Bu yıl 56.’sı düzenlenen ve “öze dönüş” teması ile iki yıldır olmayan ulusal yarışmanın da geri dönmesiyle sinemacılar için başka türlü bir önem taşıyan Antalya Altın Portakal Film Festivali sona erdi. Bununla beraber, Türk sinemasının özünden çok şey kaybettiği de bir kez daha ortaya çıktı. Öz nedir peki?.. Festivali düzenleyen Antalya Büyükşehir Belediyesi ve festival komitesi için Türk filmlerinin yeniden yarıştırılması elbette; ancak, bence bu öz, bugün dönüp baktığımızda çoğu zaman beğenmediğimiz Yeşilçam yıllarında bile bugünkünden daha ileride olan, sinemanın ülkenin politik ve toplumsal gündemine koşut ve fakat belli bir estetiğin de göz ardı edilmediği sinema anlayışıdır.
Neoliberalizmin milyonlarca insanı nefessiz bıraktığı ve bu bunaltının da son raddesine ulaştığı bir ülkede, hâlâ ve hâlâ üst-orta sınıfların yaşamlarından kesitleri, hep aynı şekilde ve yaratıcılıktan uzak biçimde seyirciye sunmak, neden sinemacılara bu kadar cazip geliyor, anlamak güç. “Beyaz Türk” eleştirisi okumak, görmek isteyen, “muhafazakâr-demokrat camianın entelektüelleri”nin kuyruğuna girer zaten; buradan “bizimkiler”e ekmek çıkmaz, bunu artık anlamaları gerekir.
Festivalde ulusal yarışma kategorisinde yer alan filmlerdeki tematik benzerlik hatta aynılık, yönetmenlerin ünlü oyuncu oynatma merakı, muhalif görünme çabaları beni oldukça rahatsız etti. Bir sinema yazarına, bu yılki festivaldeki filmlerin konusunun eşcinsellik ve Suriyelilerin ülkemizdeki durumu olduğunu düşündüğümü söylediğimde, kendisi gülmekten cevap veremedi. Bir dönemin, Kürt sorununa olan merakı, şimdi bunlara evrilmiş durumda. Sivil toplumcu, kimlikçi sol liberallerin cephaneliği siyaseten çoktan tükendi; ama bunların, sol cenahın okuryazarlarının zihninde yarattığı tahribat kolay giderilmeyecek, bu açık.
Kısaca birkaçına değinmek gerekirse, festivalde izlediğimiz yerli filmlerin ve senarist, yönetmenlerinin yaratıcı, özgün, yenilikçi olduklarını söylemek güç. Az önce belirttiğim üzere, üst-orta sınıf insanların yaşamlarından kesitlerden ibaret bir görüntü demetinden oluşuyordu filmlerin çoğu. Leyla Yılmaz’ın Bilmemek filmi örneğin. Dünya sinemasını takip edenlerin tümünün, Andrey Zvyagintsev’in 2017 yapımı Sevgisiz filmine oldukça benzer bulacağı bu filmde, bir şirkette üst düzey yönetici olan Sinan ve toplumsal konulara, özellikle mültecilerin durumuna duyarlı bir doktor olan Selma’nın aile içi iletişimsizliği, iş yaşamlarındaki sorunları, cinsel uzaklıkları; arkadaşlarınca eşcinsel olduğu suçlamasıyla dışlanan oğulları Umut’un hikâyesiyle paralel işleniyor. Ama bu öyle klişelerle yapılıyor ki, Bilmemek, üst-orta sınıfları anlatan bütün yerli filmlerin bir kolajına dönüşüyor: Garson azarlamalar, çocuğuna akıl vermeler, karısına terslenmeler…
Yine başka bir örnek, Maryna Er Gorbach ve Mehmet Bahadır Er’in yönettiği, Omar ve Biz filmi. Yeni emekli olmuş bir subay, ailesine ve etrafındakilerle oldukça sert, faşizan söylemlerle ilişki kuran İsmet’in, iki Suriyeli mülteci ile arasındaki yakınlaşmanın hikâyesini içeren film, insani duyguların siyasal bakış ve duruşların üstüne nasıl çıkabileceğini, emekli bir askerin mültecilerle dost olabileceğini anlatıyor. Anlatıyor ama 2001’de yine Antalya’da en iyi film ödülü dâhil beş ödül kazanan, o dönem oldukça ilgi çeken, Handan İpekçi’nin Büyük Adam Küçük Aşk filminin gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor. Sinemada her şey bir kez yapıldığında güzel oluyor; ikincisi parodiden başka bir şeye benzemiyor.
Hakeza Ali Aydın’ın Kronoloji filmi; büyük bir şirkette mimar olarak çalışan, yüksek gelirli, saygın bir kişi olan Hakan’ın; eşi Nihal’le arasındaki hegemonik ilişkinin, bazı nedenlerle çıkmaza girmesini ve sonrasında cinayete kadar gidecek olayları anlatıyor. Üstelik bu vasat anlatı, bir de gerilim unsurları ile tahkim edilince, iş iyice sıradanlaşıyor. Başrollerde oynayan Birkan Sokollu ve Cemre Ebuzziya’nın ortalama seyirci nezdindeki bilinirliği yönetmeni tatmin etmemiş olacak ki, Ali Aydın, şimdilerde her üç filmin birinde görmeye alıştığımız Serkan Keskin ve Tansu Biçer’le kadroyu kuvvetlendiriyor; ama yine de yetmiyor.
Kazananlara gelirsek… Yukarıda birkaç örnek verdim, festivalin genelinde gösterilen filmler, birbirine oldukça benzer ve vasattı. Benim için öne çıkan iki film vardı ki, bunlar da büyük ödüllerin tamamını aldı. Ancak bunlardan özellikle birinin başarısı, diğerlerinin zayıflığından değil, şahsına münhasırlığındandı, bunu söylemekte fayda var.
Ulusal yarışmanın altıncı filmi olarak gösterilen, Ümit Ünal’ın Aşk, Büyü vs. filmi, ilk gençliklerinde birbirine âşık olan iki adalı kadının hikâyesini anlatıyordu. Senaryoda aksaklıklar olmasına rağmen, Ünal’ın deneyimi ve sinema dili; iki başrol oyuncusunun üst düzey oyunuyla birleşince film diğerleri arasında zaten öne çıktı ve ödüllere de uzanmış oldu. Aşk, Büyü vs. SİYAD jürisince, yani Türk sinemasının abi ablalarından oluşan bir ekipçe, en iyi film seçildi. Yine ulusal yarışmadaki jüri özel ödülü de Küçük Şeyler’le birlikte filmi gitti. Özetle, Ümit Ünal küstürülmedi.
En iyi kadın oyuncu ödülü de bu filmdeki oyunuyla Selen Uçer’e verildi, benim favorim de zaten kendisi idi. Ancak Uçer’in partneri Ece Dizdar’ın da bu ödülü hak ettiğini düşünüyorum. Çekmeceler (2015) filmindeki olağanüstü performansını da hatırladığımızda, Dizdar’ın hâlihazırda sinemanın en iyileri arasında olduğunu söylemek gerek.
Seyirci özel ödülünü ise Bilmemek aldı. Televizyon seyircisinin yakından tanıdığı Yurdaer Okur’un yine biraz dizi oyunculuğuna yaslanarak ama gayet başarıyla oynadığı karakterin film içindeki diyalogları, salonda epeyce beğenilmişti zaten. Filmin ardından seyirciden gelen reaksiyon da ödülün ipuçlarını vermişti. Burada not edelim, Onur Ünlü’nün bol renkli, bol silah sesli, cinayetli, kanlı, sevişmeli, gülmeceli Topal Şükran’ın Maceraları da yine izleyicilerce en çok sevilen filmlerden biriydi. Eğer Onur Ünlü fanları biraz daha organize olsalardı, filmin bu ödülü alması muhtemeldi.
Bilmemek filminin kadın oyuncusu Senan Kara’nın ilk sinema filminde gayet başarılı olduğunu, oynadığı karakterin naifliğini zorlanmadan yansıttığını da not edeyim. Kara’nın güzel yüzü, kentli tavrı, başarılı oyunu ile, Türk sineması, çok iyi bir kadın oyuncu kazandı bence.
Yarışmanın onuncu ve son filmi olarak gösterilen Bozkır ise, az evvel belirttim, diğer filmlerle mukayese edilmeden de öne çıkan, bence iyi de bir yapımdı. Daha önce piyasa filmlerinde çalışan Ali Özel, kamera titretmeden, her sekansın sonunda drone uçurmadan görüntü alınabileceğini; şiirsel konuşmalar, felsefi tartışmalar yapılmadan da karakterlerin ruh haletinin seyirciye aktarılabileceğini; bozkırın ortasında üç dört kişinin aile içi yaşantılarının dahi ciddi bir anlatıya, sinemaya konu olabileceğini; estetiğin biçimsellikten ibaret bir şey olmadığını gösterdi Bozkır’da. Daha doğrusu, hatırlattı.
Benim favori olarak gördüğüm, sinema eleştirmenlerinin neredeyse hiçbirinin şans vermediği ve dahi ilk beş listelerine bile almadığı; ancak jürinin neredeyse tüm dallarda oy birliği ile ödüllendirdiği Bozkır, en iyi ilk ve en iyi film seçilirken; Ali Özel en iyi yönetmen ve senarist ödüllerini kazandı. Özel, Film Yönetmenleri Derneğince de en iyi yönetmen seçildi. En iyi görüntü yönetmeni, en iyi müzik, en iyi kurgu, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı oyuncu ödülleri de film ekibine gitti. Toplamda on bir ödülle taltif edilen Bozkır’ın yönetmeni Ali Özel’in, şiirsel dilini doğadan ama en çok da doğanın insan ruhuyla bütünleştiği noktadan teşkil ettiği çok açık; bu dilin artık kentte de kurulması gerekliliği de aynı şekilde. Ali Özel buna talip olur mu, yoksa orada mı kalır, göreceğiz.
Bozkır, elbette ki bir şaheser değil, kabul; ancak filmin iyi olduğu da aşikâr, eleştirmen tayfasının bu kadar sinirlenmesine de gerek yok bence. Ancak bu sinirin altında, kendilerindeki Zeki Demirkubuz alerjisi olduğunu unutmayalım.
Tabii, filme daha çok ödül verebilmek için, jürinin ısrarlarıyla, festival komitesinin, festival yönetmeliğinin bazı maddelerini fiilen ılga etmesine gerek var mıydı yok muydu, tartışılır.
En iyi film, senaryo, yönetmen ödüllerinin yanında, filmin beş oyuncusunun üçünün ödül alması bence daha tartışmalı bir konu iken bunu hiç kimsenin konuşmaması da tuhaf. Bozkır’ın atmosferi jüriyi o denli etkilemiş ki, filmde hiçbir kusur bulamamışlar sanırım.
Yönetmen, ödül konuşmasının bir yerinde, artık sahneye çıkıp yerine dönmekten yorulduğu anlarda, jürinin bir filme bu kadar teveccüh göstermesinin büyük cesaret olduğunu söyledi. Öyledir ya da değildir; ama Zeki Demirkubuz’un diğer filmleri sevmesini beklemek mantıklı olmazdı zaten.
Bu vesile ile jüri ekibine ilişkin de bir iki şey söyleyeyim. Edebiyat ve sinemaya ilişkin yarışmalarda bulunan kişilerin zaman zaman, hatta sıklıkla tartışıldığını biliyoruz. Ancak bu duruma, “ilginç” kişilerin orada bulunmasına şaşırmak çok da mantıklı değil. Bu işler artık böyle. Yine de değinmeden geçemeyeceğim, Latife Tekin mevzuu var.
Zeki Demirkubuz’un Altın Portakal’da jüri başkanı olması, sektördeki oligarşik yapının bileşenleri dışında kalan dürüst sinemacı ve sinemaseverleri sanırım sadece sevindirir. Görüntü yönetmeni Emre Erkmen’in jüri üyeliği de öyle. 31 Mart’tan sonraki fiili durumla beraber, “ünlü ve muhalif” kontenjanından Mert Fırat ve “ünlü ve muhalif ve kadın” kontenjanından Şebnem Bozoklu’nun jüriye dâhil edilmesini, Chp’nin muktedir olduğu alanlarda, İmamoğlu’na destek tweet’lerinin bir karşılığının olacağının “sanat camiası”na sezdirilmesi olarak okuyabiliriz, burada da bir soru işareti yok. Ancak, Ahmet Altan’la beraber, edebiyatı araçsallaştırarak Türk soluna küfretme geleneğini başlatan Latife Tekin’in orada olmasında bir sorun var. Bunu tabii ki laf olsun diye yazıyorum. Türkiye’de edebiyat ve sinemayı ele geçirmiş, solcu etiketli lobilerin tercihinin Tekin olması şaşırtıcı falan değil. Ve şunu da anladık ve gördük ki, Can Yayınları’nın artık film festivallerinde de bir locası, koltuğu var, hayırlı olsun.
Demirkubuz’un okuduğu, önceden hazırlanmış ve her satırı Latife Tekin’in kaleminden çıktığı aşikâr olan bir metin duyduk ödül töreninde. Ödülleri belirlerken, jüri üyelerinin, mealen söylüyorum, “muhteris ve kifayetsiz muhalif görünümlü gruplar” ne der, diye düşünmedikleri anlatılıyordu o metinde. Üzerine alınmayan yumuşak solculara, sınıfa karşı sınıf iddiasını çöpe atanlara, radikal demokrasi labirentlerinde yolunu kaybedip kimlik siyasetinden devrimcilik çıkarmaya çalışanlara söylenecek bir şey yok elbette; ama film izlerken, festival takip ederken bile sol liberal, küfürcü abladan azar işitmek sadece beni mi rahatsız ediyor bu ülkede? Yoksa herkes, Latife Tekin’in küfür romanlarını büyük edebiyat metinleri diye etrafındaki genç çocuklara okutan Aydın Çubukçu’nun arkasına mı saklandı?
Bir de ön jürilik müessesesi var ki, bunun da kimlerden ve ne şekilde oluşturulduğunu merak etmiyor değilim. Acaba, festivale kabul edilmediği için gösterim olanağı bulamayan ve rafa kaldırılan kaç tane film, sinemadan vazgeçen yönetmen var? Ya da var mı? Maalesef bilemiyoruz.
Her şeye rağmen, Altın Portakal’ın ulusal yarışmasına kavuşması önemlidir. Umarım, bu festival, yapısal düzenlemelerle, özellikle genç sinemacıların önünü açacak hale getirilir ve sol liberal siyasanın izlerinden arındırılır. Ve umarım, bu festivalde, Zerre (2012) gibi, Sarı Sıcak (2017) gibi filmleri de görebiliriz.
Son olarak, her ne kadar Bozkır ve jüri özelinde tartışmalar başlamış ve devam etmekte ise de bence asıl konu Türk sinemasının durumudur. Festivaller ve ödüller her zaman konuşulur; ama diğer ve daha elzem olan konu, yani sinemamızın vasatlığı, daha yakıcı. Eleştirmenler, Zeki Demirkubuz’un intikam aldığını söyleyedursunlar, Bozkır, tekrarla, festivalin en iyi filmiydi, bu net. Ama Türk sinemasının durumu hiç net değil. Buradan nereye varılır, bilemiyorum. Şu kesin ama: Nuri Bilge Ceylan bu yükü tek başına taşıyamaz.