”Bir yere mi gidiyorsun, yoksa sadece gidiyor musun?”
On The Road, Jack Kerouac‘ın aynı adlı romanından esinlenen Walter Salles‘in 2012’de çektiği bir Beat Kuşağı portresi. İkinci Dünya Harbi sonrası, apolitikleşmiş dünya milletlerinin kişileri, bir uçtan bir uca kutuplara çekilerek, komünizm ve kapitalizm gölgesi altına girdiler. Kazanmak, daha çok kazanmak ve en iyisi olmak isteyen gururlu ve açgözlü kimseler olmak yerine, yaşamı bilinmez bir ufuk çizgisinin altına bakmak, gökkuşağının altındaki altın madenlerine ulaşmak gibi, hayalperest ve vurdumduymaz bir bakış açısıyla ele aldılar.
On the Road; başkaldırı, isyan, maceraperest bir filmin anlatısı olarak algılanabilir, bu da kitabın öğretisinden dolayı ilk akla gelen şey olacaktır. Oysa film, böyle bir kitap yazılmamış olsaydı ya da biz Beat Kuşağı nedir bilmeseydik, başrol Dean’in (Garrett Hedlund) etrafında gelişen bir olaylar silsilesi olarak hatrımızda kalabilirdi. Walles’ın özeleştirisi de bu yöndeydi, kitaptaki tutkuyu ve ruhun tam olarak beyazperdeye yansıtılamayacağını, bunun denenmesi halinde zor ve yorucu bir film ortaya çıkacağından endişelendiğini söylüyor. Bu nedenle dönemin estetiği renk ve dekor olarak çok iyi yansıtılsa da, aynı başarı kuşağın içinde bulunduğu atmosfer izleyiciye aktarmakta gösterilememiş.
Yol, ölümle başlayan, ölümün başlattığı bir yol hikâyesi. Sal’ın babasını kaybetmesiyle, yeni bir arayış ve sorgulama dönemine girdiği bir tünel. Oysa Beat Kuşağı sırtını siyasi, toplumsal ve varoluşçu bir tartışmalar bütününe dayıyor, buradan hareketle ortaya çıkıyor ve besleniyordu. Bu fikrin oluşmasına sebep ise Salles’ın doğrudan kendi kafasındakileri aktarıp; ”Bakın ben bir şey, bir hayat tarzını anlatmak istiyorum. Bunlar böyledir” der gibi bir hava içerisinde yansıtması. Bu durumu böyle göstermek yerine, gerçeğe iyice yaslayarak, kitabın izinden giderek, görsel sanatta da aynı dikkati çekmek şansı böylece yitirilmiş oldu. Sal’ın annesinin oğlunun çizdiği yola ve arkadaşlarına gösterdiği tepki, toplumun ve devletin kuşağın temsilcilerine baktığı bakışla aynı çizgide ilerliyor. Konuşmuyor, tepki göstermiyor, kızmıyor. Sadece bakışlarıyla ve mimikleriyle oğlunun yanlış bir yolda olduğunun farkına varmasını istiyor gibi. Sal çantasını hazırlayıp yola çıkarken annesine yapılan kesme hareketi de, yapılan işin ne kadar hoyratça ve üzücü olduğunu bize anlatmak ister gibi.
Olay örgüsü; Sal’ın bakışından Dean’ın etrafında toparlanmış. Sal’ın dediği gibi, Dean hayatın içinde yetişmiş, ondan öğrenilecek çok şey var. Tanışmaları ortak bir arkadaşlarının vasıtasıyla oluyor ve hızlı ve köklü bir dostluk geliştiriyorlar. Bu kertede dikkat çeken şey ise, Dean kız arkadaşına (Marylou) kuvvetli bir sevgi hissetmiyor, ya da sevgisinin boyutu bizim tahmin edemeyeceğimiz bir formda. Çünkü ilk tanışma faslında Sal ve Marylou arasında geçen yakınlaşma Dean için gayet normal. Fakat diğer karakterler ya da yolda karşılaşılan insanlar için Marylou aynı bakışlara ya da tavırlara sahip değil. İşte burada üzerinde düşünülmesi gereken noktada bu.
Her türlü sınırı aşıp içsel bir savaş başlatan karakterler, estetik sınırlarını aşmamış olacaklar ki, yalnızca belli bir güzellik düzeyinde ya da konumda olan kişilere karşı perdelerini indiriyorlar. Karakterleri canlandıran oyuncuların özellikle çok güzel ve çok yakışıklı oyunculardan seçilmesi, yönetmenin kurduğu dünyanın Hollywood’un popüler çapından büyük olmadığını gösteriyor. Galatea ve Ed ise başrollerin güzelliğini ve harikalıklarını ön plana çıkaracak çirkin ve biçimsiz vücutlu B sınıfı tipler. Bunlar birer tip olsalar da, yansıttıkları insan özellikleri bayağılaşmış ve sıradan aile formunu kötülemek ve kötü özelliklerini iyice ortaya çıkartıp ana karakterleri bu yolla beslemek. Galatea kendisini bırakan kocası Ed’i mutlu edebilmek için bir çıkar yol ararken, kendisine gelen öneri ise daha iyi oral seks yapabilmesi tavsiyesi. Galatea terk edilmiş, dolandırılmış ve hiçe sayılmış olmasına rağmen aileye ve kocasına yine de bağlı, yine de evliliği kurtarma görevi ona verilmiş ve onuru yok sayılmış. Oysa Camille Dean’ı ne kadar sevse de yaptığı son sorumsuzluğu kabul etmeyerek kocasını evden postalamıştı. İkinci plandakiler ve görece çirkin olanlar aileyi korumak ve sorumluluk almak zorundayken, başroldeki güzeller keskin ve kati kararlar alabiliyorsa, burada yönetmenin ne yapmaya çalıştığı tartışmaya oldukça açık.
Çarpıtılan bir diğer husus ise yol hikâyesi. Film bittikten sonra izleyicide uyandırdığı his, yola çıkmak, gezmek, yeni yerler keşfetmek, sevişmek, uçsuz bucaksız bir dünyaya sorgusuz sualsiz bodoslama dalmak duygusu. Peki, ne için? Ne için yapıldığı, bu eylemlerde niçin bulunacağı kendi içinde açıklanmıyor. Sırtını kitabın felsefesine dayayarak, bir iki mesnetsiz siyasi göndermede bulunarak muhalif bir duruş sergilemek çok yersiz ve bütünden ayrı olmuş. Bu gibi bir dünyada yola çıkış hikâyesinin kişinin kendini bulmak, kendini yeniden keşfetmek ve evrensel niçin sorusuna cevap bulmak olduğu bilinir. Bu nedenle Beat Kuşağı rotalarını Hindistan’a doğru çevirmişti. Oysa filmde yolun gittiği yer, Dean’ın seviştiği kadınlar ve onun çizdiği rota olarak belirleniyor. Karakterler arasında devamlı bir cinsel çekim mevcut, dostluklar dahi erotik. Bunun sebebi de kuşağın yol göstericisi olan Wilhelm Reich’ın tanımladığı cinsel devrim. Çünkü cinsellik bir tabuydu, önce onun yok edilmesi gerekiyordu. Aile kavramı yıkılıyor, böylece temel arayışın kaynağına iniliyordu. Filmde bu cinselliğin merkezi Dean. Her karakter, tek tek Dean üzerinden kendi yolunu buluyor. Bu, manifestoya aykırı mı, yoksa manifesto tam olarak böyle bir şey mi, burası tartışmaya açık. Zaten adı konmayan, sınırları olmayan bir tavrı belirli kalıplar içinde eleştirmek yerine, filmin odağında bir inceleme yapmak daha kolay ve isabetli olacaktır.
Dean, beat kuşağının oluşumundaki sanatçı grubuna ait değil, ama kuşağın öğretilerini bilinçli ya da bilinçsiz uygulayan psikoz seviyesinde sorumsuz bir serseri. Hiçbir yere, hiçbir kurala bağlı değil. Bir öğreti ya da merak sonucu bu yola çıkmamış, doğuştan bir serseri. Uyuşturucu, seks, macera, yol. Bu kelimelerin anlamlarıyla dahi açıklanamayacak bir sebepten ötürü, bağlı kalamayan, devamlı hareket halinde olan bir kişi. Sal ya da Carlo için yeni bir macera anahtarı, ondan alınacak türlü feyzler ve öğrenilecek şeylerle dolu. Oysa Sal, tüm bu girdap içerisinde dahi içerisinde bir normallik ve kabul edilememişlik barındırıyor, gördüğü her şeye fazlaca şaşırıyor ve sorgusuzca kabul ediyor. Kendisine vaat edilen şeylere ulaşsın ya da ulaşmasın, önce aynı mimiklerle bir kabulleniş, arkasından olumlu ya da olumsuz bir uygulayış.
Bu nedenle Dean olmazsa, Sal’ın bir anlamı yok. Dean, bizim sinemamızdaki Piç Rıza ile çok benzer bir tip. Eğer On The Road 1980’lerde çekilmiş olsaydı, Natuk Baykan‘ın Üçkağıtçılar‘ındaki bazı sahneler çok iyi bir On the Road parodisi olarak karşımıza çıkabilirdi. Piç Rıza da sürekli kadın peşinde, macera ve kolay para avında olan bir serseri. Roller ve hikâye tamamen bambaşka olsalar da, Salles’ın Dean karakterine entelektüel bir merak katmaya çalışması çok yersiz ve sakil durmuş.
Zira Dean, travmatik bir karakter, babasıyla olan köklü sorunu kendisini bu yola itmiş gibi duruyor. Aynı şekilde Sal da babasının ölümüyle yeni bir arayış içine girmişti. Kişisel meseleleri toplumsal sorunlarla buluşturmaya çabalayan Salles, toplumun köklü birimi aile faktörüne sürekli dokunarak, bir yandan bu hareketi destekliyor, diğer yandan bu maceraya çıkanların ya da çıkmak isteyenlerin sonunun ne denli zorlu ve kötü bir sona sahip olduğunu anlatmaya çalışıyor gibi. Dean, sürekli kaçmak ve aramak isterken, bir yandan da aile ve çocuk hayali kuruyor, bu hayalini de nispeten daha ağırbaşlı Camilie ile gerçekleştirmek istiyor. Ama sorumsuz yolculuğu boyunca yanında Marylou var, âşık olduğunu iddia ettiği Marylou’yu yakın arkadaşı Sal ile paylaşabilirken, çocuklarının annesi Camilie ile böyle bir ihtimali dahi görmüyoruz. Galatea’ya hiç yaklaşmazken, otel odasında para için eşcinsel bir ilişki yaşayabiliyor. Sınırlarını neye göre, hangi duygu duruma göre çizdiğini belirleyen yönetmen, aynı çizgiyi Sal için de belirlemiş gibi. Sal da Dean ile daha ilk tanışmasında Marylou ile birlikte olmak isterken, Camilie çocuk sahibi olduktan sonra böyle bir şeyi gözlerinden okuyamıyoruz. Her türlü sınır ihlal edildiyse ve önemli olan sadece gitmekse, bu belli bir yere gidiş hikâyesi nasıl ve neye göre çizilmiş anlamak oldukça güç. Filmin durak noktalarından biri olan Bull’un evinde konuşulanlar ise Sal’a akıl veren devlet – aile otoritesinin bir yansıması, yönetmenin kendini ya da toplumun isteklerini göstermek istediği bir yer mi? Trafik polislerinin attığı bakışlar, örnek aile fertlerinin bu yeni yaşam biçimlerine attığı bakışlarla aynı mı?
Tüm bu sürecin sonunda Dean, Sal’ı hasta yatağında terk etmesi, maceranın ayrı ayrı sona ermesi ve nihayette Sal’ın karşısına aciz, sefil ve düşkün bir şekilde çıkması, bu yola çıkan herkesin bu yolda kaybolacağı anlamına mı geliyor? Bir takım gençler bir şeye karar verirler ve bu karar verdikleri şey her neyse, onların genç ve akılsız olduklarından dolayı kötü sonla biter. Doğru yola dönün ve onun peşinden ayrılmayın. İşte doğru yol Sal ve yanlış yol Dean. Oysa Sal da aynı yola çıkmıştı, Dean ile dostlukları ve kaderleri bu yolda pekişmişti. Peki, Dean, sınırı mı aşmıştı, aslında sınır yoktu ve sonuna kadar mı gitmeyi tercih etmişti. Bu hangi sondu? Marylou’nun grup ilişkileri, sınırsız ve sonsuz macera arayışı, Dean tarafından yok sayılınca niçin eski nişanlısına geri dönmekle son buldu? Tüm bu olaylardan sonra verilmek istenen alt mesaj olan aile kurumunun güzelliği, parçalanmış kişilikler ve kötü bir geçmişten sonra nasıl seçkin ve doğru bir hale bürünecekti?
Belki de filmin tüm hikâyesi, bu çok boyutlu duvarlar arasında gidip gelmek, tüm bakış açılarına hürmet göstererek en az zararla bu işten ayrılmaktır. Sonuçta Coppola‘nın başaramam korkusuyla beyazperdeye uyarlamaktan çekindiği bir hikâye bu, oldukça zor ve ‘sınırsız’.