“Yaşam bularak vücuda gelen tüm canlılar gerçekten
bir tasarının ürünü müdür?“
“Biz varolmuşların hayatı bir kompozisyon gibidir.
Başlangıç gelişme ve sonuç bölümüyle döngüsünü tamamlayan.”
Doğa ve doğadaki dengeli oluşumlar çok önemli bir yer tutmaktadır hayatlarımızda. Varoluşumuzdaki en önemli etkendir. Bütün mitleri bize veren ana unsurdur. Doğa eşittir canlı ve de cansız olan her şey. Doğadaki yaşam kaynakları ve kusursuzca işleyen dengeler var olmasaydı hiçbir canlı varlığını sürdüremezdi kuşkusuz. Doğadaki eşsiz zenginlik varoluşçuluk denklemindeki bizleri var edendir, birbirini tamamlayan, uyumlu, eşit, hem de zıt kutupların yaşamı tamamladığı bir döngü temelini atmış olmasıdır.
Eğer tüm zamanlara hükmedebiliyorsak hiç kuşkusuz tabiat ananın bizlere sunduğu üstün cömertlik ve olanaklar sayesindedir. Yoksa nasıl bizler bugünkü bizler olabilirdik? Aslına bakıldığında biz cümle canlılara mevcut yaşamı veren de alan da tabiat anadır. Doğa ve insan arasındaki etkileşim o kadar uyumlu ki işlevsel sürekliliğiyle hareketliliğimizi sağlayan ana lokomotiftir adeta.
Bütün canlıların ortak olmayan ve birbirinden ayırarak isimlendirilmesine, kategori farklılığına uğramasına neden olan sadece dış yani yüzeysel görünümdür. Eklem ve bütün organların kemik, et, kas, kan, su, beyin, kalp ve kullanabildiğimiz tüm unsurları eşittir. Biz insanlar beynini gelişime ve ilerlemeye açmışken hayvanlar âlemi diye adlandırdığımız canlılar sadece beslenme ve korunmaya açmışlardır tüm duyularını ve hissiyatlarını. İşte aramızdaki en büyük fark budur. Bu farklılık bizi insan yani insanoğlu yapar. Kendinden başka her şeye hükmedip sadece kendi mevcudiyeti karşısında acze düşmesi hüküm sahiplerinin dizginlenemez egolarının, hırslarının ve yıkıcı yanlarının baskın bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Kendine hükmedip dizginleyen bir insan asla döngünün dişlilerinin arasına yıkımı, öldürme arzusunu ve zulümkârlığı sokmazdı, insanlığa hizmet arzusu her zaman baskın gelirdi.
Dünyanın oluşumundan insanlığın vücut bulduğu ana kadar bulunduğu her ortama uyum sağlayarak yaşam bulan bütün canlı organizmalar eko sistemin yön belirleyiciliği eşliğinde döngünün işlevselliğini tamamlamışlardır.
Varoluşumuzdaki sır sadece tabiat anada saklıdır. Bütün sırlar orda bir yerlerde yanı başımızda belki de çoğu zaman karşımızda. Bulabilmek o kadar kolay ve basit olsaydı, dahası her şeye rahatlıkla erişip varlığında kolayca bir haber olunabilseydi dünya nasıl bir yer olurdu sizce? Dünyayı, yaşamları ve cümle kâinatı gizemli ve cazip kılan bu bitip tükenmeyen devingenlik değil midir? Hayretten ve şaşmaktan felsefe doğar dedik, varoluşçuluğa şaşırıp hayreti şayan bir şekilde bakıp o deryada debelenmeseydik onca bilim ve fen insanı, filozof, uzay bilimci, astrolog nasıl çıkacaktı ve hayatlarımıza inanılması güç güzellikleri ve gizleri kimler nasıl katacaklardı?
Doğal süreçler iyi incelenip araştırılmalı, her şeyin başını soruyoruz sonunu algılayıp anlayabiliyoruz az ya da çok. Var edene inanıyoruz peki neden her var edenin bir var edeni olabileceğine bir ihtimal verip olamayacağına kör bir inatla neden direniyoruz, bu ihtimallerin üzerinde durmak bize ne kaybettirir ve neyi kazandırır?
Dolayısıyla varoluşçuluk dediğimizde suyun yaşayan bir balığa, bir kurbağaya ve solucana nasıl dönüştüğüne, cansız toprağın yeşillik ve çiçeğe nasıl büründüğüne hayretle bakıyoruz. Doğa ve doğayı bütünleştiren her şeyin sürekli olarak nasıl bir değişim içerisine girdiğini görüyoruz. İşte bu değişimlerdir ki yaşam döngüsünü dengede tutup devamlılığını sağlayan.
Bu değişimler nasıl oluşuyordu, var olan bir maddeden diğer bir maddeye, yaşayan, nefes alan, belirgin bir hal alan bir canlıya nasıl oluyordu da dönüşebiliyordu. Bütün bu sorup sorguladığımız üzerinde duraksayıp cevap aradığımız değişimlerin arkasında belli bir öz mutlaka vardır. Peki, nedir sizce o öz? Bunca değişimlerin arkasında bir şey olmalıydı kendi içinde kendine akıp duran bir kaynak, bir çark. Suyun döngüsü sekteye uğramadan sürekli bir değişim, dönüşüm ve etkileşim halindedir.
Doğanın kendisi zaten sürekli olarak hep bir değişim halindedir. Bu süreci iyi anlamaya çalışmak lazım. Felsefe kendini özgün ve dini anlayış kurallarından bağımsızlaştırarak bilimsel düşünceler doğrultusunda en önemli ilk adımı atmıştır. İlimle araştırmaya meyledenler ve devamlılığını sağlayacak olan doğal bilimlere ön ayak olmuşlardır. Tabiat anayı yaşanılır hale getirip hazırlayan öz, solunan hava, toprağa nüfuz eden su, ateş ve suda bulunup oluşumu sağlayan güçlü elementelerdir. Her şeyde, her şeye karşı bir duygusallık vardır lakin duygular var olduğu alandan çıkmamalıdır, ne en önde olmalı ne de en sonda, kişi mantığına güvenmeli, duyguyla karışmayan mantık akılcılıktır. Akılcı dünya bilgisinin ana kaynağında insan mantığı mutlakiyetçiliği barındırır.
Doğadaki her şey bir devinim içerisindedir. Bütün zıtlıkları içinde barındırır. Dert çekmeden derdin kıymetini, aç kalmadan tokluğun, susamadıkça suyun, uykusuz kalmadıkça uykunun, kışı yaşamadıkça yazın, karanlığı yaşamadıkça aydınlığın kadrini kıymetini nasıl bileceğiz. Bunca zıtlaşmalar olmasaydı Dünyanın sürekliliği nasıl olurdu acaba. Doğadaki birçok oluşum birbirini dürtükleyip, çağrıştırıp ve seslemektedir. Yaşama olumlu ve olumsuz yönde etki yapıp tetikleyen oluşumlar mekanizmasıdır zincirdeki halkaları güçlendiren. Doğa birbirini takip eden bir zincirleme, sürekliliği sağlayan birbirine uyumlu kusursuz bir düzenektir.
Zincirdeki yaşanan her kırılma felaketlerin anasıdır. Yaşanan ve yaşanmakta olan ve bundan sonrada yaşanacak olan her felaket zincirdeki bir kırılma noktasıdır. Bir eliyle verip bir eliyle alan Evrensel bir mantık hep vardır ve hep var olacaktır, uyulması gereken ve uygulanması zorunlu olan. Doğayla birlikte her insanında kendince bir mantığı vardır ona göre yaşayıp ona göre hareket eder. Doğanın mantığıyla çeliştiği sürece zincirdeki kırılma noktası ağırlığını her zaman fazlasıyla hissettirir ve en ağır bir şekilde yaşattırır.
Doğadaki bütün oluşumların, zıtlık ve de devingenliğinin, değişim ve hareketliliğinin tamda odak noktasında bütünleştiricilik her zaman vardır. İşte varoluşçuluk bu noktada mantığı zorlamaktadır. Mantığını zorlayan her şeye olumlu açıklama getiremeyen bu hal üzere öğrenme arzusunu yok ederek kabullenişe iter kendini. Kendindeki çözümleme sanatını geliştiremeyenler ustalaşmadan tüketirler ömürlerini. Doğadaki devinim değişimi oluşturur, bu oluşum duyularımızla birlikte bir algılama boyutu meydana getirir, bu algılayış güvenirliliğini her zaman korumuştur. Algılayışın boyutu tabiat anadaki var etme olgusunun mekanizmasını devreye sokarak doğru bilinen her şeyle çelişen bilinmek istenen gerçeklerin ipuçlarını bize vermektedir. Sudaki üstün elementeler, dört ana kökle birleşme sonucu yoktan vara geçen bir yaşam süreci oluşum mekanizmasını devreye sokar, doğadaki canlılık ve yaşamı güçlendirerek, döngüsünü sürdürüp geliştirme aşamasına geçmesini sağlar. Bu dört ana kök organizmaları canlandırıp vücuda getirendir. Hava, toprak, su, ateş ve de atomlardır. Bedendeki ruh diye bildiğimiz varlık atomların kendisidir. Atomlar yaşam döngüsünde vücuda yön tayin edici belirleyicilik vazifesini üstlenen olmazsa olmazımızdır. Yaşama dönüşen bedende yerini alır ta ki yaşama gelen vücudun döngüsünü tamamlayıp tamamen çürüme aşamasına geçene kadar vücutta kalır, toprak olmaya başlayan vücudu terk ederek yeni organizmalar bulur ve o bedende ruha dönüşür.
Su, toprakta çözünürlük sürecine geçer, havayla temas eden ateş canlı organizmalarda vücuda gelme aşamasını başlatır. Bu belirttiğimiz dört ana kök ve atomların birbirine karışımları ne kadar kolaysa, yaşam sürecinin son aşamasında ayrışmaları da bir o kadar kolay olur. Organizmalar da vücuda gelen dört ana kök mıknatısın artı ve eksi kutupları gibidir, bir kökün diğer bir köke ters gelen bir kutuplaşma etkisi yaratması halinde, sağlık problemlerinin ana tetikleyicisi olarak ortaya çıkmasına neden olur. Vücuttaki organizmaların dört ana kökle birbirlerini tam anlamıyla tamamlayamayıp desteklememeleri, tedavisi mümkün olamayan ve tedavisi zaman alıp kalıcı olan hastalıklara yol açmasına ana etken olur.
Tat alıp ya da alamamak, erken yaşlanıp ya da geç yaşlanmak, orantıların bozulup ya da yerli yerinde kalması, yüzde yüz döngüyü sağlayan her şeyin olmasa bile kısmi olarak da olsa değişime uğradığını görüp, algılar ve yaşarız. Değişimlerin akla ve mantığa yatkınlığını savunanalar olduğu gibi, aykırılığını savunanlarda olacaktır. Derinlemesine inildiğinde dünya ve evrenin sürekli bir değişimle bugünkü halini aldığını görürüz ve algılarız. Değişime inanmayanlar her gün düz mantıkla çalışan bir beyine ve yapıya sahip oldukları içindir ki hiçbir vakit değişimlere ayak uyduramazlar ve bu da inancın ters tepmesine yol açmasıyla birlikte sürekli kutuplaşmalara ana etken olur.
Değişimle sürecinin, sadece kendi yaşantısının yön tayin ediciliğinden de yola çıkarak çözümleyebiliriz. Kendindeki çözümleme sanatını geliştirebilenler, her zaman doğru sonuca varmasını iyi bilirler. Yanan bir ağacın çıkardığı bir cızırtıyla özündeki suyu ayrıştırdığını anlarız. Çıkan duman havayı, küle dönüşümü toprağı ve sönmesiyle ateşi boşluğa saldığını biliriz. Tabiat ana yarattığı değişimle var ederken ve aynı değişimle birbirinden ayrıştırıp yok eder. Doğada iki ana güç vardır, artı ve eksi kutuplar gibi, sevgi ve çatışma. Sevgi bütünleştirirken çatışma ayrıştırır. Doğadaki her şey bu bileşenlerden oluşmaktadır. Ve bizleri çevreleyen evrensel bir zincirdir. Eğer vücutlarımız hava, su, toprak ve ateşten oluşmasaydı ne havayı hisseder, ne suyu tanımlayabilir, ne ateşi, ne de toprağı görüp algılayabilirdik. Gezegenimizin oluşumu dört ana kökten ve atomlardan oluşmuştur bu kökler ve atomlarda tüm canlı yaşamları oluşturmuştur. Proton, elektron ve nötronların oluşturduğu atom dört ana kökle birleşerek yaşamı vücuda getirmektedir. Burada büyük bir orantılık mevcuttur. Bu orantılık dengeli ve ölçütünde olduğu sürece terazinin boş kefeleri gibi birbirini tartmadan öylece durur. Bu bir dengedir az bile olsa bozulan dengeler yaşamları olumsuz yönde etkilemektedir. Varoluşa sunduğu katkının geçerliliğini koruyabilmesi için isim olarak aynı cisim ebat ve şekil olarak aynı olmadığını bildiğimiz atomların farklı olduklarını kabul etmemiz lazım. Benzer olan atomlar varoluşçuluğa etken olamazlar. Birbirinin aynı olan şeyler bir araya gelerek olmayanı yaratamazlardı. Atomlar ayrışık duran uyumlu parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşumu ve oluşumdaki ruh olgusunu meydana getirerek sürekliliğini devam ettirirler.
Vadesini dolduran bir bedende ayrışıp giden atomlar havada asılı kalırlar, yeni bir bedende vücuda gelerek yeni bir yaşam döngüsünün başlangıcının temelini atmış olurlar. Kâinat bir sonsuzluktur sonsuzluğu doldurup süsleyen her şey, işleyen mekanik bir sistemin ana parçalarıdırlar. Şimdi bu noktadan yola çıkarsak yaşam döngüsünün işleyişinde oldukça önemli rol oynayan atomlara bir yaşam alanı oluşturulması bir gereklilik değil midir? Gördüğümüz ve dokunabildiğimiz her şey, atomlar ve güçlü elementlerden oluşmaktadır. Nesneler varla yok arasında gidip gelerek ihtişamlı bir devinim yaratmaktadırlar. Değişimleri besleyen varoluştaki dengeleri sağlayan atomlar sağlıklı ve uzun ömre etki ederler. Vücutlarımızın oluşmasındaki tüm organların orantılı ve kusursuzca yerini almaları doğru bir enlem ve boylam üzerinde işlevini sürdürürse sorunsuz bir hayata sahip olacağına delalet eder. Oldukça sıkı kurulan yaşam ağı ömrün mesafesini belirler. Demir ve çimentodan yana zayıf olan bir bina ne kadar ayakta kalırsa insan vücudu da o kadar direnç gösterip süreğini bu duruma göre belirler. Bir otomobil ya da bir iş makinasını düşünün; istense hiçbir arıza yapmadan hiçbir parçayı dahi kırmadan inanılmaz kilometrelere ulaşabilir. Bu bizlerin dâhilindedir. O vakit değişimin süreci yerinde sayardı, devinim döngüyü tamamlayamazdı görsel bozukluklar yaşanırdı. Kabul edelim ya da etmeyelim, kırılma yaşamadan hiçbir nesne yaşam döngüsünün oluşturduğu bu eşsiz mekanizmaya iyi bir hizmet yapamazdı. Bu doğrultuda kadercilik olgusu ortaya sunulur. Hayatta sadece rastlantılar ve orantılar vardır. Şans, talih, alın yazgısı, kadercilik sadece olumsuzluklara uygun görülerek verilen isimlerdir. Yolunda giden her işleyişi şansa, olumsuzlukları kadere ya da şansızlığa bağlarız. Bu olguların derinlerine inmediğimiz ve inemediğimiz için her zaman yaptığımız şeyi yani kolaycılığı seçip bir şeyleri bir şeylere bağlar dururuz. Böylesi züğürt tesellisiyle döngüyü tamamlamaktan başka bir şey gelmez ellerimizden.
Biz insanlar gözle göremediğimiz, varlığına tam anlamıyla vakıf olamadığımız, elle tutamadığımız gizemli olana bağlanıp tapınmayı kolaycılık olarak görmüşüz.
İnsanlığa hizmet için geldiklerine inanılan peygamberlere inanılması neden uzun zaman almış ve zorlu olmuştur. İnanç boyutunu geliştirip koşulsuz bağlanılıp inanılana kadar haylice meşakkatli ve zorlu bir süreç mücadelenin merkezini oluşturmuştur. Çünkü bizler gize aşığız. Ve sözde gösterilen kerametler gizi derinleştirerek kuşkuyu ortada kaldırarak iman ve inançla bağlanma boyutuna getirir, süreci.
***
Görsel: Christina’nın Dünyası (1948) – Andrew Wyeth