Azizm Sanat Örgütü’nün aylık yayını, Azizm Sanat E-Dergi’nin Eylül 2019 tarihli 141. sayısı yayında. Eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekliyoruz;
İçindekiler
Editörden s. 6
11 Eylül ve Amerikan Karşıtlığı: 11’09”01 ve Bizim 11 Eylül’ümüz – Orçun Üzüm s. 10
Alma Kadının Ahı – Ziza Rumas s. 22
Seni Aramak – Batuhan Suiçmez s. 26
Biraz – Ahmet Ayberk Aykul s. 28
Rolüm Sevgi – Nilgün Zülfü Işık s. 31
Yaşam Döngüsü 8: Sancılı Hayat – İsmet Şengül s. 33
***
Editörden
Küresel hüküm peşindeki büyük anlatılar için boş zaman tehlikeli ve de mutlaka fethedilmesi gereken bir alan olagelmişti. Proletaryanın Godot‘yu beklercesine beklenilen uyanışı, komünist blok için bir beklenti iken kapitalist kanat adına komünizm hayaletinin öncüsü olarak olası bir tehditti. 1991 sonrası büyük anlatıların alaşağı edilmesinin boş zaman tehdidini biraz olsun azaltması beklenirdi. Ancak hayal kurmaktan, gündüzdüşü görmekten flanörleşmek daha tehlikeli bir insan özelliği olabilir mi? Şimdilerde en kıdemlisinden en kudretsizine, hemen herkesin dopdolu hayatlarıyla kuşatılmış durumdayız. Gözün gördüğünden de parlak, ışıl ışık verilerle donatılmış ekipmanlarla dopdolu hayatları röntgenlerken, dopdolu hayatlar yaşıyor, dopdolu hayat çemberinin tamamlanışına zarar gelmemesi adına – boş zaman – bırakmayacak şekilde varını yoğunu ortaya saçacak mahlûkatlar sürüsüne dönüşüyoruz. Dünyaya birer mucize olarak sunulan her yeni çocuk, iyi eğitimli, kültürlü, hobilerle donanmış, organik bir asır geçirmek üzere dünyaya getirilirken hiçbir boş zamanı kalmayacak şekilde birden çok sporla haşır neşir olup, çok sayıda müzik aleti çalabilecek ve kendisini bildiği birkaç dilde ifade ederek biricikliğini katmerlendirecek. Herkesin biricik olduğu bir dünyada biriciklik arayışı ise muhtemelen bizim gibi zeminsizlerin işi olacak. Eğer bir büyük anlatı kaldı ise, hegemonyasının bekası için kitlelerin boş zamanından endişe etmesine artık gerek yok. Yığınlar, böyle bir tehlikelinin bertaraf edildiğini gururla bildirmekteler. Yığınların dışında kalan mutlak azınlıkların ise her yıl belirli oranlarda yığınlara dâhil edildiği bir piyango (fırsat eşitliği) dünyası yüreklere su serpmeyi sürdürüyor. Böylelikle hem öteki ihtiyacı karşılanıyor hem de ötekileştirilmeye karşı gayret edilebiliyor.
Yazdıklarımızın büyük ve eleştirel laflar cümbüşüyle yola çıkıp “vay be” ya da küresel dilimize uygun olarak “wow” ses efektiyle sonuçlanan Black Mirror etkisi bile göremeyeceğinin farkındayız. Alıklıkla, histeri ile sorunumuz var. Yaz aylarının vazgeçilmez eğlencesi halini alan orman yangınları bir kez daha “aydın” kesimimiz için mastürbasyon ihtiyacını karşıladı. Yeterince boşalarak sonbahar ve kış gündemine yol alırken, saraya özel bir cumhuriyet konseri verip vermeyeceğinden hala emin olamadığımız dünyaca ünlü sanatçımızın Kaz Dağı’nda İzmir Marşı’nı çalarak kitlere “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dedirttiği, bu slogandan, Mao’dan öcü gibi korkanlar gibi korkan hiper sivil/aşkın liberallerin ise olup biteni sessizlikle karşıladığı, “yıllar boyu neredeydiniz”ciler ile “biz buradaydık sen neredeydin”ciler arasındaki ezeli rekabetin yine beraberlikle sonuçlandığı muhteşem bir mevsim! Bir yıl değil bir ay sonra bile hatırlanmayacak olması ne üzücü. Tepkiselliği sanatsal bir üretimle zaman tehdidinden çıkartmak gibi bir dert yine görünür değil. Görünür olsa ne işe yarar sorusunu bile tartışır halde değiliz. Her şeye tanık olduğumuz ama hiçbir şeye tanıklık edemeyeceğimiz bir süreçten geçiyoruz ya da hiç geçemeyeceğiz. Hâlbuki İda’da yaşananları, Paul Ardenne’e atıfla bir dövüş sanatı olarak betimlediği antroposen sanata dönüştürmek kalıcı bir iz bırakabilirdi; bu izin hiçbir işe yaramayacağı ihtimalini de gözetmek pahasına. Gezegenin yaşamını dert edinmek gibi bir olmazsa olmaza sarılırken, beğeni ve takipleri gözetmek yerine etiği ve siyasal tercihleri sürdürülebilirlik yani bir nevi zamanı alt edecek şekilde uygulamaya ve en önemlisi üretime nakletmek imkansız ya da ütopik olmamalı.
Tüm bunların başarılabilir ya da daha az iddialı bir söylemle uygulanabilir olduğu bir evre, beraberinde bizleri sanatın özüne dair asla bitmeyecek tartışmaya götürecektir ki bu tartışma nafile ömrümüzün hem daha işe yarar hem de daha işe yaramaz geçmesine yol açacaktır. Andığımız sanatsal üretimin bakış açısına göre değişebilecek işlevselliği, Aydınlanmacı düşüncenin milatlarından Immanuel Kant’ın sanatın ancak ve ancak işlevsiz ya da amaçsız olduğu sürece özerk kalabileceği düşüncesiyle en baştan çelişmektedir. Fakat sanata bu tehlikeli olabilecek işlevselliği kazandıracak olanın sanatçı mı, sanat izleyicisi mi, temsil mi yoksa içinden geçinilen zaman/mekân mı olduğu tartışması Kant’ın düşüncesini üzerine gidebilme cesaretini sağlamaktadır. Sanat faaliyetinde bir durumu dert edinip buna yönelik söylem üretmede sanatın araçsallaştırılması noktasında Adorno’nun, Ortodoks bir yaklaşımla tasvir ve pek tabi temsil karşıtı olduğunu da anımsamak faydalı olacaktır. İkinci Paylaşım Savaşı soykırımı üzerinden hareketle, radikalliğinden hiçbir şey kaybetmemeyi sürdüren yaptırımcı söylemlerde bulunan Adorno’nun bile bir noktada felaketler üzerine sanatsal/kültürel söz söylenebileceğine dair kabulünü de içeren cümlesi ise diğer taraftan bu ılımlı yaklaşımın bile belleksel bir felaketi tetikleyebileceği “Felaketin en uç, en keskin bilinci bile yozlaşıp gevezeliğe dönüşme tehlikesinden muaf değildir” öngörüsüyle dile gelmektedir (Adorno, Prisms içinde, “Kültür Eleştirisi ve Toplum”, Edebiyat Yazıları içinde, çev. Sabir Yücesoy ve Orhan Koçak, İstanbul: Metis, 2018).
Ağır sıklet düşünürlerin görüşleri ortadayken, yalan çağını başlatan en büyük hakikatlerden 11 Eylül’ün 18. yılında, sıcağı sıcağına üretilen 11 Eylül filmlerine dair göstergebilimsel bir makale yayınlar oluşumuzu hangi örtüyle duyuracağımızdan emin olamıyoruz. Bir işe yarayıp yaramama derdini tümüyle arka plana attıysak boş zamanların yitiminden sonra geride kalan tek özgürlük gibi sırıtan, deneysel bir saikle saçmalama özgürlüğünü kullanıp niçin daha radikal bir hatta oturmuyoruz? Bu köşenin 141. kez denenmesi, yukarıda eleştiri yönelttiğimiz vaziyetlerden muaf olmamızı sağlamıyor. Aksine bir sanat örgütü adıyla hareket eden yapılanmanın acilen silkelenip gelişim göstermesine yönelik çanları çalıyor. Çanların bir süre sonra sanrısal bir hal alışı ve bundan alınacak haz, muhafazakârlaşmadan bile daha büyük, yanılsamacı bir tehdidi, meczuplaşmayı beraberinde getirebilir. Hâlbuki meczuplaşmak çoğu zaman sahip olduğumuz aklın fazlasını talep eder. Beynin tümüyle özgürleşmesini, hayal kurmasını, boş zamanları geri almanın ötesinde boş zamanın ta kendisine dönüşmesini… Aslında hala Viktor Şklovski’nin “Bir hayat kurma ve onu düzene sokma gereğinin yol açtığı hoşnutsuzluğu arkamızda bırakmıştık; şimdi bakıyorum, mutluymuşuz da” sözleriyle (http://e-skop.com/skopbulten/pasajlar-devrimden-sonra/5437) olabilecek en saf naiflikte ifade ettiği, insanlığın en umut vaat eden ihtimali olmayı sürdüren 1917 ve ötesinin özlemi ile arayışının peşindeyiz. Bunu, bizim de dâhil olduğumuz, kimi iddialar taşıyan oluşumlardan hangilerinin başarıp başarayamayacağını hep birlikte göreceğiz, ya da, daha büyük ihtimalle, süreç ve sonuç, hiç birimiziniz, hiç kimsenin umurunda olmayacak.
Entelektüel karamsarlığın bir ihtimal aşılabilir olduğu düşüncesiyle,
Sanatla kalın dostlar.
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Ekim 2019 tarihli 142. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 4 Ekim tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
***
Görsel: Ren Nehri Su Arıtma Tesisi (1972) – Hans Haacke
Ren Nehri Su Arıtma Tesisi (1972) ve Krefeld Atık Su Triptiği’nden detay. Haacke, Batı Almanya’nın Krefeld kentindeki Haus Lange müzesinde iki ay boyunca sergilenen bu çalışmasında, Ren nehrinden gelen kirli suyu arıtan bir düzenek kurar. Arıtılmış su, içinde akvaryum balıklarının yüzdüğü bir havuza akar. Düzeneğe eşlik eden Krefeld Atık Su Triptiği başlıklı dokümanlarda, Krefeld belediyesinin her yıl Ren nehrine boşalttığı 42 milyon metreküplük atık su miktarında en yüksek paya sahip olan sanayi tesisleri kaydedilmiştir. Kaynak: T. J. Demos, “The Politics of Sustainability: Art and Ecology”’den aktaran, E-Skop, http://e-skop.com/skopbulten/antroposen-sanati-bir-dovus-sanatidir-paul-ardennele-soylesi/5450