Başlıkta gizlenmiş, değeri takriben sekiz yıl sonra anlaşılacak olan, Ben Stiller yönetimindeki Zoolander 2’nin Adam&Eve&Steve esprisine yapılmış epey örtülü göndermeyi görebilenler için fazla bağırgan hurafelerle bezenmiş Rise of Empires: Ottoman, aynı zamanda gayri ciddiyetimizi tepeleyebilecek değerli anlara da ev sahipliği yapıyor.
Yeni Osmanlıcıların ve Osmanlıspor’un ve muhafazakâr olduğu halde İngilizce sevdalısı Ottoman midyecilerinin, nargilecilerinin de etkisiyle Osmanlı’ya yönelik artan ilgi, CGI şovenizmi Fetih 1453’le beyazperdeye taşınırken, küçük ekranlarda Muhteşem Yüzyıl sonrası ardı arkası kesilmeyen dizilerle sürüyor. Bu furyaya Netflix’in dâhil olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, Netflix’in altı bölümlük dizisinde şovenizme böylesine uzak kalınabilmiş olması ve de buna yönelik tepkilerin azlığı. Elazığ’da yaşanan depremi ve bitmek bilmeyen güncel siyasi gidişatın ucuz atışmalarının arttığı günlerde yayınlanan dizinin, bu çakışma ile biraz göz ardı edildiği görülüyor. Buna karşın filmin Türklere yönelik psikolojik bir operasyon olduğu ya da “biz kötü onlar iyi” önermesi içerdiği iddiasıyla yayınlanan yazılarla karşılaşılmaya başlandı. Hâlbuki karşımızda, tüm eksiklerine rağmen, 1951’de Aydın Arakon’un yönettiği İstanbul’un Fethi filminden bu yana, konuyla ilgili çekilmiş en nesnel ve seviyeli yapım var. Dahası, Hakan Muhafız ve Atiye ile kıyaslandığında Rise of Empires: Ottoman, çok daha olgun ve nitelikli bir yapım görünümünde.
Yurt içi ve yurt dışında pek çok dizi, belgesel ve televizyon filmine imza atan, 2015’te ise Takım: Mahalle Aşkına ile kalburüstü bir ana akım sinema filmiyle dönemin basmakalıplaşan mahalle filmlerinden sıyrılan Emre Şahin’in yönettiği Rise of Empires: Ottoman, Netflix çatısı altında, yerli ve yabancı şirketlerin kotardığı bir ortak yapım. Uluslararası hedef kitlesini, dil konusunda İngilizce tercihi ile vurgulayan dizi, bir anlatıcı eşliğinde belgesel ve kurmaca unsurlar barındıran bir melez yapıt. Melezliği, kurmaca bölümlerinin sıradan bir canlandırmanın çok ötesinde olmasından kaynaklanıyor. Hatta belgesel unsurların, özellikle kurgu bağlamında tekrara dayalı yarattıkları sarkmalar, dizinin salt kurmaca olarak çok daha başarılı bir yapıta dönüşebileceğini hissettiriyor. Gerek özel efektler, gerekse kostüm ve sanat yönetimindeki titizlik, yeterli bir görüntü yönetimi ve güçlü oyuncu kadrosuyla beraber dizinin kurmaca kanadını birinci sınıf sayılabilecek bir yapım tasarımına dönüştürüyor. Dizinin belgesel kanadında, bilirkişi olarak konumlandırılmış adlar arasında Roger Crowley’yi görmek ise, dizinin senaryo kulvarını yazarın tarihi romanı 1453 ile doldurduğunu hissettiriyor. Zira Osmanlı akınlarının betimlenişi ve özellikle Bizans savunmasının imkânsızı neredeyse başaracak bir destansılıkla ayrıntılandırılması, Crowley’nin anlatısıyla birebir örtüşüyor.
Bir imparatorluğun yok oluşunu, bir diğerinin, yenisinin, yükselişinde bir sıçrama anı olarak değerlendiren ve çatışmasını bu noktada ören dizi, sonu bilinen her anlatıda olduğu gibi az ya da hiç bilinmeyenleri öne çıkartarak daha küçük gerilimleri de öne sürüyor. Örneğin Osmanlı sultanı Mehmet ve babası Murat’ın sadrazamı olan Çandarlı Halil Paşa başta olmak üzere imparatorluk yönetiminde oldukça nüfuzlu bir hizbin, kuşatmaya karşı çıktığı bilgisi pek çokları için yeni bir bilgi. Aynı şekilde Bizans’a yardım söz konusu olduğunda Vatikan ve Hristiyanlığın isteksizliği bir diğer belirleyici ayrıntı. Dizinin de ister istemez içine düştüğü, medeniyetler çatışıyor/yarışıyor söylencesinin aslında çok daha karmaşık ilişkilerle yoğrulduğunu dizi bizzat kendisi gözler önüne seriyor. Neden-sonuç bağı büyük oranda kurulan çatışmalarda dizinin ekonomik ilişki ve çıkarları birkaç bölüm boyunca hurafesizce işlemesi son derece önemli. Ancak ne zamanki dördüncü bölümle beraber hurafeler öne sürülmeye başlanıyor, dizinin ritminin de bir daha toparlanmamak üzere bozulduğu görülüyor. Çok çeşitli taktiklerin, ince hesapların tartıldığı hücum ve savunma hatlarında bir anda alametler, fallar, rüyalar, ayetler, söylenceler başat bir hal alıyor. Yaklaşık altı asır öncesinin tüm bunlardan muaf olduğunu düşünmek elbette gerçekçi değil, ancak bir anda seyri etki eden etmenlerin tek tarafa yaslanışı dizinin geneli düşünüldüğünde gayri ciddi ve özensiz duruyor. Kaldı ki belgesel ciddiyetinin ve bilimselliğinin yer aldığı bir çalışmada bu dönüşüm düşündürücü. Fakat dizinin belgesel kurmaca dengesini ve tutarlılığını da koruyamadığı söylenebilir.
Oyuncuların sahnemelerinin ardından, gayet anlaşılır gelişmeleri bilirkişilerin yeniden anlatışı, anlatıcının kimi yerlerde geriden gelmesi gibi olacak iş olmayan kurgu yanlışları ile zaman kaybeden dizinin, kimi gerçek karakterlere kurmaca yan karakterlerle beraber, hiçbir yere bağlanmayan küçük öykülere alan açması da anlaşılır gibi değil. Hâlbuki Fatih Sultan Mehmet ve Konstantin karakter zenginlikleriyle altı bölümün tamamını ve fazlasını dolduracak katmanlar sunuyorlar. Ancak dizinin bu karakterlerden olması gerektiği gibi faydalandığını söylemek zor. Cem Yiğit Üzümoğlu’nun son derece olgun bir temsille canlandırdığı Mehmet’in, karakteri çocukluğu ve ilk gençliğini canlandıran diğer oyuncuların başarıları da düşünüldüğünde, inatçı ve zeki sıfatlarından çok daha fazlasını hak ettiğini belirtmek gerek. Şimdilerde bile Prens Harry ve eşinin İngiliz kraliyetinden ayrılmalarının ne denli büyük bir haber olduğu düşünüldüğünde, Mehmet’in babasının tahtı bırakmasının ne denli anlaşılması güç bir vakalar zincirini tetiklediği akla geliyor. Mehmet’in tahta çıkarılıp “her şey”e dönüştürüldükten sonra bu konumdan inişinin ve akabinde tekrar çıkışının yaratmış olacağı psikolojik sarsıntılar üzerinde durulması karaktere katmanlar sağlayabilir ve de kardeş katli gibi dönemi için bile ilkel sayılabilecek bir uygulamayı hangi taht ve güç yitimi gibi deneyimlerin ardından aklına koyduğunu aktarmak açıklayıcı olabilirdi. Veyahut Çandarlı Halil’i, fetihten hemen sonra tüm ailesiyle birlikte ortadan kaldırışının, Osmanlı’da sadrazamlığın Türklerden alışına yol açması başlı başına bir anlatı olabilirdi. Bu noktada Üzümoğlu ve Çandarlı Halil’i ustaca canlandıran Selim Bayraktar’ı, diyaloglara bel bağlamadan mimik ve vücut dilleriyle inşa ettikleri gerilim açısından kutlamak gerek. Oyunculuk açısından aynı çıtayı Bizans düklerinden Notaras’ı oynayan Osman Sonant ve dizinin Konstantin’i Tommaso Basili için de ifade etmek gerek.
Tüm bu tarihi figürlerin sağladığı anlatı zenginliklerine ve katmanlarına rağmen, dizide İstanbul’un savunusu için gelen paralı asker Giustiniani’nin öne çıkarılışı, karaktere can veren Birkan Sokullu’nun tekdüze sahnelemesiyle buluştuğunda sonuç pek de albeni içermiyor. Hâlbuki Giustiniani bir yan karakter olarak çok daha çarpıcı kalabilir ve varlığı ile yokluğunun fethin başat belirleyicisi olduğu yanılgısından da kurtulur ve böylelikle Rise of Empires: Ottoman’ın “psikolojik saldırısı”nın cephaneliği boşalırdı. Fakat dizi, belgesel gerçekliğinden uzaklaştığı diğer pek çok noktada olduğu gibi yanlış izlek tercihleriyle bocalayarak Erdem Akakçe gibi mutlak rol çalıcı bir sanatçının ekran süresini kısa tutuyor. Yine de dizinin, Akşemseddin ve Ulubatlı Hasan gibi şaibelerden uzak durması açısından alkışlanması gerektiği ortada. Belki gemilerin Galata’dan Haliç’e indirildiği iddiasına da yer vermeme ihtimali de göz önüne alınabilirdi fakat buna rağmen bu fikrin anlatıldığı üzere kuşatmada büyük kırılmalara gebe olmadığı Rise of Empire: Ottoman’da sessizce gözler önüne seriliyor.
Dizinin iki cepheden de bakış açıları sunması, yer yer aksini hissettirse de, meselenin dinler üstü bir arka plana sahip olduğunu göstermesi önemli. Yine de, o tarihlerde henüz kurultay geleneğini tamamen tek adamlığa çevirmemiş Osmanlı’nın savaş stratejilerinde daha çoğulcu bir görünüm sunmaması, bunu ise Mehmet’in dönemi için entelektüel denilebilecek seviyesi ile doldurmayı tercih etmemesi, tarihi kurmaca bağlamında dizinin göze çarpan eksikliklerinden. Sonuç olarak, Rise of Empire: Ottoman, elbette bir Cennetin Krallığı seviyesinde değil ancak yarattığı sükse, şovenizme eğilmeden tarih anlatısının ülkemizde de cereyan edebilmesi açısından önem arz ediyor. Hurafelerin yer edişleri, Celal Şengör’ün yerli yersiz yükselişleri ile bilirkişilerinin papyon katsayısı yüksek erillerden meydana gelişi gibi aleni zaaflarına rağmen dizi, tarihin sinematografik anlatılara dönüşmesi konusunda histerikleşebilen zihniyet yapımız için geçer not alıyor. Netflix’te ya da değil, bundan böyle Osmanlı anlatıları konusunda ülke sağının tutarsız muhafazakârlığını aşmak adına, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih, Osmanlı Gerçeği gibi yapıtların daha fazla dillendirilmesinde fayda var. Yoksa Adam&Eve&Steve edasıyla, hurafesizleştirilemeyeceğimiz bir gelecek içten – ve de mümkün – bile değil.