Sanat disiplinlerine, “güzel sanatlar” nitelemesiyle bir hale kazandırmak elbette sanat açısından olumlu bir kazanım gibi yorumlanabilir ki öyledir de. Ancak güzel ile bağımızın somutluğunu belirleme adına sanata verilen bu özerk yetkinin, neyin güzel olup neyin olmadığı konusunda öznelliği baskılayıp nesnel bir güzellik ön kabulü yaratır hale geldiği de bir gerçek. Ne var ki, bu sonucun bile pek çok olumlu çıkarımı olabilir. Hatta daha dürüst bir güzellik alımlamasına imkân tanıdığı da. Sonuç olarak, her ne kadar ideal olarak, iç güzelliğin dış güzellik kadar önemli olduğunu iddia ederek kendimizi idealist bir çıtaya taşıma gayesi gütsek de, pek çoğumuzun dışsal bir form olan güzelin peşinde devinir olduğu reddedilemez. Burada – eğer varsa – suçu yedinci sanata pekâlâ eklemleyebiliriz. Sinema, özellikle de konvansiyonel anlatı, neyin güzel olduğu konusunda diğer sanat disiplinlerine göre çok daha buyurgan olup güzel bulmadığına yer vermeyerek imajlar dünyasında öznelliği son raddeye kadar baskılayan hatta imkânsızlaştıran bir noktaya varmaktadır. Vaziyet göz önüne alındığında, çıkışa dair örülebilecek hattın da, panzehir edasıyla, yine sinemadan filizleneceğini, filizlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Güzeli bir hayli dolaylı şekilde sorgulatan, Nikita Diakur ve Redbear Easterman yönetimindeki 2017 yapımı kısa animasyon Ugly/Çirkin, sanat ve sinema tarihinde benzer güdülerle hareket etmiş Hilkat Garibeleri (1932), Notre Dame’ın Kamburu (1939), Fil Adam (1980) ve benzerlerinin aksine çirkinliği ucubelikle eşleştirip daha da uç bir noktaya taşımaktan ziyade naif bir üslupta aktaran özgün bir yapıt. Çirkin Kedi adlı bir internet öyküsünden serbestçe uyarlanan film, oldukça hırpalanmış ve deforme olmuş “çirkin” bir kedinin, parçalanmış ve en az kendisi kadar deforme olmuş bir dünyada hayatta kalma çabasını deneyimlendiriyor. Alegorik dokusuyla, insanlığın gündelik hırçınlığının yeryüzünü yapı bozumuna uğratacak bir noktaya vardığını hissettiren Ugly, doğa durumuna seçenek oluşturarak evcilleştirdiğimiz ancak sonrasında bir kısmını doğa durumuna meydan okuyarak inşa ettiğimiz yerleşkelere gönderdiğimiz sokak hayvanlarının yıpranmışlığıyla, mesaj ve önerme meraklılarını da görmezden gelmiyor. Doğa durumu olduğu kadar kültürü de yitirmiş Ugly’nin evreninde yitirilenlere sahip çıkanın bir soylu vahşi, Kızılderili şefi oluşu şaşırtıcı olmuyor. Uygarlık sıfatının yeniden değerlendirilmesini şart koşacak kadar uygar bir seçenek sunmuş olan ancak büyük oranda yok edilmiş Yerli kültürleri, Ugly’de şifacı ve şaman özellikleri de taşıyan bir karakter ile adeta koruyucu/kurtarıcı rolüne bürünüyor. Kedi ile birlikte sığındığımız Yerlinin karikatürize edilmiş bir imajla tasviri, filmin yönetmenlerinden birinin Yerli olması düşünüldüğünde bilinçli bir tercih gibi duruyor. Parçalara ayrılan bir dünyada, tam da uyumsuzlukları nedeniyle uyum sağlayan ikilinin düeti, zamanın ötesinde devinen flanörler hissini tetikliyor. Yerlilerin zaman algısının doğrusal olmaktan çok döngüsel oluşu, filmin sonundaki imajlarla birlikte yorumlandığında iki ana karakteri flanör olarak okuma iddiamızı güçlendiriyor. Soluk bir pastelliğin tercih edildiği renk paleti, parçaların kırıklığıyla yansıtıcı bir etki taşırken, filmin hem içerik hem de biçim olarak eşine zor rastlanır bir seyre dönüşmesini sağlıyor.