Azizm Sanat Örgütü’nün aylık yayını Azizm Sanat E-Dergi’nin, Ağustos 2019 tarihli 140. sayısı yayında. Eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekliyoruz;
İçindekiler
Editörden s. 6
Raw: Kan ve Metamorfozların Estetiği – Burhan Tekçe s. 10
Didar-ı Yâre Erdim Libasını Tersten Giyinmiş – Ziza Rumas s. 14
Mantık Diye Bir Şey Var Ya O Bende Yok – Ahmet Ayberk Aykul s. 18
Gitme – Nilgün Zülfü Işık s. 21
Yaşam Döngüsü 7: Ruhların Öte Dünyası – İsmet Şengül s. 22
***
Editörden
Duygudaşlık ve özdeşlik kurabilme yetisi, türsel olarak hepimizin ihtiyaç duyduğu ancak pek azımızın bu ihtiyacın farkında olup eyleme geçtiği ve daha da azımızın başarabildiği edimlerden. Daha çok empati ve biraz da sempati sözcükleriyle iliştirilen bu edimler – özellikle empatinin – önceki yüzyılın sonlarında ihtiyacı iyiden iyiye açığa çıkan bir kavram olarak gündelik hayatımızda daha çok yer eder oluşuyla yüzleşmek zorunda olduğumuz bir hal aldılar. Genelleyici ve çerçeveleyici bir tanımla, kişinin kendini bir başkasının yerine koyması olarak ifade edilen empatinin, nörobiyolojik çalışmalar neticesinde insan beyninin onda birine tekabül edecek ağırlığının olduğu bilgisi, sözcüğün 19. yüzyıl ortalarına, kavramın ise 20. yüzyıl başlarına dek kullanımda olmadığı gerçeğiyle çatışır vaziyette. Akıl hastalıklarının, kriz zamanlarında öne çıkan liderlerde görünürlüğü üzerinden hareketle, Birinci Sınıf Delilik adlı yetkin bir bilimsel çalışma ortaya koyan Nassir Ghaemi’nin belirttiği üzere, 1850’lerde, bir insanın bir sanat eserini özgün olarak değerlendirebilmesi noktasında ilk kez kullanılan empati sözcüğü, 1900’lerin başlarında Theodor Lipps tarafından psikolojiye taşınarak kavsamsallaştırılmıştır. Lipps’in Almancadaki einfühlung tercihi, sözcük öbeği açısından “içe doğru hissetmek” anlamına gelirken, empatinin daha derinlikli bir duygu durumuna karşılık geldiği de görülmektedir. Yakın geçmişte psikiyatrideki ağırlığının arttığı gözlemlenen empati, günümüzde, karşımızdakinin düşüncelerine odaklanan bilişsel, hissettiklerine odaklanan duygusal, hareketleriyle ilgilenen motor ve içinden geçmekte olduğu fiziksel duyuma yaklaşan duyusal olmak üzere dört temel bölüme ayrılmıştır. Ghaemi, özellikle duyusal empati noktasında, depresyon hastalarının yalnızca karşısındakilerle değil çok daha çoğulcu olarak kitlelerle duygudaşlık kurabilme yetisi noktasında üstün olduklarını dile getirmektedir. Radikal empati siyaseti ile tarih yazımına olumlu ve yapıcı müdahalelerde bulunarak başarılar kazanmış Mahatma Gandi ve Martin Luther King örneklerini ortaya koyan Ghaemi, her ne kadar böylesine üstün bir empati gücünün hudutları konusunda çekinceli olsa da, bu yönde bir tavrın, başarısızlıklarını da gözeterek, romantik bir azizlikten ziyade bilimsel bir temeli olduğunu vurgulamaktadır.
Coğrafyanın kader olduğu söyleminin gerçekliğini her gün tadan, toplum olma iddiasını yığınlaşma tehdidiyle flörte taşıyan bizlerin, duygudaşlık ve özdeşleşme başlıklarında vicdan ve acıma tepkimelerinin derinine inip inemediğimiz ise hayli şüpheli gözükmektedir. Söz konusu tepkimelerin, ideolojik tercihler ve zihniyet çıkışlı yönelimler ötesinde, sanki her gün doyurulması gerekirmişçesine iştahlı cüretkârlıkları, empatinin çözüme dair bir seçenek olmaktan ziyade sonuca dair bir uyuşturucu etkisi görmesine yaramaktadır. Hâlbuki gerçek ve daha da önemlisi radikallik noktasında güçlü bir empatinin, insanlığın tek bir döngüden oluşan ömürlerini sağlıklı, mutlu, kaygıların en aza indirgendiği, hüznün en azından dengelenebildiği bir ütopyanın peşinden koşmaması mümkün değildir. Tek bir bireyin bile haksızca utandırıldığı, dahası utanma ihtimalinden dolayı kaygılandığı bir yaşamı dert edinip bundan acı duymak ve acıyı aşmak adına nasıl çözüme varılabileceği üzerine kafa yormak, depresyon hastalarının empati katsayısını anlamada ve kendi benliğimizde uygulamaya koyma adına asgari bir başlangıç noktası pekala alabilir. Doğamızda bilimsel olarak ortaya konduğu üzere yer alan empatinin, sosyal zekâmızın evrimsel süreçte yavaşlığı neticesinde örselenmesi konusunda ise karamsarlığa kapılmamak elde değil. Beraber adlı bütüncül yapıtında, mutlak bir empatinin mümkün olmadığına işaret eden sosyolog Richard Sennett, sempati ve empatinin birbirlerine teğet geçmelerine rağmen içerdikleri zıtlıklar üzerinden bahsettiğimiz edimlerin ne kadar meşakkatli olduğunu yazmaktadır. Ona göre her ikisi de bağ kurarak karşıdakini tanımayı hedefleyen sempati ve empatiden birincisi kucaklaşmayken ikincisi karşılaşmadır. Sennett şu şekilde devam eder;
“Sempati, farklılıklar üstesinden özdeşleşmenin hayali eylemleri ile gelir; empati ise, başka bir insana, ona ait koşullarla bakmaktadır. Genellikle sempatinin empatiden daha güçlü bir duygu olduğu düşünülegelmiştir; çünkü ‘acını hissediyorum’ vurguyu benim ne hissettiğime verir, birinin kendine ait egosunu etkinleştirir. Empati ise daha zahmetli bir çalışmadır, en azından dinleme söz konusu olunca; çünkü dinleyici, kendi dışına çıkmak zorundadır”. (y.a.g.e., s. 33)
Kendini dışarıdan görebilmenin, hatta kendini görebilmenin ne denli imkânsız olabileceğini önceki ay bu köşede ele almıştık. Fakat yine de, ilk kez bir sanat eserinin alımlanması ihtiyacında ortaya çıkan ve sanat disiplinlerinin her birindeki klasik anlatılarda kolayca inşa edilebilen empatinin, Adorno’nun işaret ettiği üzere dünyanın dramına, korkulukları ürkütecek korkunçluklarına yönelmede eksikliği hakikat ile yüzleşmedeki türsel başarısızlığımızdan kaynaklanıyor olabilir mi? Şüphesiz, yeryüzünün dramı ile tekil bir etkileşim, taşıdığı ağırlıktan ötürü, uhrevi bir Atlaslaşmanın ya da dünyevi bir Sisifoslaşmanın mümkün olamayacağı kadar zorludur. Belki de bu sebeple oralarda bir yerlerde doppelgänger/çiftgezerimizi aramıyor muyuz? Başkasını kendi dışımıza çıkarak alımlamaktansa kendimizi çoğaltarak benzeşimlerin peşine düşmek yazıldığı kadar zorlu bir deneme değil. Hatta, yolu uzatmak pahasına, kişinin nafile bir özdeşleşme peşine düşmesindense çoğalması, bir çift haline gelip yükü kaldırılabilir hale getirmesi ve bu sayede empatiye varması sancılı fakat gayet makul bir yol haritası olabilir. En nihayetinde, Adorno da kararan dünyanın sanattaki akıldışılığı akılcılaştırarak sanatı radikalleşmiş bir karartıcı haline getirdiğini dile getirmiştir. Empatinin dile gelmesini sağlayanın sanat oluşu, sanatın, 2. Dünya Savaşı akıldışılığına tanık olmuş Adorno’nun sanata yüklediği acıdan doğan basınca direnebilmesinin ve bir gün aşabilmesinin de empati ile olabileceğini söylemektedir. Daha doğrusu, sanatsal döngü bize bunu söyletmektedir.
Dergimizin 140. sayısında yer alan film eleştirilerinin, öykü, şiir, pasaj ve denemelerinin hiç birinin empati ile doğrudan bir bağı olmaması, giderek okuru yoran denemeler halini alan Editörden köşemizin özerkliğini sorgulatır hale geliyor. Yine de, kaçak güreşerek, duygudaşlığın ve özdeşleşmenin hakkını vermek adına, empatinin radikalliğini biraz da olsa deneyimlemek için, okurlarımızı bir meydan okumayla, bu yazı dâhil olmak üzere sayfalarımızda yer alan tüm içeriklerin ve içerik üreticilerinin duygu durumlarını alımlamaya davet ediyoruz.
İnsanlığı sanatın tek başına kurtarmasının mümkün olmadığının farkındalığıyla ve yine de bu bilinçle, buna rağmen,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Eylül 2019 tarihli 141. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Eylül tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
***
Görsel: Persona (1966) – Ingmar Bergman