1984 ve 1991’de gösterime giren, gişe başarısının ötesinde bilimkurgu türü çatısı altında birer janra olarak macera, gerilim ve hatta korkuya dair kodları ustalıkla bir araya getirerek izleyiciler ve eleştirmenler nezdinde büyük beğeni toplayan, James Cameron imzalı Terminator/Yokedici filmleri, aynı anda kültlük mertebesine ve popüler kültürün vazgeçilmezine dönüşerek kendine has bir melezliğe sahip oluyordu.
Bu büyük ilgi ve getirinin, yaratıcısı tarafından noktalanmış bir anlatıyı devam ettirmesi ise kaçınılabilir olsa da geç kapitalizm koşullarında kaçınılmazdı. 2003, 2009 ve 2015’te sözcüğün tam anlamıyla “yeltenilen” devam filmlerinin başarısızlıkları, özellikle yeni kuşaklar için Terminatör serisini önemsizleştirirken, ilk iki filmin hayranlarını hayal kırıklıklarına sürükledi. Her yeni filmle umutlanan önceki kuşakların heveslerini kursakta bırakan, tartışmasız kötü üç filmin ardından gelen yeni ve şimdilik sonuncu devam filmi Terminator Dark Fate/Terminatör Kötü Kader ise kendisini ilk iki filmin doğrudan devamı olarak tanımlarken aradaki üç filmi yok saymak gibi doğru bir kararla, bir zamanların çok sevilen filmlerinin mirasını kurtarma hamlesi gibi gözüküyor. Bunda hiç şüphesiz ilk iki filmi yazan ve yöneten Cameron’un yeni filmde yapımcı ve yazar olarak boy göstermesi ve yine ilk iki filmde oynayan ve Sarah Connor rolünde harikalar yaratan Linda Hamilton’un 28 yılın ardından bir kez daha karakterine bürünmesinin etkisi var. Terminator ve Terminator 2: Judgment Day filmlerinin başrolü olmasının yanında hayli başarısız devam filmlerinde de oynayan, oynamasa da dijital sürümler halinde yer alan Arnold Schwarzenegger’in bir kez daha yok edici cyborg T800’ü canlandırdığı ve en başından beri Schwarzenegger’in personasına katkı sağladığı gibi söz konusu personadan beslenenen serinin bu yeni filmini, ilk iki filmin kayıtsız şartsız hayranı olarak izledikten sonra, post punk grubu Lebanon Hanover’ın Schwarzenegger Tears adlı parçasını eşliğinde ağıt yakacağımızı düşünmüştük; yanılmışız. Sona saklamamız gerekeni başta dile getirmek gerekirse Terminatör Kara Kader, aslında 1991’de bitmiş olan ancak hırsıların hırsları nedeniyle çekiştirilen seriyi kurtarma harekâtı noktasında cesur ve başarılı bir halka. Emin olunamayan nokta ise bu tortunun, çok daha kötü bir film izleme beklentisinden mi olumluya dönüştüğü yoksa Yokedici’nin özüne yönelik beğenme eğilimimizden beliren bir hoşnutluk mu sağladığı? Muhtemelen her ikisi de geçerli. Öyleyse yanıtı biraz daha aramalı ve yeni filmi deşmeli.
Terminatör Kara Kader ile ilgili olumlu ve olumsuzluklara girmeden önce, Terminatör kültünü meydana getiren dinamikleri ve niçin hala, bunca kötü filmden sonra bile olumlanacak bir temel olduğunu açmakta fayda var. 1984 yılında, oldukça düşük bir bütçeyle, neredeyse B filmi tadında çekilen Terminator, bugün bile bir senaryo başarısı olarak okutulması gereken, çok katmanlı ve çerçeveli bir anlatı içeriyor. Soğuk Savaş’ın son düzlüğünde, meselenin gezegeni sayısız nükleer silahla tehdit eder olmanın da ötesine geçip, ABD muhafazakârlığı neticesinde Uzay Savaşları’na evrildiği 1980’lerde çekilen film, dönemin pek çok kaygı ve korkusuna uç bir öngörüyle yaklaşırken, klasik bir bilimkurgu veya distopyanın ötesinde bir konuma erişiyor. Genellikle muhafazakâr bir anlatı olarak işlenen distopyanın ABD kıstaslarına göre liberal sayılabilecek bir sürümü olan Terminator, nükleer silahlanma yarışı esnasında ABD’nin savunma sistemlerini Skynet adlı bir yapay zekâya teslim edişi ve kendi bilincine varan Skynet’in sistemi ele geçirdikten sonra önce Sovyetler Birliği’ne ardından tüm insanlığa saldırması sonucu yaşanan kıyamet gününden temelleniyor. Ne var ki James Cameron, bu karanlık fakat ilgi çekici noktada kalıp filmini kurgulamak yerine, gelecekte geçen bu anlatıda insanlığın John Connor adında bir lider arkasında örgütlenip Skynet ve onun yok edici makinelerine karşı savaş açtıklarını ve o savaşı kazanmak üzere oldukları bilgisini veriyor. Terminator filmi bu destanı da göstermenin derdinde değil. Çerçevesini, distopyadan ütopyaya uzanabilecek bir gelecek öngörüsüyle kuran yönetmen, savaşı kaybetme noktasındaki Skynet’in bir zaman makinesi inşa edip John Connor’ı henüz doğmadan yok edecek bir Yokedici’yi 1984’e, John’un annesi Sarah Connor’ı öldürmek üzere geçmişe yollamasıyla filmini başlatıyor. Connor önderliğindeki insanlığın, Skynet’in bu planını öğrenir öğrenmez Sarah’yı ve insanlığın geleceğini korumak üzere Kyle Reese adlı bir askeri aynı tarihe yollaması, sinema tarihinin en başarılı filmlerinden birini meydana getiriyor.
Görülebileceği üzere çok daha basit ancak dönemin sinemasına gayet de uygun, riski az çerçevelerde kalmak yerinde katman sayısı arttırarak çok daha özgün bir yaratım süreci içeren Terminator, 1991’deki – birçoklarına göre ilkinden de başarılı olan – devam filminde, John Connor’ı bu kez çocuk yaştayken öldürme amacı taşıyan Skynet tarafından yollanan sıvı metal yok edici T1000 karşısında gelecekteki Connor tarafından geçmişteki Connor’ı koruması için gönderilen T800’ün savaşını konu ediniyordu. Gelecek için savaşın günümüzde verilmesi gerektiğinden hareketle yazılan filmin başat önermelerinden biri de buradan filizleniyordu. Kaderci algıya karşı, bireylerin, kişilerin kendi yaptıklarının ötesinde, seçimlerinin üzerinde herhangi bir kader olmadığını defalarca farklı karakter ağzından dile getiren film, dindar çoğunlukçu ABD halkı için ayrıksı bir söyleme sahipti. Bu hattan ilerlercesine, 1980’ler gibi eril hegemonyanın ana akım Hollywood işlerinde belki de hiç olmadığı kadar öne çıkarıldığı bir dönemde, Sarah Connor karakterini öykülemenin merkezine yerleştirerek dönemi için radikal bir iş kotaran Terminatör filmleri, Linda Hamilton’un – özellikle ikinci filmde – günümüzde olsa ödüle boğulacağı sahnelemeleriyle sınıf atlıyordu. Aksiyon sahneleri ve görsel efektler noktasında şimdi bile yüksek bir çıta olarak belirleyiciliğini koruyan Terminator 2, James Cameron’un kurtarılmış bir gelecekte geçen, Sarah Connor’ın oğlu John ve torununu çocuk parkında izlerken gösterilen sahneyle* sonlanacakken, yönetmen serinin ciddiyetine yakışmayan bu “Hollywood ending”den vazgeçerek filmi kusursuzluğa kavuşturacak asıl son olan, gece karanlığını farlarla aydınlatarak yol alan insanlık motifiyle seriye noktayı koyuyordu. Tematik parklar için yine Jameron dokunuşlarıyla hazırlanan sinemasal evren dışı sonları** bir kenara bırakırsak, Terminator 2’deki bu çok daha zeki ve sinematografik son, birbirinden başarısız devam filmleri için de kapıyı aralık bırakmış oluyordu.
Söz konusu filmlerin ısrarla aynı olay örgüsünü taklit etme çabaları, kâh Sarah Connor’ı, kâh John Connor’ı öldürmeleri, zamanda yolculuğu adeta bir turizm şirketine dönüştürmeleri, Arnold’un T800’ünü güldürü unsuruna çevirmeleri, hayranlara hizmet adı altında pek çok sevilen ayrıntıyı sömürmeleri derken Yokedici’nin yok edilişi bitmek bilmeyen ve nasıl oluyorsa hala para getiren bir uğraş halini aldı. James Cameron ve Linda Hamilton’un seriye dönüşleri ve “asıl devam filmi” olarak duyurulan Terminatör Kara Kader için kolları sıvamaları elbette büyük heyecan yarattı ve yönetmen koltuğunda Deadpool ile büyük başarı toplayan Tim Miller’ın yer alışı beklentileri arttırdı.
Cameron başta olmak üzere kalabalık bir yazar/senarist kadrosunun filmde yer alışı, serinin ne kadar berbat bir hale getirildiğinin ve kaba tabirle temizlenecek pisliğin boyutunu gözler önüne seriyor. Senaryo ekibinde ayrıca, Gizemli Şehir (1998), Batman Başlıyor (2005) ve Kara Şövalye (2008) gibi son derece güçlü yapıtların yazımında yer alan David S. Goyer’in oluşu kayda değer bir ayrıntı. Kıyamet gününün durdurulması ve Skynet’in imhasıyla sonlanan Terminatör 2: Mahşer Günü’nü, 28 yıl sonra gelen devam filmi Terminatör Kara Kader’le bağlayabilme noktasında oldukça radikal bir hamleyle başlayan film, Meksika’ya gelecekten gelerek iniş yapan iki bilinmeyen figürle ilk soru işaretlerini sunuyor. 1984’te kötü yok edici olan Arnold’un T800’ünün devam filminde bu kez iyi olacağı gibi inanılmaz bir sürprizi 1991’de fragmanlarda açık ettiği yetmezmiş gibi, zaten başarısız olacağı aşikâr 2015 yapımı devam filminin tek kayda değer cesareti olan John Connor’un Skynet adına çalışır hale gelmiş nanoteknolojik bir cyborg olduğu bilgisini de fragmanda açık etmesiyle, bu noktada kötü bir üne sahip serinin bu yeni filmde benzer bir hataya düşmemesi ise sevindirici.
Mekanik dokunuşlarla geliştirilmiş bir insan olduğunu öğrendiğimiz Mackenzie Davis’in canlandırdığı Grace ile T800’ün metal iskeleti ile T1000’in sıvı metal dış yüzeyinin bir araya getirildiği, Gabriel Luna’nın canlandırdığı Rev-9’un Meksikalı Dani Ramos’un hayatta kalması ya da yok edilmesi ikilemiyle karşı karşıya geldiği filmde, gelecekten gelenlerin, anlatıya Terminatör avcısı olarak dâhil edilen Sarah Connor’ı tanımıyor oluşları izleyiciye Skynet’in olmadığı başka bir geleceğin şekillendiği bilgisini geçiyor. Skynet’in yok edilmiş olmasına rağmen insanlığın yapay zekâ ve o zekâların denetiminde silahlanma yarışlarını sürdürdükleri – bu noktada gerçekliği öncüleyen bilimkurgunun günümüzde bilimkurguyu öncüleyen gerçekliğe evrildiğini görmek gerek – gelecekte Lejyon adlı yeni bir yazılımın, Sarah’nın ikinci filmde oğlu ve T800 ile birlikte yok ettiği karanlık geleceğin yerini almış olması, gelecek için yeni bir savaşın şimdiki zamanda geçeceği bir alternatif anlatıya alan açıyor. Natalia Reyes’in canlandırdığı Dani’nin yeni bir Sarah Connor olarak öne sürüldüğü filmin sürprizlerinden biri, Dani’nin geleceğin liderinin annesi değil ta kendisi olması. 1984’te, Meryem Ana sembolizmiyle, babası bilinmeyen bir çocuğun, seçilmiş kişi olarak İsalaşan John Connor’un annesi olan, Sarah’nın merkezinde yer aldığı olay örgüsünün alternatifleşen sürümünde kahramanın bir kadın oluşu, gelecekten onu kurtarmaya gelen geliştirilmiş insanın da kadın olmasıyla bir araya geldiğinde Terminatör Kara Kader’in ucuz bir popülizme meylettiği düşünülebilir. Ancak politik doğruculuk baskısının olmadığı 1980’lerde kadın başrol ile hareket eden, 2003 tarihli başarısız devam filminde, her ne kadar seksapel amaçlı da olsa, kadın bir yok edici tercihinde bulunan ve yine başarısız devam filmlerinde kadın karakterleri John Connor’ın seçilmiş kişiliğini erişilebilirleştirmek pahasına öne çıkartan bir serinin, bunu yaptığı iddiası epey iddialı olurdu. Filmin güncel eğilimleri taşıdığı nokta ise kahramanlarını ve hatta kötüsünü de beyazlar yerine azınlıklardan seçmesi. Önceki filmlerde de Skynet’in yaratıcısı Miles Dyson rolü başta olmak üzere azınlıklara yer veren Terminatör serisinin bu son halkasında, Trump döneminin Meksikalılar özelinde daha da hırçınlaşan aşırı sağcı politikalarını Hollywood sınırları içerisinde taşladığı görülüyor. Trump’ın Meksika sınırına ördüğü duvar, göçmenlere layık görülen saldırgan politika ve uygulamalar ile kahramanların sınırı geçme teşebbüsleri esnasında görsel ve işitsel dil, filmde, aslında Cumhuriyetçi Parti üyesi olarak ünlenmesine ve hatta California’da valilik yapmasına karşın Trump karşıtlığıyla da ilginç bir beğeni toplayan Arnold’un varlığıyla da anlam kazanıyor. Ayrıca oldukça yüzeysel de olsa fabrikalarda makineleşmenin, gelişmekte olan ülkeler olarak nitelenen Meksika gibi adreslerde de işsizliğe yol açmakta olduğu ve bu sorunun çözümsüz bırakıldığı gibi veriler de filmin, ilk iki örneğinde olduğu gibi liberal bir tona kavuşmasını sağlıyor.
Terminatör Kara Kader, hibrit bir kurtarıcı olan Grace’in, Dani ve insanlık adına kendisini feda etmesiyle öne çıkarken hibritlik, hibritleşme olgusunun tek bir karakterden öte filmin tamamına sirayet ettiği, dahası bunu yaparken ilk iki filmin ötesinde yok saydığı devam filmlerinden bile yararlanıldığı bir örnek teşkil ediyor. Özellikle tarım ve gıda sahasında sıkça kullanılır olan hibrit sözcüğünün en basit karşılığı olan melez ifadesi, bir birleşmeye, olağan durumlarda yan yana gelmesi beklenmeyen en az iki farklı bileşene işaret ediyor. Grace’in Lejyon ile savaştığı gelecekte ağır yaralandığı bir anda, geliştirilmiş insan olmaya gönüllü oluşu, onu bir nebze makine olan bir insanımsıya dönüştürürken aslında 2009 tarihli Terminatör Kurtuluş’ta Sam Worthington’ın oynadığı hibrit karakterin benzerini ortaya koyuyor. Benzer şekilde, T800 ve T1000 birleşimi olan Rev 9 ise, 2003 tarihli Terminatör Makinelerin Yükselişi’nde Kristanna Loken’in canlandırdığı kötü yok edici TX’te görülen özellikleri taşıyor.
Aynı filmde kıyamet gününün kaderin ta kendisi olarak ifade edilişi ile serinin özüne ihanet edilirken karışan algılar, bu yeni filmde kaderin kişilerin ellerinde olduğu bilgisi, buna karşın insanlığın bir bütün olarak akıllanmaması nedeniyle Skynet değil de Lejyon adlı yeni bir kara kader ile yüz yüze gelmesinin kaçınılmazlığı ile hibritleşen bir önermeye dönüşüyor.
Filmin asıl hibritleşmesi, doğal olarak yaslanılabilecek en sağlam dayanaklar olan ilk iki filmden temelleniyor. Ki bunu Terminatör Kurtuluş’un ve Terminatör Genisys’in (2015) de denediğini söylemek şaşırtıcı olmaz. İlki, çözüm ve kapanış sahnelerinde özellikle 1984 tarihli filmin kadrajlarına öykünürken, ikincisi postmodernizmin şişeden/zıvanadan çıkışı misali ilk iki filmin sahnelerini, yeniden çevirme bahanesiyle adeta yeniden yorumlayarak mirasını paçavra haline getiriyordu. Postmodernizmin yok ettiği Terminatör serisini, gayet postmodern çağdan çıkma bir tabir olan hibitlik ile yeniden inşa etme, kurtarma gayesini zehrin ta kendisini panzehirleştirme olarak görmek gerek. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden ikisinin mirasını kurtarma amacında o iki filme defalarca dönüş yapmak gerekli bir tekrar ve gerektiğinde önlenilebilir bir hasar gibi okunabilir.
Sarah Connor’un anlatıcılığıyla başlayan ve karakter tanıtımları, ilk kovalamaca, sığınma, karşılıklı şüphelerin ortadan kaldırılışı, ikinci kovalamaca ve düellovari son ile film apaçık şekilde 1991 tarihli filmin izleğini takip ediyor. Ayrıca, her ne kadar bir noktada Makinelerin Yükselişi’nin sonunu da çağrıştırsa da, sözel olarak da görsel olarak ve en önemlisi çekim ölçekleri açısından da Terminator 2’nin tıpatıp aynısını gözler önüne seriyor. Hatta James Cameron’un son anda vazgeçtiği – ve onun yüzünden kötü devam filmleri izlemek yetmezmiş gibi bu kadar uzun, sıkıcı ve karmakarışık yazılar yazmak zorunda kaldığımız – çocuk parkında geçen “Hollywood ending” sonu da Terminatör Kara Kader’de gerçekleşmekte. Tüm bunlara ek olarak Dani karakteri üzerinden yeni izleyicilerin, Sarah karakteri üzerinden eski kuşağın yeni olay örgüsüyle ve gelecekle ilgili bilgi alışverişlerinin kovalamacalar arasına ustaca yerleştirilmesi, otel odalarında yaşanan aydınlanmalar ve geriye/ileriye dönüşler ile filmin filmlik zamanda sonuna tekabül eden araba ve yola koyulma anının, hem Dani hem de Sarah Connor’ı da içermesi noktasında 1984 tarihli ilk filmin parçaları olduğu görülüyor. Yine ilk iki film üzerinden, serinin çokça sevilen “Geri Döneceğim”, “Yaşamak istiyorsan benimle gel” ve daha pek çok irili ufaklı göndermesi yeni filmde de yer almakla beraber çoğu yerde ters köşe tercihler ve zekice yeniden uygulamaları filmin hayranlarını memnun etme noktasında kolaya kaçmak yerine cesur davrandığını gösteriyor. Benzer bir cesareti göstermeye çalışan ancak oldukça ucuz ve kör göze parmak politik doğruculuğuyla da beraber akla geldiğinde, sabun köpüğü doğasını daha da pekiştiren yeni Yıldız Savaşları üçlemesi (2015-2017-2019) düşünüldüğünde Terminatör Kara Kader, eski ve yeninin hibritleştirilmesi neticesinde, elbette başyapıt olmaktan çok uzak fakat ilk iki filmin mirasını kurtarma amacında başarılı bir yapıt.
Tüm bunlara rağmen filmin beklentileri karşılamadığı ve hatta yok saydığı başarısız üç filme göre gişede başarısız olduğu gerçeğinin gerekçeleri nerede aranmalı? Bu gerekçeler seriyi bir bütün olarak çıkmaza sokan öğeler olarak elbette yeni filme de yansımış durumda. Öncelikle ilk iki filmin, olay örgülerinin geçtiği dönemlerin ruhunu pek çok açıdan yansıttığı görülüyor. En hafif yaklaşımlarla, ilk filmin tech noir ve post punk gibi 1980’lerin sonrasında ve şimdilerde defalarca gün yüzüne çıkartılan karakteristik öğeleri taşıdığı söylenebilir. İkinci filmin ise rap’te Public Enemy, rock’ta Guns ‘n Roses beraberinde 1990’ların ana akım karşıtlığı ve yüzeysel de olsa muhalifliğine dair motifleri taşıdığı ortada. Takip eden iki on yıl olan 2000’ler ve 2010’ların ise 1980’ler ve 1990’lar karakteristikliğinde olmayışı, hatta Retro adı altında önceki iki on yıla öykünmeleri, devam filmlerinin kült görünümlere kavuşamamalarında bir etken. Ancak asıl belirleyici gerekçe, insanlığın teknolojiyle ilişkisinin distopik öngörülere uygun işlemeyişi – veya tam da o öngörülere uygun işleyişi – . Soğuk Savaş ve nükleer silahlanmanın gezegeni ve türleri yok oluşun eşiğine getirdiği bir dönemde, bu doğrultuda bir distopik öngörünün karşılığı varken Soğuk Savaş’a nazaran daha fazla nükleer silahın hâlihazırda patlamaya hazır bulundurulduğu bir gezegende, bu korkunun nasıl oluyorsa aşıldığı bir aşamada, nükleer felaket öngörüsünün ne yazık ki güncel bir karşılığı olmuyor. Dahası, ezberletilenin aksine, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda teslim oluşunun bile ABD tarafından iki kentine hunharca atom bombası atılmasından çok Kızıl Ordu’nun olası işgaline dur demekten kaynaklandığı bilgisi, belki de tür olarak nükleer silahtan daha büyük korkularımız olduğunu gösteriyor; komünizm gibi! Teknolojiye karşı tepki ve moderniteye yönelik şüphe, endişe ve kuşkudan hareketle Mary Shelley’nin Frankenstein’dan bu yana teknofobik öğeleri, çoğunlukla muhafazakâr anlatılarla işleyen bir tür olarak bilim kurgunun, teknolojiye ucuzca muhtaç olunduğu, özellikle yeni kuşaklar için teknolojinin en ufak bir ürkütücülüğünün olmadığı – asri – şimdiki zamanlarda, klasik türsel kodlarla karşılık bulması olasılık dâhilinde değil. Orwell’in 1984’nün nicedir gerçek olduğu ve yazılı bile olmayan gönüllülük yasasıyla, türümüzün büyük çoğunluğunun izlenimci röntgenciler halini aldığı bugünlerde, aslında hazırlanılması gereken distopik kurgunun Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı olduğunu kabul etmek durumundayız. Böylesi cıvıl cıvıl, pastel bir distopyada, gri gündüzlerin, karanlık gecelerin, despotik iktidarların, katledilen milyonların ve insanlığa savaş açan makinelerin distopyasının alıcısı, şimdilik bulunmuyor. Kaderciliğe oynayan Terminatör Makinelerin Yükselişi ile bu kaderciliği kabul eden Terminatör Kurtuluş ve bu kaderi internet ve nanoteknolojiyle buluşturmak gibi buram buram zekâ(!) kokan Terminatör Genisys aksine Terminatör Kara Kader, eski kuşakların teknofobisini cesurca kucaklayıp öz anlatısını sürdürürken aslında gişe bozgunu yaşamasına sebebiyet verecek hedef kitle seçimini de yapmış oluyor.
Yine de Terminatör’ün bir bütün olarak geçmişte kalan bir bilimkurgu olmasından alınacak dersler arasında, yukarıda andığımız başlıklara ek olarak, bilim kurgu türünde tarih vermenin yanlışlığı (bakınız; 1985 ve 1989’da çekilip 2015’te geçen Geleceğe Dönüş ve 1982’de çekilip 2019’da geçen Blade Runner başyapıtlarının günümüzde geldiği hal) ve internet teknolojisinin öngörülememiş oluşu (bakınız; Makinelerin Yükselişi’nde TX’in çevirmeli hatla internete bağlanma çabasının güldüremeyen güldürü unsurluğu) gibi basit ancak belirleyici hataların da yer aldığını belirtmek gerek.
Büyük ihtimalle ilk iki filmin hatırına, olağan koşullarda beğenmezliğe yol açması beklenen hibritlik düzeyinin bile beğeni unsuruna dönüşmesiyle içimize sinen Terminatör Kara Kader, Skynet’in yok edilmesine rağmen başıbozuk kalacak şekilde, gelecekten bir ara gönderilmiş bir yok edici eskisinin varlığı ve o varlığın ilk iki filme devam sağlama babında büyük ihtimalle film maratonu şeklinde 1984-1991-2019 izleği yapıldığında hayranları çileden çıkartacak şekilde kolaya kaçan ancak Arnold’u başka türlü dâhil edecek öykü bulamama nedeniyle uygulanan senaryo hilesiyle de dikkat çekiyor. Tüm bunlara karşın aksiyon sahnelerindeki kurgu ve çekim yetkinlikleri, Robert Patrick’in 1991’de eşsizce canlandırdığı T1000 oyunculuğunun aşılamayacağı bilinciyle Gabriel Luna’nın Rev 9’uyla getirilen saygı duruşu sahnemeler, bilimsel ve kurgusal olduğu kadar dramatik ve komedi unsurlarını da başarıyla harmanlayan film, serinin tematik müziğinin çalınmasıyla da nostaljik bir sona yol alıyor ve yol açıyor.
Bu noktada en başta andığımız post punk grubu Lebanon Hanover imzalı Schwarzenegger Tears’ı, hem de İspanyolca alt yazılı olarak dinleyip nostaljiden beslenen haklı hüzne kapılarak dinleyebiliriz. Ne de olsa politik doğruculuk ve hibritlik yeni teknolojiler sayesinde ayağımıza gelmiş durumda. Neden paylaşılmasın ki;
Son olmasını umduğumuz ve aslında keşke 1991’den sonra hiçbir devam filmi olmasaydı “what if”li muhalefet şerhimizle beraber, Terminatör Kara Kader’in kapanışında, John Connor’ı haklı olarak anarak veda eden T800’ün (ya da Carl’ın) son sözlerine karşı Sarah Connor’dan da “Kyle Reese için” karşılığını beklediğimizi not düşelim. Hem daha hibrit hem de daha nostaljik olmak adına hem de Michael Biehn’in unutulmaz sahnelemesine saygı duruşu yerinde olurdu ve muhtemelen yıllandığı kabul etmeyen bizler, filmin sonunda örtbas ettiğimiz göz yaşlarımızı tutamazdık. Gayri ciddiyet bir yana, filmin olumlu ve olumsuz tüm yanlarının ötesinde bizce en önemli yanılsaması, insanlığın olası ve tekno-karanlık bir gelecekteki kurtuluşunu, başkaldırısını tek bir kişiye, bir kahramana yaslamaktaki ısrarı. Yüzbinlerce yıldır yer kürede devinen bir tür olarak, Terminatör ve pek çok bilimkurgu distopyasının öngördüğü teknolojik felaket ve meydana gelen boyunduruğa insanlığın topyekûn olarak boyun eğeceğini ve ancak bir kişinin kahramanlığı altında başkaldırıp direnişe geçeceğini düşünmek, efsanevi bir tını yaratmakla beraber gerçekçi değil ve her ne kadar umut aşılama amacı taşısa da umudu azaltan bir söylev. İnsanlık eskiden de şimdi de gelecekte de kahraman bireyleri içerecek şekilde ilerici, devrimci toplamlara sahip bir tür olarak umudu da, tıpkı yıkımı da olduğu gibi, varoluşunda taşıyor. Dolayısıyla yer yer oldukça cesur ve yenilikçi bir halka olan Terminatör Kara Kader, nasıl ki Skynet yok olmuş olsa da başka bir ad ve başkalaşmış görünümlerle, Lejyon altında benzer bir karanlık olasılığını kabul ediyor ise John Connor veya Dani Ramos, beyaz ya da azınlık fark etmeksizin, insanlığın liderlere, öncülere her daim kavuşacağı gerçeğini de kabul etmeliydi. Ve buradan hareketle Dani karakterini pekâlâ öldürebilmeli ve geleceğin her an yazılabilir oluşuyla kader karşıtlığını perçinlemeliydi.
Tabi bu beklentimiz adına yeni bir Terminatör filmi bekler olmadığımızı, mümkünse bir daha seri ile ilgili hiçbir şey yapılmamasını talep ettiğimizi yüksek sesle dile getirmeliyiz. Zira kaderimizde, gerçekten yeni bir Terminatör olmamalı. 1991’de, zirvede bırakılamadıysa, en azından 2019’da eteklerinde bırakılmalı. Serinin yaratıcısıyken kurtarıcısına dönüşen James Cameron’dan böyle bir hatanın meydana gelmeyeceğini ummaktan başka çaremiz yok.