Saat üç gibi Semaver Çay Evi’ndeki yerimi alır, rayihayla otobüsünün gelişini beklerdim. Zaman geçmek bilmezdi o otobüs gelene kadar. Hep hoş bir korkuydu o süre, “ya okula gitmediysen…” işte o otobüs hep saat dördü birkaç geçe gelirdi. Bazen üç bazen sekiz geçe. Evinin önüne vardığında bir heyecan kaplardı içimi ben sessiz kalır, evine doğru salınışını izlerdim. Uzun ve düzgün bacaklarınla bir o yana bir bu yana… Baki Abi’nin “süzgeçli mi süzgeçsiz mi” sorusu bir o zaman hoş gelmezdi ya da Ali Efe’nin babasının evinin önündeki parka doğru “gel oraletini iç!” diye haykırışları. Bazen yanımdaki masaya iki liseli genç oturur futbol sohbetleri yaparlardı. Biri hep daha çok bilir öbürüne “sen Falcao’nun gençliğini hatırlıyorsun geçen sene onun takımı kümede kalma mücadelesi veriyordu.” gibi bilgece sözlerle laf anlatırdı. Bazen de kalabalık bir grup, satın alma hayalleri kurdukları arabaların motorlarını, 100’e çıkma saniyelerini karşılaştırırdı. Sen dönene kadar memnuniyetle kulak misafiri olurdum her konuşmaya ama o otobüs vardığında dünya dursun isterdim. Hiçbir zaman durmadı, sigaramı küllükte kendiliğinden bitmiş bulduğumda anladım. Sen her seferinde koluna taktığın çantayla yavaş yavaş ardına bakmadan apartmanın kapısına doğru küçülerek sola döndün bense bir süzgeçsiz daha istedim.
Ama asıl film akşam başlıyordu oturduğum sandalyede. Bu tarafa doğru gelen her kızı sen diye hayal edip kalbimi hızlandırıyor, yaklaştıkça sen olmadığını anlayan gözlerime sitem ediyordum. İşte böyle bitip giden akşamlardan bir akşam, ben Halil Cibran’dan Ermiş’i yeni bitirmiştim. Baki Abi masanın diğer başındaki sandalyeye oturup bana ne okuduğumu sormuştu da öyle tanışmıştık. Çaylarımı getirirken “afiyet olsun”dan sonra “kardeşim” hitapları zaten çoktan kanımı kaynatmıştı da. Cana yakın adamdı anlayacağın. Laf lafı açtı ben senden bahsedince biraz lanet okuyup hayata, anlattı o da. Onun da varmış tabii yüreğini yakan biri. İnşaat teknikerliğini vallah çekerek yengenin zoruyla okuduğunu, hızlı yaşan biri olduğunu, askere gidip orda kalacağını bir gecede kimseye söylemeden karar vermesini, başka araba istemesine rağmen şu an küs olduğu yenge Mercedes sevdiği için birkaç yıla bir Mercedes alacağını bir bir anlattı. Ama “Mantık diye bir şey var ya o bende yok.” sözünü hiç unutamadım. Bu söz anlam veremediğim bir rahatlık uyandırmıştı o gün bende. Neden bir rahatlıktı ki yanımda oturan adamda mantık olmayışı? Ben galiba çok fazla acıyorum kendime. İster istemez bir korunma halleri varmış herhalde ellerimde, yüzümde. Mantığı olmayan bir adamdan da zarar gelmez diye düşünmüşümdür. Siz kadınlar çok mantıklısınız mesela sevgilim. Ama sonra anladım, bir Pyrrhon’un yanında, bir halifenin yanında olduğundan daha rahat hissedermiş insan “nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle”. Meğer herkesin içinde mutluluk reçeteleri dağıtan, herkesin adımlarına yön vermek isteyen bir vaaz canavarı yatarmış. Baki Abi hep bana iki horoz, iki öküz derdi. Çayır çimen yeter diye sessiz çığlıklarında güç istencinden kaçmak vardı. İçindeki vaaz canavarını öldürdüğündenmiş meğer. Asalet de tam burada varoluşun yadsınmasındaymış sevgilim, sömürülmüş ruhların röntgenlerine tepeden bakan bir tebessümdeymiş yalnızca. Ama sen ne yapacaksın ki bunları, boş ver. Şimdi sen hiçbir şeye aldanmayıp koluna taktığın o çantanla cadde cadde geziniyorsundur belki de. Belki de saçlarınla oynamaya can atan rüzgâra tatsız laflar ediyorsundur içinden uzun ve düzgün bacaklarınla bir o yana bir bu yana salınırken.
***
Görsel: Han Kahvesi (1973) – Bedri Rahmi Eyüboğlu