1980’lerin ortasından 1990’lar ortasına kadar Alman Sineması’nda Hollywood Pazar payı %82.9’du. Alman Sineması ikincil pozisyona düşmüş ve yeni bir yöntem arayışına girmişti.
Wolfgang Petersen; Lewis Milestone imzalı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ve Stanley Kubrick’in Zafer Yolları filmlerinden daha profesyonel ve güçlü bir savaş filmi yapar 1981’de: Das Boot. İkinci Dünya Savaşı’nda görevi İngiliz ticaret konvoylarını batırmak olan bir denizaltının içindeki insanların gözünden savaşa ve savaş psikolojisine güçlü bir bakış atan yönetmen, bu filmin uluslar arası başarısını değerlendirerek Amerika’ya yerleşir ve Ateş Hattında, Madenci, Enemy Mine gibi filmler çeker. O yıllarda pek çok yönetmen Amerika’ya yerleşmektedir. Zaten hali hazırda Alman Sineması’nda Hollywood pazar payı %82.9’dur. Fransa’da ise bu durum %35 Fransız filmlerine aittir.
Petersen’in Alman ekolünü terk edip Amerikan düşüne ulaşmasının en önemli basamağı olabilecek Troy filminin yönetmenliğini üstlenmesiyle tarihin en önemli savaşlarından biri sinemaya aktarılacaktır. Troy, İlyada destanının bir uyarlaması değildir. Destanda geçen Truva Savaşı’nın beyazperde için yeniden kurgulanmış biçimidir.
İlyada; bir entrikalar bütünüdür. Bu nedenle içerisinde çokça psikolojik ve mitolojik ögeler barındırır. Truva Savaşı’nı başlatan ve bitiren de bu entrikalardır. Fakat biz destana tarihsel açıdan değil, yönetmenin ve yapımcının gözünden bakarız, bu da klasik savaş sahnelerinden öteye geçemez. Senarist – yönetmen – yapımcı üçayağının en kuvvetli halkası yapımcı şirket; besbelli ki bir kahramanlar filmi ısmarlar yönetmene. Yönetmen de bu doğrultuda aldığı emri, yalnızca kendisine söylenenleri uygulayarak senariste aktarır. Film çekmek yerine şirket ve set arasında bir koordinasyon görevi görür. Petersen’in çok kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu, senaryonun her sayfasını neredeyse ezbere bildiği söylenir. Tüm bu sürecin sonunda ortaya ne bir destan, ne bir savaş, ne de bir dram filmi çıkar. Troy bir düello filmidir. Bolca kahraman ve anti-kahraman yaratılarak, Ege sahillerine kocaman bir Hollywood imzası atılır.
Film, Agamemnon’un Triopas’ın topraklarını ele geçirmek için başlattığı savaş sahnesi ile iyi bir açılış yapar. Eski bir savaş geleneği olan bire bir düello sonucu Achilles Boragrius’u öldürür ve Triopas teslim olur savaşa gerek kalmadan. Karşılaşmanın tarihine değinilmeden amacın hafifçe üzerinden geçilir. Antik çağların bu 16.000 kelimelik destanı, Petersen’in kamerasına hafif, temelsiz Hollywood diyalogları şeklinde yansır. Spartalılar, Yunanlılar, Truvalılar. Herkesin söylemek istediği bir söz vardır, sözünü söyler ve geri çekilir. Tıpkı yozlaşmışlarla mücadele eden bir müfettişin meslektaşlarına emirler yağdırdığı ve muhataplarına beylik laflar ettiği, kısa ve öz diyaloglarla seyirciyi etkisi altına almaya çalışan 3. sınıf bir Amerikan filmi gibi. Sonuna üç nokta koyulabilecek kadar derinlikten uzak olan bu diyalogları süper kahraman filmlerinde de bolca görürüz. Kahramanlar hep aynı duygular içinde, gözleri ufka bakar. Kaşlarını hafif çatarlar. İnsani özelliklerinden arınmışlardır ve savaşa devamlı hazır haldelerdir. Öyle ki Truva Kral’ı Priamos’u oynayan Peter O’Toole film boyunca gözlerini neredeyse hiç kırpmaz. Bu sıradanlığı bozan ender planlardan biri, Hector’un Achilles’in mızrağını omzuna yedikten sonra gayet doğal bir biçimde dilini katlayarak dışarı çıkarmasıdır.
Oyuncuların doğal hareketleri dışında, filmin atmosferini ve duygu dünyasını oluşturan bir kemik yapıdan bahsedilemez. Her oyuncu kendi rolü içerisinde değerlendirilebilir, iyi, çok iyi ya da eksik kaldığı yönler tartışılabilir. Ama bu filmin bütününü açıklamaz, burada en büyük sorumluluk yönetmenindir. Oyuncuların büründükleri rollere uygun iniş çıkış çizgileri belirlenmez ve senaryoya uygunluğu haricinde el atılmazsa, seyirci ile film arasında katarsis oluşur ve yorumdan uzak, verilenle yetinilen bir eser ortaya çıkar. Bu, sıradan bir Hollywood filmi için tartışılmayacak kadar kesin olabilir ama dünyanın en ünlü savaşlarından birini çekiyorsanız, her karaktere özgü ayrı bir parantez açılarak kişilerin kendi bakış açılarına şans tanımanız gerekir.
Hollywood kahraman klişelerinden biri de, her yan rolün ana rolü beslemek ve büyütmek gibi bir görevi olduğudur. Paris ağabeyi Hector’u, Patroclus kuzeni Achilles’i, Menelaos Agamemnon’u. Filmde basamak olarak kullanılan karakterlerin tarihte önemli pozisyonları ve görevleri olduğu düşünüldüğünde, filmde bu karakterlerin diyalogları asıl kahramanların beylik laflarını ve davranışlarını sergilemelerine zemin hazırlamak için bilinçli bir şekilde yeniden hazırlandığı görülür. Tanrısal karakterleri galeyena getirmek için orada bulunan askerler, kahramanların epik yükselişlerine yalnızca kalabalık halleriyle destek olurlar. Yüzlerce Truva askeri öldükten sonra yapılan cenaze törenindeki ağıtlarda ölen askerlerin eşleri, ölen askerlerden daha insani ve etkileyici gözükür. Filmde sıradan halka en çok bu sırada yaklaşılır, bir sonraki sahne ise yine yüce meclistir. Film içerisinde sık sık vurgulanan askerlerin ölmek için yaratıldıklarından ve kayıkçıya olan meraklarından gayrı onlar hakkında pek malumatımız yok.
Destanın en önemli mitolojik ve romantik temellerinden biri olan, savaşı tetikleyen Paris ve Helen aşkının kıymeti harbiyesinin üzerinde hiç durulmaz. Bu da destanı okumayan insanlar için önemli bir eksikliktir çünkü seyirci Helen’in Melenaus gibi şişman ve çirkin bir karaktere tutsak kalmasını istemez. Olayı yorumlayan ve seyirciyi içten içe tarafgir hale getiren yönetmen, Paris’i ise genç ve bebek yüz olarak betimler. Böylece mitolojideki Tanrıların rolü filmden çıkartılır ve ortaya ucuz bir aşk hikâyesi çıkar. Güzeller güzeli Helen, çirkin ve kaba Melenaus’un elinden jön prens Paris sayesinde kurtulur. Yaratılmak istenen küçük çaplı kötü – iyi mücadelesinde önemli bir de ayrıntı vardır. Melenaus Agamemnon’un tersine, barış isteyen taraftadır ama bunun üzerinde çok fazla durulmaz. Düellonun sonuna kadar kendisinin bu özelliğiyle bağdaşık başka bir temsil göremeyiz. Çünkü Paris’in aşkının kutsallığına giden taşları Melenaus’un çirkinliği ve kabalığı dizmelidir.
Düellolarda kullanılan kamera açıları birbirini tekrar eder ve kameranın durduğu yerler savaşçıların çerçevelerinden uzağa gitmez. Truvalı prensler ve kral Truva için savaştıklarını söylerler oysa uğruna savaştıkları Truvalılar’ın gözünden hiçbir düello ya da savaş görülmez. Aks çizgisi etrafında dönen kamera yer yer düelloculara yaklaşarak yakın plan girer, ama asla surların arkasında onları izleyen soylu – halktan birinin gözünden düelloya bakış atamayız. Çünkü yönetmen bir savaş filmi çekmek yerine, kahramanların aksiyonel ve büyülü dünyasına odaklanılmasını ister. Uğruna savaşılanın önemi yoktur, o uğurda savaşanlar kıymetlidir. Uzak planlarla savaş arenasının ihtişamı gösterilmez, bunun yerine büyük savaşçıların emirleri doğrultusunda bir iki planlık görevler gösterilir. Oysa böyle bir savaşta askerlerin diziliminin ve maneviyatının komutanlarının etkisinde nasıl değiştiğinin gösterilmesi daha faydalı olabilirdi, fakat Hektor öldükten sonra askerlerin morallerinin ve direnişlerinin kırılmasının en ufak bir örneği yok. Yine Achilles’in ordu üzerindeki etkisi savaş arenasına ‘’Yaşa!’’, ‘’Achilles! Achilles!’’ gibi naralar dışında pek yansımıyor. Birçok krallıktan oluşan Yunan ordusunda her kralın kendi kuvvetlerine hükmedişleri ve bu hükümden doğan birlik gücü, Agamemnon’un liderliğiyle beslenebilir, yıllar süren savaşa biraz daha hürmet edilebilirdi. Petersen’in Agamemnon’u ise Achilles’i kıskanmak dışında başka bir niteliğiyle gösterilmiyor. Bu da filmin asıl kahramanını Achilles yapıyor. O zaman Petersen niçin bir Achilles filmi çekmiyor ki?
Kahramanların büyük bir söz edecekleri ve insanlık tarihinin en büyük savaşını veriyor olduklarına dair kadim bir bilgiye sahip oldukları çok belli. Oyuncular felsefelerini bize biraz daha aktarmak istercesine kameraya doğru yaklaşıyorlar ve kamera, karakterlerin diyaloglarına başlamadan önce ekseriyetle dairesel hareketler çizerek genel plandan baş plana doğru ilerliyor. Seyirciyi o anın büyüsüne sokmak için harika bir yöntem.
Savaş sahnelerinde binlerce kişilik kuvvetleri yöneten komutanların, kılıcın ve savaşın gürültüsünü bastırırcasına attıkları naraların rütbece küçük askerlerin ve komutun askerler üzerindeki etkisini anında gösterir olması da garip olmuş. 50 bin kişinin cenk ettiği savaş meydanında çıplak sesiyle bağıran bir adamın emriyle birlikte hareket eden ordular. Komuta bayrakları ve sembolleri olmadan hareket eden orduların daha düşmanla çarpışmadan vücutlarının patlarcasına kanaması, kalkandan dahi kan çıkması Tarantino filmlerini aratmayacak cinsten olmuş. Özellikle Apollocular’ın sur dibinden atağa kalktıkları sırada fazlaca göze batan mukavemet harekâtında mızrakların küçük bir çocuğun elinden fırlamışçasına yanlamasına ve aşağı doğru gitmesi başka bir efektif sorun.
Petersen’in bu film için seçilmesi demek, yönlendirilmeye açık olması demek. Almanya’yı terk edip Amerika’ya yerleşen ve sanatından 180 derece uzakta filmler çeken Petersen için harika bir sıçrama tahtası, yapımcı şirket içinse eşi benzeri bulunmayan bir kuklacı.
Her auteur yönetmenin muhakkak kendi imzasını bırakabileceği ve destanı beyazperdeye çok daha iyi aktarabileceği bir yapım olan Troy’da Petersen; büyük bir holdingi idare eden koordinatör göreviyle yetinmiş.