Azizm Sanat E-Dergi’nin 145. Sayısı Yayında

Azizm Sanat Örgütü’nün aylık yayın organı Azizm Sanat E-Dergi’nin 145. sayısı yayında. Eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekliyoruz;

İçindekiler

Editörden s. 6

Boğulmuşların Üçlemesi – Batuhan Suiçmez s. 10

Yaşasın Ütopya – Ersin Yurtseven s. 16

Anımsama – Nilay Yıldırım s. 34

Uzamsız Usta Uzamları – Ziza Rumas s. 36

Yas – Nilgün Zülfü Işık s. 39

Yaşam Terapisi – İsmet Şengül s. 41

The Irishman’i Scorsese Eleştirse, Bir Kral Daha Çıplaklaşır mı? – Onur Keşaplı s. 48

***

Editörden

Kendimizi nasıl da önemli hissediyoruz öyle değil mi bir yılı geride bırakmayı başarıp yenisine adım atarken? Hele de o yıl bir on yılın kapanışı ve yenisinin açılışına denk geliyorsa. Ya da bir asrı veyahut bin yılı! 20 yıl önce eş zamanlı olarak yüz ve bin yılın kapanışına şahit olmuş kuşaklarız ne de olsa. Jennifer Lopez, Waiting For Tonight adlı, günümüz popüler terörü karşısında “başyapıt” yanılsamasına neden olabilecek parçaya imza atmıştı, hatırlanacağı üzere. Ucuz bir alaycılık ile yılbaşı kutlamalarını hafife almanın peşinde değiliz. Aksine, sonlar ve ilkler arasında yaşadığımız bireysel hüzünheyecanların kitleselleşmesi, insanlık idealinin en azından ortak paydaşlık gösterebilmesi açısından kayda değer olduğunu düşünüyoruz. Ne de olsa zamanı bölmek gibi muazzam bir meydan okumayı başarmış bir türe mensubuz. Aydınlanmanın akılcı gücü sayesinde, yirmi dört saat, üç yüz altmış beş gün gibi haklı bölmeler kadar, yedi gün gibi ne idüğü belirsizlerin de oluşu zaman olgusunun soyut somutluğuyla baş başa bırakıyor ölümlü belleklerimizi. Milyarlarca insanın “vakit nakittir” gibi klişe bir mecazda bir araya gelmesinde, zamanı somutlaştırma zorunluluğu yatmıyor mu? Yine de ne kadar somutlaştırabilirsek somutlaştıralım, git gide ucuzlaştırılan zamanın göreceliği yaklaşımıyla da beslenerek bir bilinmeyen olmaya, mucizevi kalmaya devam ediyor, tüm aydınlanmacı kazanımlarımıza rağmen. Morrissey ve Siouxsie Sioux’nun zamanı bir rüya olarak yorumlayışı bizi kamaştırmıyor mu Interlude’da? Geçmiş-Şimdiki-Gelecek olarak üç parça ya da Geniş şekliyle tek parça halinde yutmaya/yutturmaya çalıştığımız zamanın, geç kapitalizmin işlevsiz sürati ve bitmek bilmeyen boş zamanlar korkusu nedeniyle şimdiki zamana çakılı hale getirilişine boyun eğmemiz nasıl açıklanabilir? Zaten algılamakta güçlük çektiğimiz bir çerçeveyi “anı yaşa”yarak rafa kaldırmamız pekâlâ anlaşılabilir. Yine de, şimdiki zamanın aslında mümkünatsız oluşundan hareketle yitirdiğimiz ve/veya hiç yaşamadığım anları tekrar tekrar kurgulayıp yaşar hale gelmek, Leibniz’in “şimdiki zaman gelecekle doludur” sözünü akla getirmiyor mu? Felsefe gibi sanat da bu amansız ve mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu kovalamacada bir dayanak, bir yoldaş oluyor neyse ki. Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ün de Alexander’ın “Yarın ne kadar sürer”ine Anna’nın filme adını veren cümleyle karşılık vermesi, başlı başına bir yanılsama olabileceği gibi kurgu becerimizin katsayılarımıza göre gayet haklı bir hakikat halini alamaz mı?

Tüm bu safsatayı, 145. sayımızda “zaman” dosyasını işlediğimiz tuzağını hazırlayan tüm bu safsatayı yazma sebebimiz bizleri kurcalayanların sizin de huzurunuzu kaçırmalarını temenni etmemiz kadar, aslında basit bir talepten kaynaklanıyor; zamanı daha akılcılaştırabilme ve bu sayede mutlak surette, iğdiş edilmemiş ya da sömürülmemiş bir hayal gücüne teslim edebilme amacı. “Milat” olarak kabul edileni kabul etmeme tepkimesiyle başlanmalı pek çok şeye. Doğumu kadar yaşamı, varoluşu şaibeli bir figürün dünyaya geldiği iddia edilen anı, “milat” kabul etmek kabul edilemez bir şaka gibi; “bu kadarı da olmaz” dedirtecek cinsten hani. Kaldı ki anlatılanlar doğru olsa bile evrenselliği veya küreselliği bir an bile hedeflenmiş olmasına rağmen karşılanmamış bu doğumun tüm insanlık için bir başlangıç, bir sıfır noktasını olacağının kabulü kabul edilemez. Bizce eğer ille de bir milada ihtiyaç duyuyorsak, buna yazının bulunuşu ile başlanabilir, daha sonra yeni milatlara varmak kaydıyla. Yazının başlangıcı tam olarak an halinde değerlendirilemiyorsa o noktada hayal gücümüz devreye girebilir ve yuvarlak bir rakamda, örneğin yedi binde, anlaşabilir ve insanlığın ortak bir hayal gücüne sahip olabileceğini tüm evrene iletebiliriz! Ne de olsa bir bakireden doğduğu iddia edilen, yeryüzünden kayıtsız/izsiz geçmiş bir üç harfliyi milatlaştırarak, tür olarak bir masala inanma becerisini evrene zaten iletip el âleme rezil olmadık mı, ne kaybedebiliriz ki? Ama ne kazanacağımızın merakıyla kaplanmayı tercih edebiliriz de. Tıpkı Walter Benjamin’in, Pasajlar’da yaptığı gibi. Tarihe – ve aslında bir bakıma zamana – tarihsel materyalist bir yöntemle yaklaşmayı öneren Benjamin’e göre geçmiş, şimdilerde her zamankinden de yaygınlaşan bir uygulama halini alan nostaljik bir güvenli bölge sunmaktan fazlasına tekabül etmelidir. Sovyet sinemasının kuramsallaştırdığı montaj kavramını alıp edebi montaj haliyle hemen her şeye uygulayan Benjamin için geçmiş, olmuş olduğu gibi kabul edilecek bir donukluktan ziyade şimdide parlayarak beliren anılar haliyle, kolektif düş gücüyle harmanlanarak yeniden kurgulanabilir, böylelikle egemen sınıfın ganimeti olmaktan çıkıp bugünün deneyimiyle yeniden inşa edilebilirdir. Bireysel ya da toplumsal olarak, yitirilmiş geçmiş anlar gerçek olsalar bile onları şimdiki zamanda alımlarken yitirmeye devam etmek geleceği de yitirme tehlikesini barındırır. Hâlbuki gelecek ve geniş zaman, tamamlanmamış kurgularıyla montaj kuramına ve Benjamin’in diyalektik imgelerine açık haldedir.

Bu sayımız, ütopyasıyla beraber gelecek ülküsünü de yitiren türümüze ütopyasını geri getirmek gibi büyük bir iddiası olmayan, ancak ütopya fikrinin henüz tam olarak toprağa gömülü olmadığını da kanıtlayan, genç bir kalemin öyküsünü içeriyor. Ayrıca anımsatıcı bir şiir ile anı öznelleştirerek üç parçaya ayırıp tıpkı zamanı üç dilime bölen hamleyi hatırlatan şiirsel bir üçlemenin yanında, yaşayan(!) en büyük(?) yönetmen Martin Scorsese’nin son filmi The Irishman üzerine kapsamlı eleştirimize de bakınca, bu sayımızın içeriğini, sanki deneme tadındaki girizgâhımıza göre yontma çabamız iyice ayyuka çıktı. Gerçi tüm bunlar akışta, kurgumuzda meydana geldi. En azından dürüstüz ve okurlarımıza montaj kapasitemiz konusunda gözbağcı davranmıyoruz.

Bireysel olarak varabilsek de kitlesel halde varabildiğimizde hakkını verebileceğim geniş zaman uzamına ulaşabilmek adına,

Sanatla kalın.

Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Şubat 2020 tarihli 146. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 5 Şubat tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

***

Görsel: La Jetée/Dalgakıran (1962) – Chris Marker

Bunu paylaş: