Şiirden Hikâyeye Sergüzeşti Ahvalim
Büyüklerimin dille ateşli atış talimi yapar gibi ‘Gözün kör mü!’ salvolarına maruz kaldığım ergenliğin benmerkezci karmaşasındayken, herkesin bana baktığına olan batıl inancıma zıtlıkta her şeyi flu görüyordum. O yüzdendi ki benden istenen her ne obje ise varlık algımın iç saha oyuncusu değildiler artık. Sofradayken elimin yanı başında duran tuzluğu defalarca ve de yalvarırcasına isteyen ablama bön boş bakınıp: ‘Hani yaaa, ne tuzluğu! Getirmemişsin, yok tuzluk!’ diyerek ergen felsefi çıkarımında bulunmasaydım eğer belki bugün evrende flu görünen bir varlık olmayacak, yalnızlık mührüyle dağlanmayacaktım.
Tapınak terbiyesine savrulan gençliğimin mengenede sıkışıp kalmış çıktısında işlemeye ve işlenmeye dair herhangi bir gelecek elde kalamamışken, flulaşmış görüntünün merceksi odaklanmaya döndüğü otuzlu yaş anlam arayışında ve de evrene düşen yalnızlığın değer kurunda gittikçe artışlar kendini göstertiyordu. O zamanlar hayata tutunmaya dair kutsallık atfedilen her ne olgu var ise onlara tutunduğu zannıyla kötü enerji yayan iki ayaklı türdeşlerimin ayakları altında doğanın paralel kanunları gereği gitgide sıradanlaşıyorlardı. İşte o zaman imgelem âleminde maddeye bürünerek somutlaşmamış anlam algısı gaz halinden sıvışarak katılaşmaya doğru itilmek suretiyle akılca varlık haline bürünüyordu.
Anlamstral gezginliğimin birinde çoğu kez olduğu gibi fuzuli encamlar bekleyedururken birden bir dost elimden tuttu benim. Sonra ruhtan kaçınmış bedeni üzüm suyunda durulayıp kamıştan sepetin içine yerleştirerek bir nehre salıverdi. Nehir boyu ağaç dallarında gözleriyle leşine himmet eyleyen akbabalar, sepetin dibini kemirerek yukarı çıkmaya hevesli piranaların uğultusunda bir şelâleye yuvarlandım. Yuvarlananın zamanla tutunana döndüğünü kısa süreli kriz halinden sonra anlayan beden-ruh anlaşması kendini şiiristan şelâlesinde buluverdi.
Şiir suda süzülüp üzüme kar oldu
Üzüm şarapta büzülüp şiire yar oldu
Kurumaya yüz tutmuş bir kaç çakıl ve kum zemininden başka bir görünüşe sahip olmayan su gözü, anlam yükü edinmiş şarap algısına sahip bir kaynağa dönüşerek, coşkulu bir heybetlikle kendine bir güzergâh çizip şarap şelâlesine dönüşüverdi. Üzerine şiddetle dikine aktığı kocaman kayalıkları ufalayan basınç, her biri un ufak olmuş taşlara birer hikâye bahşetmişti. Şelâlenin dibinde üzerime yağan şiir akıntısının altında ne olacağıma dair zikre dalmışken, birden yanı başımda duran bin bir şelâle dibi hikâyesinin varlığına uyandım. Elimden tutup şiirle yüzdüren dost elin, şiir sarhoşluğundan çıkmadan az evvel, çöl ekvatorundaki kavruk beden ile gözyaşı kutuplarındaki donuk ruhu hikâye okyanusuyla buluşturacağını nerden bilebilirdim.
Hikâye şarapça dökülüp taşlarda izi kaldı
Taşlar hüzünce durulup ağıdına bizi saldı
***
Görsel: Şelâle (1912) – Franz Moritz Wilhelm Marc