oluyor.
Filmin sonunda devlet şiddetine, sokakları yakıp yağmalayarak cevap veren ötekileştirilmiş bir şiddetin yani siyahilerin öfkesine tanıklık ediyoruz. Buraya kadar siyahilerin yaşadıkları bu şiddet sarmalını görebilirken onların molotof atmaktan başka ne gibi talepleri olduğuna dair zihinde kalıcı cümleler kalmıyor. Devlet söylemine aslında çoğunluğun söylemine video ya da televizyonlardan tanıklık edebilirken siyahilerin sadece mahalle ve günlük yaşamları içerisinde kurdukları cümlelerden korku ve tepkilerini anlayabiliyoruz. Şiddete karşı şiddetin örgütlenişini görürken “yaşama hakkı” başta olmak üzere diğer taleplere dair hiçbir cümle kuramadan sonlanıyor film. Müziklerini Nick Cave ile Warren Ellis’in yaptığı film King’in ve Latasha’nın gölgesinde kendine bir anlatı kurmaya çalışıyor. Genel anlamda hikâyenin başlangıç, gerilimin artışı ve sonlanış biçimi iyi bir seyir sunarken meselenin özüne dair sorularla bizleri baş başa bırakıyor.
Festivalin dikkat çeken bir diğer film ise İtalyan yönetmen Panos Cosmatos Mandy’si. Film, deneysel distopya türüne dair yeni bir örnek teşkil ederken ormanda yaşayan bir çiftin Yeni Şafağın Çocukları adlı bir tarikat tarafından kaçırılması ve ardından intikam yemini eden Red (Nicolas Cage)’in hikâyesine odaklanıyor. Red ve eşi Mandy (Andrea Riseborough) evleri basılarak tarikat lideri tarafından kaçırıldıktan sonra Mandy ateşe verilerek öldürülüyor. Filmin neredeyse yarısının filmde yaratılan distopik dünyaya aşina olmaya çalışmakla geçtiğini söyleyebiliriz. Estetik bir şekilde kullanılan renk ve ışıklara müziklerini Johan Johansson’un bestelediği aynı zamanda filmin yapımcılarından biri olan Elijah Wood eşlik ediyor. Müzik kullanımının yoğun olduğu filmde yer yer aksiyon-fantezi türüne yaklaşarak seyirciyi kendi gerçekliğinden koparıp hikâyeye dahil etmeyi başarıyor.
Filmekimi’ndeki birbirinden farklı filmlerin seçimi önümüzdeki dönemde sinemalarda özellikle “Başka Sinema” seanslarında neleri izleyip üzerine konuşacağımıza dair ön izleme sunuyor. Festival yönetmeni Kerem Ayan’ın da ifade ettiği gibi bu “butik etkinlik” daralan sinema alanına nefes olabilen bir on gün sunuyor. Kadın yönetmenlerin azlığı ile dikkat çeken seçkide (ki bu aslında dünyadaki festivallere katılan kadın yönetmenlerin azlığına da işaret ediyor) ileride daha fazla kendine yer bulabilecek kadın yönetmenlerin iyi yapımlarına rastlamayı umuyoruz.