“…Çünkü çabuk ve kötü okuyorlar ve anlamadan yargıya varıyorlar.Öyleyse ta başından başlayalım.Bu iş hiç kimseye,ne size ne de bana hoş gelecek.Ama çiviyi çakmak gerek. Ve madem ki eleştirmenler beni yazın adına yargılıyorlar,hem de bunu yaparken ne demek istediklerini ortaya koymuyorlar,onlara verilecek en iyi karşılık,önyargılara kapılmadan,yazı sanatının ne olduğunu incelemektir.Yazmak nedir?Kimin için yazıyoruz?…
J. P. Sartre – Edebiyat Nedir?
Berna Moran’a göre tüm edebi eleştiri kuramları edebiyatın doğru tanımını yaptığını, bütün edebi eserlerde bulunan ortak bir özü, sanatı sanat yapan şeyi bulduğunu iddia eder ama aslında sanatın tanımı üzerinde tam bir anlaşmaya varılmamıştır. Bu durum sanatın bir özü olmadığını kanıtlamaz; aksine bu işin son derece çetrefilli bir iş olduğunu, sanatın özünü yakalamanın oldukça zor bir iş olduğunu ve bunun üzerine daha çok çalışılması gerektiğini gösterir.
“Edebiyat nedir?” sorusuna verilen cevaplar her ne kadar “bir yaratma uğraşı” paydasında toplansa da aslında buna belirlenen kalıplar dışında bir yaratımın dâhil olmakta zorlandığı, bunların uzunca süre tartışmaya açık meseleler olarak kaldığı ve çoğu zaman da belli gerekçelerle sansüre maruz kaldığı görülür. “Edebiyat Ne İşe Yarar” adlı eserinde Felski, edebiyatın işlevlerini dört ana kategoride değerlendirir; tanıma, büyülenme, bilgi ve şok. Romanların en değişmez olay örgülerinden biri hayatın nasıl bir şekil alması gerektiğini bulmaya çalışırken kendini keşfetme sürecine giren kahramanların betimlenmesidir. Okur böylelikle kendi benliği üzerine daha derinlikli düşünür ve edebiyat okurun “kendini tanıma” sürecine katkıda bulunur. Büyülenme ise yoğun bir bağlanma hali ile mutlak bir kapılma durumudur. Sözcüklerin gücüyle yollarını şaşıran okurlar gerçekle hayali; doğru ile yanlış birbirinden ayırt edemez hale gelip farklı bir çekim gücüyle hareket ederler. Bilgi ise edebiyatın bin yıllardan beri değişmez işlevi olarak karşımıza çıkar. Edebiyatta gerçekliğin dil oyunuyla üretilmiş bir gerçeklik etkisinden başka bir şey olmadığını, insanı okumaya yönlendiren en önemli şeylerden birinin de gündelik deneyimlere ve toplumsal yaşama ilişkin daha derinlikli bir bilgi kazanma uğraşı olduğu söylenebilir. Tüm bu işlevlerin arasında “şok” en beklemediğimiz ve belki de en rahatsız olduğumuz yerde durur. Ani bir çarpışmayı, vahşi ve sarsıcı bir karşılaşmayı belirtir. Toplumsal manada bir ilerlemeye sebep olan değil, bunu yapmakta başarısız olan kurum, kişi ve kuruluşların başarısızlığını sarsıcı ve korkusuz bir biçimde dile getirir ve bu yönüyle edebiyatta “şok” unsuru “rahatsız edici” olarak bile tanımlanabilir.
Edebiyatta “şok” unsuru olarak tanımlanan şeyin, tam anlamıyla Beat Kuşağı sanatçılarının ortaya çıkardığı eserler olduğu söylenebilir. Amerika’nın Büyük Buhran döneminden sonra hayatındaki tek hedefi okuldan eve gitmek ve ailesinin ideallerini gerçekleştirmek, sonrasında evlenip çoluk çocuğa karışıp küçük dünyasından çıkmadan ölecek olan orta sınıf Amerikan statükosu hayallerine ve bunun gibi nicesine bir başkaldırı olarak bir araya gelen bir topluluk Beat Kuşağı.
“Beat Kuşağı” genel olarak Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William S. Burroughs merkezinde olmak üzere edebiyatla ilgilenen ve Amerika’nın dört bir yanında geniş arkadaş gruplarının dalga dalga büyümesiyle ortaya çıkar. Bu süreçte özellikle bir grup oluşturma amacının olmadığı ve burada oluşan karmaşık ilişkilerin yolda, kendiliğinden oluştuğu görülür. Gittikleri her eyalette yeni insanlarla tanışırlar ve adı henüz konulmasa da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başlar. New York City merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco‘da toplanırlar.
1950’li yıllarda bu grubun edebi çalışmalarının ve yaşam tarzının gençlik üzerinde etkisi çok büyük olur ve 1950’lerdeki bu kıvılcımdan görkemli 1960’lar doğar. Bu durumu William S. Burroughs şöyle ifade eder;
“Beat yazarları, değişimin gerçek mimarlarıdır. Hiç şüphe yok ki ülkede son kırk yıldır yaşanan siyasi ve kültürel değişimin geniş resminin önemli bir parçası olan Beat Edebiyat Hareketinin sonucu olarak, daha özgür bir Amerika’da yaşıyoruz.”
Amerikan toplumunun değişiminde Beat yazarlarının, Burroughs’un belirttiği kadar büyük bir etkisi var mıdır tartışılır fakat bir etkinin olduğu aleni bir gerçek. Beat Edebiyat kültürü içinde bulunduğu toplumu, sadece toplumun yaşayışı, alışkanlıkları, hayata bakış açısı yönüyle etkilemez. Bu kuşağın aynı zamanda edebiyatı ele alış biçimi de biraz “aykırı”dır. Kuşak, o güne kadar ortaya konan eserlerden hem biçim olarak hem içerik olarak oldukça farklı bir yol izler. Kutsal olan ve dokunulmayan ne varsa, yasak nereden gelmiş ve dayatmanın adı ne olmuşsa, tüm bunlara edebiyat aracılığıyla bir itirazdır yaptıkları. Biçim olaraksa okuyucunun karşısına her zaman metni “serim/düğüm/çözüm” şeklinde takip edebileceği bir akış çıkarmaz; eserler tam anlamıyla “rahatsız etmek” için oluşturulur. Nitekim Beat Kuşağı yazarlarının ve şairlerinin ilk eserleri, alışılmadık üsluplarından ve içeriklerinden ötürü sansürlendiler. 1950’li yıllarda bu nedenle onlarca dava açıldı, birçok eser ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi.
Kuşağın en güçlü isimlerinden biri olan William S. Burroughs da Beat Edebiyatının bu ölçütlerle şekillenmesine büyük katkıda bulundu. Yumuşak Makine–Patlamış Bilet–Nova Ekspresi üçlemesi o zamana kadar dünya edebiyatında tecrübe edilmeyen “cut-up” tekniğiyle” yazılmış kimilerine göre roman kimilerine göre ise deneysel şiir olarak tanımlanan eserler. Cut-up tekniği post-modern bir yazın tekniği olarak tanımlanabilir. Yazar bu tekniği kullanırken geleneksel şekilde yazılmış metinlerden dilediğince cümleler, sözcükler keser ve yeni bir metin oluşturur ve bunu, geleneksel metnin bağlayıcılığından, sınırlarından kurtularak yeni yazma ve okuma biçimleri yaratmak; alışılageldik yazının düzenini alt üst ederek anarşiden özgürlüğe ulaşmak için yapar. Bu sebepten üçlemedeki romanlar, olay örgüsü ya da karakterleriyle değil, daha çok yazım teknikleriyle öne çıkar. Zira Burroughs’un “cut-up” tekniğiyle ortaya çıkardığı roman, fark teyp bantlarının kesilip rastgele birbirine yapıştırılmasıyla aynı sonucu verir. Yazar cümleleri, düşünceleri kesip birbiriyle rastgele birleştirir ve böylece tuhaf, aynı zamanda okunması da zor bir roman oluşturur.
Serinin ilk kitabı olan “Yumuşak Makine” ne yazık ki ülkemizde, eserin yayın tarihinden 50 yıl sonra basılabildi ve üstünden çok geçmeden eserin yazım tekniğinden habersizmişçesine “…Yumuşak makine isimli kitapta bir konu bütünlüğü olmadığı, gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği…” ve “Yumuşak Makine isimli kitapta yer alan yazıların halkın ar ve haya duygularını incittiği ve Türk Ceza Kanunu’nun 226. Maddesini ihlal ettiği” gerekçesiyle 2011 yılında dava edildi. Her ne kadar bu yanlıştan dönüldü ise de dünyanın dört bir yanında edebiyat fakültelerinde okutulan bir eserin gördüğü muamele son derece rahatsız ediciydi.
Meltem Gürle’ye göre, her zaman hatırlayacağımız yazarlar bizi yerden yere vuranlar olacaktır. Düşünmekten korktuğumuz şeyleri düşünen, bunları haykıran ve yazanlar. Virajları sert bir biçimde dönen ve hiç duymadığımız şeyleri hiç duymadığımız bir biçimde söyleyenler. Herkesin bildiği ama kimsenin bahsetmediği şeyleri anlatanlar. Evet, her zaman hatırlayacağımız yazarlar bizi yerden yere vuranlar olacaktır.