İçimizdeki Var Olma Mücadelesi: Naked Lunch – Deniz Eren

İnsan hayatı boyunca ergin bir birey olabilmek için yaşar. Ergin bir birey olmak sadece aklımızı kullanabilme durumundan ibaret değildir. Yaşadığımız kültürün bize dayattırdıkları ve toplumun en küçük yapı taşı olan aileden öğrendiklerimiz bizi görünmeyen sınırlar içerisine alır ve bu durum özgürlüğün en basit noktası olan ergin olabilme durumundan uzaklaşmamızı sağlar. Sadece kararlılık ve cesaret gösteren insanlarda ergin olabilme durumu aranmalıdır. Oysaki “Aydınlanma” kavramı için sadece özgür olmak yeterlidir. Aklı her yönüyle kullanma ve bunu geniş kitlelere duyurma çabası 18. yüzyıla dayanır ancak ne yazık ki 21. yüzyılda yaşayan bizler her yönüyle ve her anlamda aklı kullanabilme yetisine sahip değiliz. Bu duruma içerisinde bulunduğumuz toplumun salt çoğunluğunu örnek vermek doğru olacaktır.

Aydınlanma’nın hemen ardından 19. yüzyılda doğan ve aydınlanma felsefesinin çocuğu sayılabilecek “varoluşçuluk” kavramının izlerine rastlıyoruz. En basit örneğiyle varoluşçuluk kavramı “biz neyiz” ve “bir birey olarak var olmamızın asıl amacı nedir” gibi sorularla açıklanmaya çalışılsa da bu sorular varoluşçuluk kavramı için yeterli bir açıklama değildir çünkü bu sorulara yanıt bulunsa bile varoluşçu felsefenin çok geniş bir yelpazesi vardır. Sartre için varoluşçuluk “özden önce gelir” yani insan önce var olur ve daha sonra kendini aramaya, bulmaya başlar. En basit yorumlamayla insan, olması gereken şeydir yani insan olabilme durumudur. Akımların asıl doğuş sebebinin de var olma mücadelesinden kaynaklandığını söylemek mümkün. Çıkış olarak 19. yüzyıla dayandırılsa da insanlığın ilk yıllarından itibaren varoluş meselesinin hayatımızın tam ortasında olduğunu belirtmemiz doğru olacaktır. Diğer felsefi akımlara göre varoluşçu felsefeyi ayırt etmemiz hem biçim hem de biçem bakımından oldukça kolaydır. Şöyle ki psikolojinin varoluşçularından Maslow’un beş temel ihtiyaçlar hiyerarşisi fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, ait olma ve sevgi ihtiyacı, saygı ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı bu durumu kanıtlar nitelikte. Bu yazıda Maslow’un “kendini gerçekleştirme” teorisinden yola çıkarak David Cronenberg yönetimindeki  Naked Lunch adlı filmi yazmaya çalışacağız. Ama ondan önce kendini gerçekleştirme teorisine göz atmakta fayda var.

Ergin bir birey olmanın en önemli koşullarından biri kendini gerçekleştirebilme durumudur. Her insanın yaşam döngüsü kendini gerçekleştirebilme durumuna bağlıdır. Hayatımızı bir tablo olarak düşünecek olursak o tabloya resmi çizecek olan biziz ve bu tabloda kullandığımız renkler ise kendimizi ifade etme şeklimizdir. Bu hayatta istek, arzularımızı gerçekleştirebildiğimizin yanı sıra hayallerimizi gerçekleştirebildiğimiz ve kendimizi etrafa kanıtlayabildiğimiz kadar varız. Kişiden kişiye değişiyor olsa da kendimizi ifade etmenin en iyi yolu hayallerimizi gerçek hayata döktüğümüzde başlar. Hayaller, boyutuna göre bir dalga etkisi yaratır ve etrafımızdaki kişileri içerisine alır, kimi zaman ise daha da büyür ve dünyanın konuştuğu bir durum haline gelir. Bu duruma verilebilecek en iyi örneklerden biri, yabancılaşma, özgürleşme, cinsellik, uyuşturucu gibi kelimeleri tanımlayan Beat Kuşağı‘dır.

Beat Kuşağı, Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs başta olmak üzere edebiyatla ilgilenen yazar ve şairlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır. İlk olarak New York’ta ortaya çıkan topluluk bir süre sonra dünyada ilgi odağı olmuş ve edebi metinler dışında sinema ve müzik alanına da girmiştir. Alışıldık yaşam biçimine karşı muhalif bir duruş sergileyen Beat Kuşağı özellikle genç kitle üzerinde büyük etki yaratmıştır. 1950’li ve 1960’lı yıllarda büyük bir patlama yaşayan Beat Kuşağı, “hippi” olarak adlandırılan gençlerle yakından ilgilidir. İdeolojiler yok olurken mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri hayatlarının merkezine koyan Beat Kuşağı’nın amacı kendilerini nesilden nesile aktararak “yaşam coşkusu” olarak vücut bulmaktı. Bu durumu ne kadar gerçekleştirebildikleri tartışma konusu olsa da “60’ların Londra’sı, underground kültürün başkentiydi, burada oluşturulan kültürün New York’taki Beat çılgınlığıyla birleşmesi dünyayı değiştirdi. Bu kuşaktaki arayışın merkezinde ilk insandan bu yana nesilden nesile aktarılan trajediler, öyküler, acılar, travmalar vardır.” 1960’lı yıllarda karşımıza çıkan The Doors, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Beatles, Pink Floyd müzik grupları Beat Kuşağı’nda deneysel müziğin temsilcisi olarak karşımıza çıktılar. Özellikle yabancılaşma, özgürlük, aidiyet sorunu gibi kelimelerin tanımını müziklerinde iyi bir şekilde yedirerek anlatan bu gruplar bir yandan dışa vurumun temsili haline geldi. Bu yüzden günümüzde topluma karşı yabancılaştığımızı hissettiğimizde ve bir nefes alma gereksinimi duyduğumuzda Beat Kuşağı gruplarını dinleyerek rahatlıyoruz. İşin özüne baktığımızda kendini gerçekleştirebilme durumuyla ilk başta küçük bir grup olarak ortaya çıkan bu kuşağın hayalleri zamanla dalga etkisi yaratarak kitlelerin etkilendiği bir durum halini almıştır.

Kerouac’ın Yolda adlı kitabıyla kendilerini dünyaya duyuran topluluk, Ginsberg’in Uluma şiirini ise manifesto olarak kabul etti. Kimi kesimin oldukça tehlikeli olarak gördüğü bu topluluğa sansür uygulamaya çalışsalar da başarılı olamadılar. Temellerinde yatan var olma mücadelesiyle yola çıkan grup kendilerinin deyişiyle üretmekten ve yola çıkmaktan asla vazgeçmedi. Edebiyat, müzik ve felsefeyi etkisi altına alan Beat Kuşağı’nın izlerini sinemada da görmek mümkün. Doğrudan Beat Kuşağı’nı anlatan filmleri sıralamak istediğimizde Naked Lunch (Müthiş Yemek) filmini saymazsak liste eksik kalır. Kanada, İngiltere, Japonya ortak yapımı olan filmin yönetmenliğini kariyerine 1960’lı yılların ortasında başlayan David Cronenberg yapıyor. Kanadalı sinemacının filmografisini incelediğimizde kariyerinin ilk yarısında bedensel korkuya yönelik filmler yaptığını görmekteyiz. Korku, psikoloji ve bedensel deformasyonu bilim kurgu/korku şeklinde izleyicisine sunan yönetmen kariyerinin ikinci yarısında ise psikolojik deformasyon ve kimlik kargaşası üzerine filmler çekmiştir. Döneminin kült yönetmenlerinden olan David Cronenberg korku türünün bir alt türü olan bedensel korku diyebileceğimiz bir akımın öncüsü olmuştur. Bedensel korku türüyle azınlık bir gruba hitap eden yönetmenin geniş kitlelere anlatmak istediği yarı biyolojik gelişmeler, makineleşme, teknoloji gibi insan kaynaklı gelişmelerin yine insan kaynaklı tehlikelere yol açacak olmasıydı. Bu durumun insanlarda “bedensel olarak bambaşka bir varlığa dönüştürmesini anlatırken, yarattığı her sahnenin arkasına bir anlam gizleyerek filmlerinin üzerinde düşünülmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda her zaman sözünü ettiği ve savunduğu New Flesh (Yeni Beden) kavramını geniş kitlelere ulaştırmaktadır.”  Yönetmenin 2002 yılında çekmiş olduğu Spider filmiyle ise kariyerinin ikinci yarısı başlamış oldu. Spider filmiyle ana akım sinemanın etkisi altına girerek adını daha geniş kitlelere duyuran Cronenberg, bu filminde bedensel korkunun yerini şiddet, kimlik kargaşası ve psikolojik deformasyon aldı.

Cronenberg’in çekmiş olduğu en iyi filmlerinden biri olan 1991 yapımı Naked Lunch yukarıda bahsetmiş olduğum bedensel deformasyonu bilim kurgu türüyle harmanlayarak izleyicisine sunmuştur. William S. Burroughs’un Naked Lunch isimli romanından uyarlanan film Beat Kuşağı ruhunun izleyiciye tipik bir şekilde aktaran bir Cronenberg filmidir.

Film, yazar olmak isteyen ama böcek ilaçlayıcılığı yaparak yaşamını sürdüren Bill karakterinin etrafında dönüyor. Tekdüze bir yaşam süren Bill’in hayatı, karısı Joan’ın bir böcek ilacı bağımlısı olduğunu öğrenmesiyle kırılma yaşıyor ve o andan itibaren karısına ayak uyduran Bill’e sürreal dünyanın kapıları açılıyor.

Romanı okumamış bile olsanız filmi izlediğinizde yönetmenin romandan tamamen uzaklaşarak izleyicisini kendi karanlık evrenine konuk ettiğinin farkına varıyorsunuz. Filmin en başında verilen “Hiçbir şey doğru değil. Her şey serbest. / Hasan Sabbahile “Dünyanın tüm fahişeleri altından kalkamayacağınız tek damga var. Oda içinizdeki damga. / William S. Burroughs” alıntıları ile yönetmen, bilmediğimiz bir dünyaya adım atacağımızın sinyalini izleyicisine önceden veriyor. Bill’in uyuşturucuyla tanıştıktan sonra kendisini dev böceklerin, konuşan hareket eden daktiloların hatta dev böceklerin yönetiminde olan Interzone teşkilatının ajanı olarak görmeye ve teşkilatın kendisine verdiği görevleri yapmaya başlar. Halüsinasyon ve sanrıların bol olduğu bu üst kurmacada teşkilatın verdiği ilk görev Joan’ı öldürmektir. Bilinç ve bilinç dışı arasında bir atmosferde geçen filmde Joan’ın ölümü birçok sahnede karşımıza çıkmaktadır. Bu durumla adeta izleyicisinin zihniyle oynayan yönetmen gözlemci bakış açısını da kullanmasıyla izleyicisini filmde tutmayı başarmıştır.

Gerçek hayata dönüldüğünde ise kaza sonucu öldürdüğü karısına karşı pişman olduğunu hissediyor gibi olsak ta yazar arkadaşlarından birinin “kaza diye bir şey yoktur Bill” demesi ve dev böceklerinde Bill’i bu duruma inandırmaları başkarakterimizin pişmanlığının kısa sürmesine neden olmuştur. “Resim yapabilir, çizebilir yâda yazabilirsin değil mi? Sonra onu birilerine aktarırsın ne dediğini okurlar ve hissettiklerini hissederler. Onlarla arandaki tek bağlantı budur. Yani tekrar yazamazsın, tekrar yazmak aldatmak ve yalan söylemektir. Kendi düşüncelerine ihanet etmiş olursun. Kelimelerin akışıyla, ritmiyle, ahengiyle oynamak bir ihanettir.” Repliği filmdeki ana motifi oluşturuyor.

Naked Lunch’ta olan tüm gerçek üstü olayları çıkartsak bile film tek başına yazma eylemi etrafında dönüyor. Bill’in iç dünyasına girdiğimizde bir varoluş savaşı verdiğini görmekteyiz. Hayali bir yazar olmakken geçinebilmek adına birçok meslek dalında çalıştığını duyuyoruz ve en son bizim gördüğümüz böcek ilaçlayıcılığı mesleği hayallerine kavuşmasının bir dışavurumunu oluşturuyor. Devamlı birilerinin söylediğini yapan Bill hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken bile ergin bir birey olamıyor maalesef. Bu durum bizlere 27 yıl öncede durumun şimdiki gibi olduğunu ve bir değişim olmadığını bizlere gösteriyor. Aynı zamanda yazma eyleminin zor ve tehlikeli bir süreç olduğuna vurgu yapan Naked Lunch, bu anlamda Bill’in içimizden biri olduğunu da bize gösteriyor. Ergin bir birey olamayan Bill’in uyuşturucu kullanmaya başladıktan sonra yazar olabilmek için kitap yazmaya başlaması ve her karakterin kendi içerisinde bir yaşantısının bulunmasıyla yönetmen Cronenberg izleyiciye ters köşe yaparak Bill’in yazdığı romanı izleyiciye göstermeye çalışmış olabilir.

Daktiloların Bill yazdıkça cinsel haz duyması, dev böceklerin karısının kendisini yakın  arkadaşları Hank ve Martin’le aldattığını fısıldamasıyla filmde cinsellik üst düzeyde yansıtılmıştır. Uyuşturucu, cinsellik ve edebiyatın birleşimiyle, yönetmenin vazgeçilmezi dönüşüm-değişim sahnelerinin birleşimi izleyici üzerinde büyük bir etki bıraktığını söyleyebiliriz.

Peter Weller(Bill) ve Judy Davis(Joan)’in oyunculukları göz doldursa da kamera arkasındaki sanat ekibi, kurgu, görüntü ve ses ekibinin oyunculukları sollayarak öne geçtiğini görüyoruz. Özellikle değişim ve dönüşüm sahnelerinde 1960’lı yıllarda halüsinasyon gördüren uyuşturucuların etkisi altında yapılan rock müzik türü olarak ortaya çıkan psychedelic rock (saykodelilik rock) nokta atışı yapılarak oldukça etkili bir biçimde kullanılmıştır.  Genie Ödülleri’nde en başarılı ses kurgusu, en iyi film, en başarılı sanat yönetimi ve en iyi senaryo ödülünü alan Naked Lunch, ABD Uluslararası Film Eleştirmenleri Derneği’nin düzenlemiş olduğu ödül töreninde en iyi yönetmen ve en iyi senaryo ödülünün sahibi olmuştur.

Kaynakça

www.listekitap.com Yeni Başlayanlar İçin Beat Kuşağı – Gökçe Türkkan

www.maroon.com.tr

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi131

Bunu paylaş: