Molière, Türkçeye Kibarlık Budalası adıyla çevrilen komedyasında (Le Bourgeois Gemtilhomme), kibarlık budalalığına kapılan Mösyö Jourdain’le alay ederken, onu budalalıktan dangalaklığa sürükleyen öğretmenleri de ince alayıyla serseme çevirir. Herkesi alaya alanların, gerçekte, onunla alay edildiğinin ayrımına varamayacak denli budalalar arasından çıktığını diyalektik düşünce doğruluyor. Molière’in komedyalarında güldürücü öğe, eleştirel curcunalardan doğduğu için alay edenle alay edilen birbirinden ayırt edilemez. Nasrettin Hoca gülmecesi, bireye yönelik toplumsal eleştiriyle beslendiğinden, Hoca’nın, yaptıkları kadar sözleri de güldürür. Nasrettin Hoca’ya güleriz; gerçekte güldüğümüzün kendimiz olduğunun ayrımına varınca daha çok güleriz.
Hoca’nın gülmecesinin özünde bu iç çağrışımlı gülüşler yatıyor. Bu, gülmeceyle özeleştirinin toplumsal bağlamda algılamasını gerçekleştiriyor. İnsanımızın hiç değilse bir kesiminde anlamsal diyalektik diyebileceğimiz düşünce bu mantığın ürünüdür.
Nasrettin Hoca’dan çıkıp Molière’in curcunalı komedyalarına dönelim. Kentsoylu şaşkınlığıyla felsefe okuyunca “âlim” olacağına inanan M. Jourdain, onu felsefeyle âlimleştireceklerini sananlardan göre daha çok alay edilecek duruma düşüyor. Ne denli rol yapsa da, kazanç hırsına kapılarak aydınlanmış olduğu yanılgısının tuzağında kıvranan felsefe öğretmeni, sahne ortamında M. Jourdain’i “âlim” yapacağı inancındadır. Kullananla kullanılan arasındaki ahlak düşüklüğü göz önünde bulundurularak, bu yolda kendini öncü saymakla kalmayıp, o alanın en iyisi sandığından da kuşku duyulmamalı. Beyinleri aydınımsıların kafadan atma dayanaksız bilgileriyle hırpalanan Dil öğretmeni, M. Jourdain’in kibarlaşmasını dil’e bağlamıştır. Müzikçi, sesler arasındaki düzenin insanın düzenini de sağlayacağı kanısındadır. Dans öğretmeni, uygun adım atmaya bağlar kibarlaşmayı.
Oyuna kahkahayla gülenlerin bu kibarlaştırma uzmanlarından kalır yanı yoktur. Bu örnekler, daha kapsamlı bir soruya yol açıyor: Şaşkınlaşan M. Jourdain mi alay edilecek durumdadır, yoksa onu kentsoylu değer yargılarıyla şaşkınlaştıranlar mı? Molière’in oyun kurgusunda böyle bir ironi aranırsa komedyanın kuralları yerine getirilmiş olur.
Soru bağlamında insanın içinden M. Jourdain’i suçlamak gelmiyor. Onun öne sürdüğü çelişkileri yerine getirecek kesimler olduğu sürece, M. Jourdain’ler hep var olacak, zaman Molière’i haklı çıkaracaktır. Onun da asıl üzerinde durmak istediği, gülen ile güldüren arasında doğan özdeş davranış ortaklığıdır. Yazınsal bir tür olarak komedya da, düşündürerek güldürme olgusunun ürünü değil midir? Molière’in aydınlanma yorumları, Fransız insanının bağnazlıktan kurtulup geçirdiği düşünsel evreleri çelişkileriyle dünden günümüze yansıtmada etkili olmuştur. Moliére, oyunlarında; alay edenle alay edilenin, gülenle gülünenin gerçeğini ince zekâsıyla kurgulayarak gerçekleştirmiştir bunu. Bu bağlamda, özeleştiriyle toplumsal eleştiriyi birbiriyle bütünleştirmekte de ustalık göstermiştir. O nedenle, toplumsal değerlendirmelerde Molière’in geliştirdiği akılcı mantık, geçerliliğinden bir şey yitirmeyecektir. Adı bu yönüyle Avrupa kültürünün önemli klasikleri arasında geçmesi doğaldır.
Bir de şu var: Onu aşağılamanın bir nedeni olarak hep halkın bilinçsizliğinden söz açarak sorumluluğu üzerimizden atıyoruz. Bununla da yetinmiyor, yazgısına başkaldırmamakla da suçluyoruz onu. Kördüğüme dönen soru, hemen ardından şu soruyu sürükleyip getiriyor: Halkımız bilinçsiz de, aydınımız bilinçli mi?
Molière’in mantığı burada da geçerliğini koruyor. Bilinçsizlik, toplumun sakat yapılanmasından doğuyor. Bir kesim bilinçsizlik cehenneminin tutsağı iken, öbür kesim bilinç cennetinin hurileri arasında keyif çatıyor! Aydınımız da aynı koşullandırmanın tutsağıdır. Çıkar uğruna hırsızlıkta, yalakalıkta, kul köle olurken, adlı sanlı okullarda öğrenim görmeyi aydınlanma sananlar çıkıyor. Onlar da bu çemberin dışında kalma iradesini gösteremiyorlar. Çemberin bir iki santim dışına çıkmaya çalışanların başına gelmeyen kalmıyor. Oysa düzenin ayakta kalması çemberin sağlamlığına bağlıdır. Egemen güçler, yalnızca onların emeklerini değil, o geniş kesimin ekmeğini, iradelerini, onurlarını, beyinlerini, direnme gücünü de sömürüyor.
Başta Kibarlık Budalası olmak üzere, Molière’in oyunlarında olduğu gibi, eleştirenle eleştirilen arasında, düzeysizlik gibi görünen bir düzey ortaklığı var. Başta da vurguladığım gibi, sorun, doğru adım atarsa kibarlaşacağını sanan M. Jourdain’de mi, onu kendince doğru saydığı adım attırmayı öğreteceğim diye iliğine değin sömürende mi?
Bu sorunun yanıtı da, aydınlanmanın gerçek anlamda kaçınılmaz bir eğitimden geçme süreci gerektirdiğini düşündürtüyor.
Birkaç yıl önce, adlı sanlı iki bilim adamını televizyonun ekranında tartışmaya tutuşturmuşlardı. Gençliğin bunalımlarına sözde ışık tutacak, sorunlarına çözümler getireceklerdi. Gerekli olduğunca özlenen de bir girişimdi bu. Ne yazık ki, umulanın tam tersine, aşırı konuşkan bu iki bilim adamının söyleşileri kısa sürede ortaoyununa dönüşmüş, Molière’in havanda su döven kişileriyle bir kez daha yüz yüze gelmiştik. Kavramların içeriğini irdeleyeceklerine, ekranda laf atışmasına başlamışlardı.
Büyük umutlarla uygulamaya konulan program, şöhretleri dorukta da olsa, bilim insanlarının aralarında kavramsal bir etkileşimin yaratılamadığı sonucuna varılmıştı. İşin şu yanı da var: Sonradan, televizyon, sözü sohbeti tatlı bu iki bilim adamını özellikle seçtiği yorumu yapıldı. Televizyonun, bilinçlendirmeyi değil, eğlendirmeyi, oyalamayı önde tuttuğunu belirtmeye vurgulamaya gerek yok. Bu, birçok bilim adamını, sanatçıyı “eğlencelik” olarak kullandığın gösterir. Bunun örneği sayılamayacak denli çok. Amacı gerçekleştirmek için; bakıyorsunuz, kültür anlayışıyla, ünü en uzak ülkelerin sınırlarını aşan sanatçılar görmezden gelinirken, oyalama yeteneği yüksek kişiler boy gösteriyor ekranlarda. Toplumla dilsel bir bağ kurmamış kişilerin sanatlarını büyüteçle gösterme çabalarının etkisi altında gene toplum eziliyor. İşte bunlar, kültürde boşluk yaratan toplumsal bilinçsizliğin sonucudur.
Aydınlanma bilincine ermemiş kişi, kendi dar çemberini sarmalayanların dışında dünya tanımaz. O, gelecekte olabilecek olayları sezme gücünden de yoksundur. Halk, eylemsiz kılınan bu kültür boşluğunda debelenirken, aydınımızın bu etkisinin dışında düşünülmesi olanaksızdır. Bu koşullarda, halk, bölünmüş gücünü toparlayıp örgütlenmekten kaçınır. Kuşkusuz, bu bilinçsizlik, iktidara sahip olanların geniş toplulukları bir oy aracı olarak kullanmamalarına da ortam hazırlıyor. O nedenle küçük bir azınlık, büyük güç olması gereken halk topluluklarına bir ortaçağ hayatı yaşatıyor. Özgür iradesi baskı altında tutulan halka yaşadıklarını yazgı saymaktan başka seçenek kalmıyor. Bilinçsizliğin temelinde, yaşamın her kesiminde, düşüncede, duyguda köleler gibi davranmak yatar.
Toplumda, çağların çürüttüğü bilimsel kuramları, yozlaştırılmış sanatı yenilik sayanlar, bilinçsizlerin başında gelir. Bin bir deneyden geçirilmiş bilimsel verileri çağdaş bilimin vardığı en son aşama sayan, dışarıda öğrendiklerini kendi yaratımı diye yutturmaya kalkan bilim insanı da bilinç yoksunudur. Bilim öyle bir bilinçsizlik batağına saplandı ki, nerdeyse bilim kurumları sarıklı hocaların fetvasıyla yönetilir oldu. Yalnız onlar değil, işçilerin üç beş kuruşuyla kesesini doldurup, bir işçinin bir yılda aldığından daha çoğunu birkaç günde kesesine dolduruveren işçi yöneticisi de bilinçsizler arasındadır. Kendi kesesine bakarak toplumu ekonomik erinç (refah) içinde görüp bireysel mutluluğu toplumsallaştıran politikacı tam anlamıyla bilinç yoksunudur.
Sömürü düzenlerini sürdürmek için halk kesimlerini birbirine kırdıranlar, yalnızca bilinçsiz değil, o can’lardan akan kanın bir gün kendilerini boğacağını düşünemeyecek denli de akıl yoksunudur. Bilimsel kuramların, çağdan çağa değeri daha da yükselen kitapların toplumları zehirleyeceğini savunanlar bilinçsizin bilinçsizidir. O kafada olanlar, bilginin her çağda daha da derinleşerek yaygınlaşacağını kavrayamayacak ölçüde kara cahildir.
Görülüyor ki, bilinçsizlik belirli bir kesimin uğradığı bir düşünce yoksunluğu değil, toplumu bütün organlarıyla etkileyen ölümcül bir hastalıktır. Toplumda aydınlanma, ancak bu gerçek kavranınca gerçekleşir.
Molière’in mantığıyla düşünürsek, insanı budalalaştırma sevdasına kapılanların, budalalaştırılmak istenenden daha akıllı olmadığı sonucuna varılabilir.
***
Görsel: Molière (1658) – Nicolas Mignard