Bölüm 1
Sevgi ve Aşk, siyahın üstüne yazılan ak be ak bembeyaz bir yazı gibiydi. Taaki sizler onu kirletene dek.
Evren simsiyah bir tabloydu ilk önce, üzerine sevgi, aşk ve hoşgörü kelimeleri yazılıp, çehresine insanlığın şeması çizilene dek. İşte bütün güzelliklere tam da bu noktada yola çıkılarak varıldı.
Kâinat dediğimiz bu koca çınarın dallarında boy veren, her bir yaprağında ayrı bir dünya, her bir yaprağında apayrı bir yaşam, her bir dalında ayrı bir nefes, vücuda gelip yeşerdi, hava, toprak, su ve oksijen bileşiminde. İşte o dalları yapraklarla bezeten insanlar, taaki ak bir yazı iken o tabloyu ihanetle kuşatana dek.
Sevgi ve Aşk, Ateşe harı, yüreklere koru, Bülbüle zarı, Hz. Yusuf’a kuyuyu Hz. İbrahim’e Ateşi, Şah Hüseyin’e Kerbela’yı, H. Hacı Bektaş-i Veliye ilim irfanı ve Diyar-ı Rum-u, Hz. Mevlana’ya aşkı deryayı, Mansur’a darı, Pir Sultana urganı, Köroğlu’na dağları, Yunusa Dergâhı, yar eyledi, yol eyledi, dil eyledi, söz eyledi, gel gör beni aşk ne eyledi.
Bölüm 2
Ülkeyi yöneten’ler! Irkçılığın, Bağnazlıkın ve baskının temeli üzerinde kendi idealleri ve ideolojilerine uygun Arap kültürüyle harmanlanan bir Türk, Arap Birliği kurmayı amaç edinerek bu güne kadar geldiler. Lakin Türkiye’nin etnik mozaiği benimsedikleri yaşam döngüsü harcında sadece ve sadece sömürü ve ayrımcılığın zindanını oluşturdu.
Dünya yeni bir çağ değişiminin içindedir. Yeterince umut vaat etmeyen yaşadığımız çağ bu güne dair neyi sunup, yarınlara dair neyi vaat ederek, gelecekteki çağlara nasıl bir izlenim ve nasıl imaj bırakabilir ki.
Yayından çıkmış okun geri dönmemesi, namluda fırlayan merminin hedefini bulamaması nasıl önlenemezse, bugünün başıbozukluğunun geleceğin çarpıklığına bağlanmasını önleyebilmek de o derece zor ve imkânsız olacaktır. Nasıl ki yaşamakta olduğumuz çağ geçmiş çağlarda hesap soruyorsa, gelecektekilerde yaşadığımız bu çağda hesap soracaklardır. Ve bin yılların sancısı dün ne idiyse, bugün de yarın da o olarak sürüp gidecektir.
Şimdiki çağı adlandırmaya kalkarsak, teknolojik diye adlandırdığımız uzay çağındayız. Teknolojinin insanlığa sunacağı güzelliklerin ve rahatlıkların yanı sıra ölümü, yıkımı, acıyı ve sömürüyü de beraberinde getirdiğini ve en ağır şartlarıyla yaşattığını söylemekten yanılmış olmayız zannımca. Şöyle bir durup da bakıldığında, dünya çok mu daha güzel ve yaşanılır oldu sizce?
Dünyaya hükmeden bir avuç hüküm sahipleri değil midir ki insanlığın sırtındaki en büyük kambur, ne doğrulturlar insanlığın belini, ne de güldürürler yüzünü. Her ne kadar insanlığın yararına hizmete sunulmuş olsa da teknoloji dediğimiz canavar, bir o kadar da insanlığın felaketine ferman olarak en büyük rolü oynamaktadır. Teknolojiyle rahatlık ve güzelliğe dönüşen yaşam döngüsü, teknolojinin getirdiği ölüm ve yıkım makinalarıyla bir anda cehenneme rahatlıkla dönüştürülebilmektedir. Artık ne doğa eski doğa, ne de insanlık eski insanlık. Sadece insanlığın yararına kullanılsaydı, Atomlar, Hidrojenler ölüm makinalarına dönüştürülmeseydi olmaz mıydı?
Bölüm 3
Döngünün Getirdikleri
“Savaş insanlığı kökünden kesip atan en keskin baltadır”
“Savaş insanlığın sürüklendiği en derin uçurumdur”
“Savaş aptallığın en bariz, en büyük göstergesidir”
İnsan olan insan ne öldürmeyi, ne de öldürülmeyi ister. Savaş gibi devasa bir kıyma makinasında acılarla çekilip öğütülmektense, barış gibi kutsal bir amaç uğruna, canla başla mücadele verilmesi daha doğru olmaz mıydı?
İnsanların bütün olanaklarını ellerinde alıp zalimce gasp eden savaş, bağımlılık halini alarak kontrolünde sapan kaba bir güç olarak ortaya çıkar. İnsanlığın en etkin ana kuralı yaşamak ve mutlak yaşatmaktır. Ve bu öğreti, bu inanç böylece benimsetilip empoze edildi. Ama kurulan ordular, üretilen son sistem füzeler ve de silahlar neyin nesidir peki, kendi kendisiyle çelişen bir dünya ve ahret görüşü inançsal yönüyle boyutunu fazlasıyla aşarak, insanların manevi yatıyla oynayarak, büyük bir kaoslar zincirinin halkaları olmaktan daha öteye taşıyamamıştır. Değil midir ki bin yılların laneti olan savaş tarihe ve insanlığa hükmederek egemen olmuştur. Bu egemenliği meşrulaştıran nasıl ki biz insanlar isek, meşruluktan çıkarıp, insanlık suçu olarak ilan edip, yozlaşmadan, kirletmeden insanlığın otağını “Yurtta sulh, Cihan’da sulh M. K. ATATÜRK“ şiarıyla yola çıkarak bu bilinci taşıma zorunluluğunu amaç edinerek dünyayı daha yaşanılır kılıp, insanlığı da bu kaoslar zincirinden kurtarabiliriz. Her bir birey bu olguyu kararlılıkla, azim ve inançla mutlak amaç edinerek bu mücadeleye katılmalıdır.
BARIŞA ÖZLEM
Her daim Barıştan yanadır sözüm.
İlimle, İrfanla yeşerir özüm.
Cehalet durmaz körükler közüm.
Her ne eylese de yakamaz beni.
Kardeşliğin hamuruna mayayım
Barışa sunulan özgür dünyayım.
Okunu fırlatan İlim yayıyım.
Her ne eylese de boşa atamaz beni.
Savaş insanların ve ulusların arasındaki güç ve çıkar çatışmalarının en azgın, en bencil, en kanlı ve en zalimce dizginlenemez biçimidir. Savaş zorbalıktır, savaş çılgınlıktır, savaş deliliktir, savaş ve savaşa taraf olanlar insanlığa ve insan hakkına tecavüz eden en büyük düşmandır, savaş sapkınlıktır. Savaş insani haklarımızı elimizden alıp, temelinden yok eden, insanlığı aşağılayıp insanlığın onurunu kirleten, cana kast ettirip tüm insani değerleri yerle yeksan eden en büyük, en aşağılık hep olmuş ve olacak olan bir vazgeçilmezliktir artık. Savaş insanlığa pranga vuran politik ve siyasi iktidar halini almış bir kültür, aynı zamanda bir yaşama biçimi ve bir ana görüş olmuştur.
Bu da demek oluyor ki toplumlarda yaşanan adaletsizlikle, siyasi ve politik özgürlüklerle uzak değil yakinen ilgilidir savaş. Genişlemek için, yani toprak için, inançsal yönde din için, körüklenen ırkçılık, yer altı kaynakları için, meydana gelen savaşların, yani devletler eliyle işlenen cinayetlerin ana sorumlusu olarak gösterilen bu saydığımız olasılıklar değil, sözüm ona bu olasılıkları bahane ederek kendi doymak bilmeyen egoları ve sadece kendilerine has amaçları için bu savaşma arzusunu körükleyenlerdir.
Böylesi kişiler bu veya herhangi başka bir nedenden dolayı olsa da, tarihin ak sayfalarında her ne kadar yer edinmiş olsalar da, sıfatları başka, adları başka, başka olsalar da ruh, zihniyet, kişilik, amaç, tıynet, karakter olarak aynıdırlar.
Savaşın getirdiği adaletsizlik, toplum ve de bireylere karşı şiddet ve baskı uygulanmasıdır. Toplumun kendine has öz yaşantısına, inancı ve kültürüne, kazanç ve birikimine el koyup kısıtlamasıdır. Unutmamak gerekir ki, savaş çığırtkanlığı cehaletten doğar. Zulüm ve şiddet cehaletten beslenir. Cehaletten aldığı güçle ilme gölge olup insanın canına bilenir.
Yani bir Ebu Süfyan düşünün ki insanlığa düşman olan, bir Hz Muhammed düşünün ki Hakka âşık ve insanlığa ışık olan.
İnsanlığa dost olanlar Muhammed’den, düşman olanlar ise Süfyan’dan gelir. İnsanlığın onurunu yüceltenler Muhammed’i, kirletenlerse Süfyani’dir
Ömrünü insanlık için adayanların.
Ayaklarına, Turab olam, yol olam.
İlmin ışığıyla cehalete doğanların.
Tan yerine atan, Şafak olam, gün olam.
Savaş bir kazanım mıdır yoksa kayıp mıdır? Mekanikleşen savunma sistemlerini insanlığın yıkımına kullanmak oldukça kolaydır. Eskide olduğu gibi, bu günümüzde kahramanlık idealleri yoktur artık. Günümüzdeki devasa tankların ve topların, atom ve de hidrojenlerin, kimyasal silahların başarısını kahramanlık olarak algılamak, yerli yerinde bir yaklaşım ve tabir olarak nitelendirmek doğru olamaz.
Doğasında sevgi, hoşgörü, paylaşımcılık, üreme, yaşatmak insani yanlarının var olduğu gibi, bütün bu var olanların yanı sıra, öldürmek, aşağılamak, sömürüp zulüm etmek, yok etmek gibi aşağılıkça içgüdülere de sahiptirler. Kışkırtma ve tahriklerle yok etme içgüdüleri tavan yaparak zarar verme eğilimleri hızla yükselir ve eylemini gerçekleştirene kadar gerçeği görüp mantıksal yönüyle düşünmeyi kendine şiar edinemez olur. Dolduruluşa açık olan iman, imansızlıkla bezetir kendisini. Cehaletin başka bir örneği olarak karşımıza çıkar bu dizginlemez hırs ve ego zinciri. İlimden yoksun, fikirden yana kıt ve düz mantıkla çalışan işlevselleşemeyen aptalca ve zayıf beyinleriyle sadece yok etmeye taraf olmasıdır savaş çığırtkanlığına tutulan çanak. Bu kışkırtmalardan doğan nedensizlik ve belirsizlik, asıl amaçtan uzak işlenen cinayetlerin kaçınılmazlığını ortaya çıkarmıştır.
Oysaki uygarlık, sarsmadan o hassas dengeyi, bütünselliğiyle doğaya egemen olmaktır.
“doğa ve doğanın egemenliği nedir sizce ?”
Doğaya egemen olmak bütün insani değerleri dengede tutmak demektir. Lakin aptalca düşünüp, mantıktan uzak olarak kendini yetiştiremeyen geri kalmış beyinler, olmazsa olmazları olan cehaletin ve kör zihniyetin ipine tutunmaktan asla geri durmazlar. Çünkü yok etmek arzusu baskın gelir her zaman. Gerçi, Habil ve Kabil kardeşlerden insanlığa kalan bir miras değil midir öldürme içgüdüsü ve içgüdünün işlettiği cinayetler. İnsan eliyle işlenen cinayetler ve ölümlerle insan nüfusunun dengede tutulması mantığı yerine var olan yaratılmışlığın yaratan eliyle yatağında ya da oturduğu yerde eceliyle doğal olarak ölmesi daha mantıklı ve iç açıcı olmaz mıydı, şart mıydı birbirinin canına düşürülüp kast edilmesi, en kolayı bu yol muydu yoksa. Allah’ın verdiği canı ancak ve ancak Allah alır söylemiyle çelişmek nedir o zaman. Bu da bir adaletsizlik değil de nedir sizce?
Hal böyle olunca da yetiştirilen nesillerin militarizme karşı aşılanması ve saldırganlığın yön değiştirmesiyle vicdani değerlerin ortaya çıkması gerçekleşemiyor bir türlü.
Bölüm 4
“Namussuzlar namusluya, yalancılar doğru söyleyene, ikiyüzlü şarlatanlar dürüst ve onurlu kişilere, yol bilmeyenlerin yol erkânı bilene, düzenbazın nizama galebe çaldığı sürece insanlık her attığı adımdan yara almadan sürdüremez olur yaşam döngüsünü”.
İnsanı özel kılarak, düşünmeyi sağlayan kâinattaki yerini sağlamlaştıran emsalsiz bir sistemdir dil.
Düşünmek ise, kültürel farklılıklar arasında kendine yer edinen, insanın öznelerle ve doğa arasındaki karşılıklı benimsenir olan iletişimin ve uyuşmanın içerisinde meydana getirdiği somut bir çıktıdır.
Bu doğrultu ve boylam üzerinde yola çıkarsak dil, ağızdan aldığı havayı gırtlakta sese dönüştürerek, her bir bireyin bir başka birey ve de bireylerle toplumsal ilişkiler kurarak, yaşadığı çevreyi çeşitli simgelerle kategorize etmesini sağladığı için vardır.
İnsan beyni çok işlevli devasa bir termik santral gibidir. Ve zihin genelde ikili dizilerle işler. Ses ve sessizlik, siyah ve beyaz, açlık ve tokluk, giyinik ve çıplak, gündüz ve gece, aydınlık ve karanlık gibi. Mantık ve kültürel işleyişe bağlı olarak çalışıp hareket eden beyin ve zihinler, bilince varmadan doğayı taklit etmeye başlarlar. Doğada var olan her şey, var olan yaşamları derinden etkileyip hayatlarının her alanına fazlasıyla girerek iliğine kadar nüfuz ederler.
Doğanın bizlere sunduğu eşsiz cömertliğe karşın, biz insanlar ise sömüren, talan eden, kurutup yok eden, yağmalayıp çöl eden yanımızı devreye sokarak bütün ekosistemi alt üst ettik. Doğanın bizlere sunduğu her şeyi hunharca kullanarak kendimize de en büyük kötülüğü etmiş olduk.
Doğadaki renkleri bile kendimize göre uyarladık.
Yeşil rengin dalga boyu kısadır ve bu özelliğini ön planda tutarak geçiş hakkına uyarladık
Kırmızı rengin dalga boyu uzun olduğu için durup beklemeyi ve dikkatli olmaya uyarlayıp o doğrultuda kullandık.
Sarı renk ikisinin ortasıdır ne uzun ne kısa, sıran gelmiştir harekete hazır ol demektir.
Onun içindir ki bu renkleri hayati önem taşıyan trafik lambalarında kullandık.
İnsan dediğin yapısalcı ve ılımlı olmalı. Olumlu etkileşimindeki sınırlıkları hafife alınamayacak kadar önemli ve değerlidir. İnsan düşünen, konuşan, algılayan, alt bellekten aldığıyla üst belleğe taşıyarak kendini, kendi sınırlarını dahi aşmasını başarmıştır. Bu özellik ve konum iç dünyamızla birlikte dış dünyamızı da yok etme hakkını bize vermez, böylesi bir haklılık da kendimizde var diyemeyiz. Aslında Düşünsellik basitçe bir şeyin üzerinde düşünmek değildir. Kişinin ya da kişilerin yaptığı, edilgenlik unsurunu, yazdığı bir şeyin bir olgunun dolaysız eleştirel bilincidir.
Ne yazık ki gerçeklikle bağdaşmayan birey ve de bireylerin oluşturduğu bir toplum ve topluma empoze edilen alt belleğin yüklendiği kısır fikir ve de görüşler masumiyeti yitirilme aşamasına getirmiştir. Masumiyetlik olmadığından, düşünsellik çok kolay bir şekilde alaycılığa, değersizliğe, kinizme, siyasi ve politik yönden geçerli ikiyüzlülüğe dönüştürülmüştür.
Akıldan geçen, ana fikirlerin ve de görüşlerin evrensel, zaman dışı ve durağan olduğunu var saymaktı. Bütün anlamlar, mana boyutunda kimlikler geçici ve göreliydi. Tam kapsayıcı olmaması bir önceki farklılıklar ağına kadar izlenmelidir. Bu durum sonsuza kadar uzatılabilir. Bilgi ile iktidar temelde birbirine çok bağlıdırlar. Birinin açılımıyla ilgili genişlemesinin, ayni anda diğerinin de genişlemesine yol açtığını, nasıl bir tepkileşim içerisine girerek etkiyi nasıl da hissettirdiğini görürüz. Bu durumda Rasyonalizmin aklı kendince gereksinimini duyduğu, kendisini karşısında olarak gösterdiği ve bu bağlamda öyle tanımladığı, deli, suçlu, sapkın ve toplumsal içerikli bir kategori gerekliliği doğrultusunda algı uyandırıp, yarattığını bariz bir şekilde ortaya koyduğunu fark ederiz. Ve böylesi bir akıl ve etkileşim cinsiyetçi, ırkçı, ayrıştırımcı ve Emperyalisttir.
İktidarlar asla ve asla zorlayıcı olup dayatmacılığa başvurmayı ilke edinmemelidirler. Aynı anda gerek sistemsel, gerekse halkça üreten, ürettiren, güç verici sistemi, emek ve emekçiyle bütünleştiren olmalıdır.
Kendi sınırları ve kuralları içerisinde yek düze bir işlevsel baskıcı olunmuş olsaydı, aşırı kırılgan olunup bütünselliği asla sağlayamazdı. Böylesi bir iktidar biçimi başıbozukluğun en büyük ana temelini oluştururdu. Bireysellikten ve tarafçılıktan yana dönen çarkın düzeni de bozuk olur, dişlileri kırık olur. Sorun insanlar güruhunun sağladığı varoluşun inançsal, siyasal, hukuksal, cinsel, yaşamsal boyutundaki yaşam döngüsünün özneleri haline nasıl geldikleri ve getirildikleridir.
Kişiler kendilerini yaşantı alanlarıyla birlikte alternatif bilgilerin oluşturduğu alanlara, varoluşçuluğun sunduğu ve sağladığı boyuta, kendini bütünleştiren her olgunun özneleri olarak tanımlayabilmelidirler. Kurallar ve kuralcılığın getirdiği zorlamalar sistemine eklenebilme yöntemini geliştirebilmedirler.
Yaratılmışlık bir üst bellektir. Üst bellek Materyalist zihin biyolojisine bağlı kalmalı mı, kalmamalı mı? Zihinden yola çıkarsak, hayatın yapı taşlarından olan zihnin nasıl yapısallaştığını ve toplumsal düzenle nasıl adaptasyonelleştiği açıklamasını iyi yaparak dil biliminin önemini kavramış oluruz.
Sadece ben, ben duygusu ve düşüncesi bir ana tema olarak yapısıyla bütünleşen, kendine yansıyan imgesel alandan gelir. Bir üst ya da alt kimlik tanımından yerine oturmamış kişilik sahteciliğe yönelen bir ikna oluştan gelerek ömürleri boyunca idealleşmiş bir ego olarak kronikleşerek kişiyle kala kalır.
Yaşamları; bütünleştiği dünyayı ve Öznenin olanağını üreten sistemin değişmez bir parçası olarak kalan yapısalcılığa göre anlam yerine oturtulmuş bir öznenin kavramsallaştırdığı, yaşadığımız dünyanın bağımsız özgün bir temsili değildir.
Feminist düşüncelerin önünde geniş ve kapsamlı bir araştırma alanı açılması için kimlik, ne mutlak, ne de sabit bir gerçeklik olmamalıdır. Bu boylam ve bu doğrultu üzerinden yola çıkılarak, kimliğin apaçık, kesinlik boyutunda temsil edildiği tarihsel yönüyle ve tarihsel sürecin bütünüyle sorgulanıp yargılanmaya açık konu olduğu görülür.
Sistemin sağladığı iktidar, güç ve olanaklar doğrultusunda Hak, Adalet ve özgürlük yolunda, ya eşitliği sağlayan Liberal bir rotada Yönetim ve İdarecilikle birlikte hep bir arada var olacağız, ya da ayrımcılığı ön plana çıkarıp herkese eşit şekilde yansımayan ayrımcı bir rotada olan sisteme karşı çıkmak zorunda kalacağız.
Bu durumda, İnsanlığın Özgürleşip, Aydınlanmasının üst akıl seviyesine çekilmesi mutlak gerekliliktir.
Bölüm 5
Varoluşçuluk ve Döngü
Bu güne kadar var olmuş ve var olacak bütün canlılar varoluş efsanesinin birer hikâyesidir.
Varoluşçuluk harcının mayasını yaşam döngüsü tamamlar. Peki, biz var olmuşların harcı nasıl karıldı?
Mayası nasıl verildi?
Mayası sağlam tutanlar, dünyaya kalıcı eserler ve miras bırakanlardır.
Mayası bozuk tutanlar, dünyayı ve insanlığı kana bulayanlardır.
Mayası sağlam olanlar, doğaya dost insanlığa ışık tutandır.
Mayası bozuk olanlar, varoluşçuluğa büyük darbe vurup yaşam döngüsünü kırılma noktasına getirerek insanlığın yolunda uçurumlar açandır.
Varoluşçuluktaki Ben
İnançsal boyutunda ben, yani şimdiki ben, inançsız ya da dışlanılacak boyutta mıyım, değilim, inançsız mıyım, değilim. Kendimce inandıklarım var, sahip çıktığım değerlerim, bir çizgim ve erdemlerim var, inançsızlık bile bir inanmak tekniği ve de metodu değil midir zaten. Ben harcımı ilim, irfan ve bilimle karmışım, düşüncelerimi eleştirip sorgulama boyutunda geliştirmişim. Ben nasıl ki bir ben olmuşsam insanlığın yolunda, döngünün harcında varoluşumu harmanlayamamışsam nasıl bir ben olabilirim ve nasıl biz olabiliriz ki.
Beyin verilmiş bedeni yönetelim diye kalp verilmiş sevgi ve hoşgörüyle bezetelim diye, göz verilmiş görelim, akıl verilmiş düşünelim, dil verilmiş konuşalım, el verilmiş tutalım, ayaklar verilmiş yürüyelim, kulaklar verilmiş duyalım algılayıp hissedelim diye. Fikir verilmiş yeni yeni bulgulara ulaşalım, zihin verilmiş zekâya yön verelim diye. Peki, biz var olmuşların var oluşundaki sırrı araştırıp sorgulamamızdaki çekingenlik, korkaklık ve basiretsizlik niye.
Eğer en üstün varlık, en üstün değer olan insan olarak var olmuşsak, bütün kapılar önümüzde açık, mesafeler kıssa ve belirgin değil midir ufkumuzda. Tek yapmamız gereken ufka bakan gözlerimizin doğru bakıp, doğru görmesi, varoluşçuluğun üstündeki sır perdesini aralayıp kaldırabilmesidir. Varolmuşluğun bir var edeni varsa. Var edeninde var edeni olduğunu neden kabullenemiyoruz. Kestirmeden bu görüşe şirk koşmak adı ile yaftalandırılarak düşünce ve çözümlemenin önüne aşılamayan dağ gibi, geçilemeyen çöl gibi, dibine inilemeyen uçurum gibi, inancın kıskacındaki bir boyutu getirip dikmek niye. Bu, ufka kör bakıp, düz mantık çalıştıranların yaptığı bir bakış açısıdır. Bu açının da hiç kimseye hiçbir faydası yoktur. İnsanların arasındaki en hassas en kırılgan noktadır. Ol sırra erip gerçeğin izinde gitmek aydınlık yarınlara taşır insanı ve döngüyü.
Her şeyin bir başlangıç ve bir de bitişi vardır.
Kainat dediğimiz bir çınar misali, gövde, dal, budak, ve yapraklardan ibaret değil midir. Sonbahar gelince yaprak döken, ilkbaharda yeşerip hayat bulan.
Peki ya, yaratılmışlık nasıl bir döngüdür ki içinde bir türlü çıkılamayan.
Kâinatın başlangıcı nasıl oldu?
Dünya nasıl yaratıldı?
Uçsuz bucaksız evrendeki sınırsızlığın hikmeti nedir sizce?
Onca devinimin ve gelişmelerin ardındaki mana nedir?
İşte asıl olan o mana deryasında bir katre dahi olsa alabilmektir. Peki, onca yaşanmışlık ve onca yok oluş, döngünün durduğu andan itibaren nasıl vücuda gelip yeni baştan dirilecektir.
Hesap günü var mıdır, yok mudur.
Hayattayken sorgusu mutlak yapılması gereken hesap neden mahşere bırakılır. Bu mevcut işlenen suç ve cezalar zaman aşımına uğrayıp verilecek olan cezadan muaf olmuş olmuyor mu. Sayısızca olumsuzluklar, işlenen suçlar cezasını çekiyor mu çekiyor, peki ya nedendir mahşer ve hesap günü korkutmacası, edenin ettiğinin yanına kar kalmasından başka hiçbir şey değildir. Korku dağlarını yaratmak yerine varlığı mutlak olduğu söylenen İlahi yargı tecelli etseydi olmaz mıydı. İşte o zaman haram ile helal, haklı ile haksız, hırsız ile mağdur, gasp edilen le gaspçı, bela ve maneviyat deryasında ayrışsalardı daha bir yaşanılır dünya mekanizması kurulup devreye girmiş olamayacak mıydı.
Daha da önemlisi, böylesi bir doğrultuda, enlem ve boylam üzerinde yola çıkacak olursak nasıl yaşamalıyız ve yaşatmalıyız hayatı bizimle birlikte paylaşanları. Hiçbir Uygarlık yoktur ki dünya var olalı, varoluşçuluk döngüsünü ve yaratılmışlığı sorgulamamış olsun. Yüzlerce yıldır böylesi sorgu ve yargılar hep meşgul etmiştir insan belleğini. Soruyu sormak çok kolay ve lakin soruya doğru cevabı bulmak, kaldı ki bir yaklaşım dahi getirmek oldukça zor ve imkânsız ötesi olmuştur. Çok çeşitli soru cevap tartışmaları olmasına nazaran hiçbir somut açıklama yapılamamıştır.
En mantıklısı insanın sorduğu her soruya kendisi cevap bulmalıdır. Her ortaya atılan fikir doğru olamayabilir. Her görüş ve fikrini sunan o mantığa ve kapasiteye sahip olmayabilir. Ateş çakmaktaşlarının çarpışması sonucunda çıkan kıvılcımla bulundu. Hayatımızı kolaylaştıran pek çok şey amma kazara, amma bilincin dâhilinde hayatımıza girerek türlü kolaylıklar sağladı. Peki ya insanın yaratılmışlıkındaki sırrın özü nedir. Kendimizde bulamadığımız cevapları bir başka bellekte aramak, başlangıç için olumlu ve olumsuzluğu beraberinde getirir. Kendi ruhundaki dağları aşamayan kendi öz belleğinde gideceği yolu şaşırır. Bir başkalarının yaşanmışlıklarından edindikleri bilgileri bilmek ve öğrenmek, her ne kadar doğruluğuna vakıf olunamasa da kendi dünya görüşünü oluşturup daha sağlam bir boylama taşımasına yardımcı olabilir. Velhasıl her ne olursa olsun birçok meselenin bir ya da birden fazla çözümü vardır. Yeter ki kişi kendindeki çözümleme sanatını geliştirebilsin. Bazı sorunlar her ne kadar çözümlenemez gibi gözükseler de, öyle ya da böyle bir şekilde mutlak surette bir cevabı vardır.
Ölümden sonra diriliş ya vardır ya da yoktur.
Ve buna mukabil, insanların kendi varoluşlarına bakıp hayrete düşmeleri felsefenin oluşumuna ana etken olmuştur. Hayrete düşüp yaşanılan şaşkınlıktan felsefe doğar. İnsanın kendi yaratılmışlık döngüsüne hayret ederek bakış ve görüş açısını oluşturması birçok felsefi soruların sorulmasına etken olmuştur. Ben kimim, bizler kimiz diye sormalıdır insan kendine. Bizler neyiz dünyaya nasıl geldik bu döngüde nasıl var olduk. Âdem ile Havva damı, yoksa hava, toprak ve elementleri vasatın çok üstünde olan suyun bileşiminden mi vücuda geldik. İlk varolmuşluk biz gibi miydi, yoksa daha orantısız bir vücutla mı yaşama tutunup, Evrimleşerek bu günkü biz olduk. Peki, evren nedir, ne demektir. Evren nasıl, neden ve niçin oluştu. Bir arı kovanını alırsın koloni oluşturabilmesi için içine bir oğul atarsın ve düzinelerce arı dolusu kovanlar oluşur. Mantıklıca bakıldığında birçok canlı türü suda vücut bulup karada yaşama adaptasyon sağladı. Su altı ve su üstü dünyası oluşumunu gerçekleştirdi.
Ya dünya, yaşam döngüsü harcıyla hangi boyutta işlevselleşip çoğalttı yaşamı?
Öylesine alışmışız ki dünyanın haline hiç kimseyi şaşırtmıyor artık. Biz insanlardaki erken alışkanlık şaşırma eylemini söküp aldı bedenimizde.
Varlık yokluğa, yoklukta varlığa delil olamaz.
Varlığın pazarında yokluk, yokluğun pazarında varlık alıcı bulamaz.
Hiçlik âleminde gerçeklik varlığını sürdüremez. Devamı gelecek sayıda.
30 Mart 2019
***
Görsel: Pandora’nın Eğilimi (2018) – Rafał Kucharczuk