Azizm Sanat Örgütü’nün aylık yayın organı Azizm Sanat E-Dergi’nin Mart 2020 tarihli 147. Sayısı, kadın ve cinsiyet odağını taşıyan çalışmalarla yayında. Eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekliyoruz;
İçindekiler
Editörden s. 6
Biricik Carla – Bilgen Seven s. 12
‘Yangında Kaybettiklerimiz’den ‘Sıfır Noktasındaki Kadın’a – Pınar Kumandaş s. 17
Şeytanı Taşlamak – Yasemin Gül s. 20
Savaş ve Kadın – Ziza Rumas s. 23
Sigara Kamu Spotlarında Kadın İmgeleri – Ersin Yurtseven s. 26
Desenler – Fereshteh Aliabadi s. 32
Porno Filmlerde Kadın Rolü ve Feminist Porno – Vahap Yüce s. 39
Feminist Bir Peri Masalı: Antonia’nın Yazgısı – Deniz Eren s. 48
***
Editörden
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün, baharın ilk adımlarına sirayet ederek yarattığı duyarlılık atmosferini solumak, gövde gösterileri çağında, her geçen yıl daha da güçleşiyor. Burada elbette, cinsiyet kavramı ve buradan türeyen cinsiyet, cinsel yönelim eşitsizliklerine yönelik duyar kazanmak adına 2020’leri bekleyecek kadar gecikmişleri taşlayarak zaman kaybetmek/kaybettirmek istemiyoruz. Ülkemizde ve dünyada, yılların anlı şanlı firmalarının ancak küresel bir eğilim halini aldığında kadınları ve yaşadıklarını görebilir hale gelmesi, başkalarının samimiyetsizliği, utancı. Ancak biliyoruz ki, şimdilerde utanmak yasak. Hiçbir eylem ve etikte birleşmeyi başaramayan türümüzün, utanmazlıkta, yüz kızarmazlıkta birleşmeyi başardı. Küreselleşme sayesinde ortak insanlık kültürüne bir unvan daha kazandırmış olduk. Erillik kusan görsellerle, slogan ve etkinliklerle 8 Martı devirenlere giderek alışmaya başladık. Bu alışkanlığın bağışıklığa dönüşmemesi için eyleme geçmek, 8 Mart’ı anmak kadar önem arz ediyor olmalı.
Elbette kadınların daha görünür, daha güçlü olmalarından hiçbir kötü çıkarıma varılamaz. Fakat bu nüfuzlanmadan nüfuzlananları parmakla gösterilir hale getirmek, alınan mesafenin insanlık onuruna yaraşır halde kalması açısından önemli. “İnsanlık onuru” gibi soyut bir başlığın içerdikleri hiç şüphesiz tartışılmalı ama bu tartışmayı, başlığın neleri içermediği üzerinden yürütmek, zemini belirginleştirebilir, somutlaştırabilir. Örneğin feminizm gibi, üçüncü asrına adım atmış, pek çok kazanımın – fikir aşamasından itibaren – mimarı olmuş bir düşüncenin mirası ortadayken, sanki liberalizm düzmecesi “tarihin sonu” söylemine borçluymuşuz gibi, sosyal bilimlerde bir anda “kadın çalışmaları” adı altında bir başlık kurgulamak ve buralarda ekolleşmek, mirasyediciliğe meyletmek olmuyor mu? “Kadın” günün birinde, olması gerektiği üzere, “sorun” sözcüğüyle yan yana anılmaktan arındığında, kadın çalışmaları enstitüleri, kendilerini lağvedecekler mi? Yoksa bir biyolojik form olarak kadını, fen bilimlerinde mi “çalışmaya” başlayacaklar? Hicvimizin doğru anlaşılması için “yeni medya” örneğini verebiliriz. Yeni olmaktan çok uzak bu disiplini, kalkıp da akademilere dönüştüren dehalar(!), ne zaman eldeki medyanın “yeni” olmadığını kabul edecekler? Bütüncül yaklaşımın yitirilişi öz kaybına yol açıyor ve insanlık onuruna hakaret halindeki küresel ekonomi politiğine zaman kazandırıyor.
Akademinin yakışızlıkları elbette en hafif sıklet, en lüks dert. Ortada bir de, kadınların binyıllara uzanan sorunlarına yönelen duyarlılık paravanıyla kazanılan başarılar, alınan zaferler var. Hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde burada da rekabetle vaftiz edilmiş erkekleri ve eril zihniyeti görüyoruz çoğunlukla. Bir erkek – henüz insan değil – kadına yönelik şiddet temalı bir kısa film, kamu spotu, afiş, slogan vb. yarışmalara katılırken utanır mı? Kazanırken utanılmadığını yıllardır görmekteyiz. Teşekkür konuşmalarında çekingen olmalarına da gerek yok. Dolaysızca teşekkür edebilirler, onlara bu ödülü sağlamak adına şiddete maruz kalan kadınları! Kadına şiddet ve kadına yönelik sorunlar üzerinden ödül almanın utanılacak bir hal almasını sağlayamadığımız sürece bir sonraki ya da şimdiki adımların eşcinsellere, çocuklara, translara, mültecilere, hayvanlara yöneleceğini öngörmek güç değil. Bu tarz yarışmaları düzenleyip “sosyal sorumluluk”larını boşaltan kurumları, yapıcı/yıkıcı uyarabilmek adına, utanılası başarıları kazananları utandırmalıyız. Yoksa ortalığı, 2018’de ülkemizde öldürülen 440 kadın için 440 çift ayakkabıyla yeni nesil – duyarcı – bir kahve şubesinin Yanköşe’sine yerleştirme sanatı yaparak “farkındalık” yaratan, gururlu entelektüel erillerin sarması içten bile değil. Bir sanatçının, küresel, kitlesel ve en önemlisi hemen herkes tarafından bilinen bir sorunun altını – çok büyük bir bilinçlenmeye imza atıyormuş gibi – çizmesi, ağızda fazla kalmış bir sakızın nafile çiğnemelerinden ne kadar uzakta? Bu işe imza atmakla kalmayıp, isim vermeye lüzum görmediği sanatsal yerleştirmesine, kendi adını büyük harflerle yazabilecek kadar alçakgönüllü(!) bu eril kişisinin adını, alçakgönüllülüğüne sığınarak buraya yazmaya gerek görmüyoruz. Merak edenler, “kadın cinayetlerini en iyi ben anlattım” edasıyla, alt açıdan kadraja alınarak, eserinin önünde gururla poz veren bu erkeği kolayca bulabilir, Azizm Sanat Örgütü’nün en iyi dileklerini kendilerine iletebilirler. Yine de dileklerimizi iletemeyeceklerimiz de mevcut, ki onların, tahtlarından indirilme noktasında Polanski kadar dikkat çekmez oluşları üzücü. Hâlbuki Dora Maar gibi bir sanatsal dehayı, dadaizm, kübizm ve sürrealizmin yaratıcıları arasında yer almış bir entelektüeli, Pablo Picasso’nun ilham perisine dönüştüren seviyesiz söylevleri, Picasso’nun düzeltmezliği de bir “kötülük” değil mi? Hele de, Picasso’yu Picasso yapan, Guernica’da bile Dora Maar’ın büyük tetikleyiciliği bilinirken*? Peki ya Philip Rieff’in, utanmaz bir halde, Susan Sontag’ın kaleme aldığı Freud kitabının** yazar etiketine kendi adını iliştirmesine ne demeli? Neyse ki Sontag, Rieff ve nicelerini alaşağı etmek gibi bir hırsı/derdi/hıncı olmadığı halde alaşağı edecek kadar zenginlikte üretmeyi hep sürdürdü; böylece Big Eyes filmi gibi bir diğer vakadan kurtulmuş olduk. Margaret Keane’nin eşi tarafından maruz bırakıldığı, plastik sanatlar intihalinin anlatıldığı filmin yönetmeninin erilliği midir filmi böylesine kötü yapan? Filmler demişken, dünyanın en köklü ve estetik açıdan da önem taşıyan festivallerinin peşi sıra kadın sanatçılara da yüzde elli oranında yer vereceklerini açıklamaları alkışlanmalı mı? Yoksa şu duyar dolu zaman diliminde, sanatın cinsiyetler üstülüğünü mü hatırlatmalı? Kadınların sanat disiplinleri ve özellikle sinemada neden daha az üretir ve beraberinde görünür olduklarına köktenci bir çözüm getirmeyi düşünmeden, bu sorunu kaymak tabakasında pozitif ayrımcılık kotalarıyla sağaltma çabaları bir işe yarasaydı, kısa metrajlarda giderek artan kadın yönetmen sayısının uzun metrajlara niçin yansımaz olduğu gerçeği yanıtlanabilir ve çözülebilirdi***. Sistemden ayrı kodlanamayacak ve hatta sistemin de ötesinde bir çerçeve halini almış vaziyet, kadınların üretir oldukları disiplinlerde, ürettikleri yapıtların bile erkeklerce el konuluşlarına sebebiyet veriyor. Hatta öyle ki Sontag’ın başına gelen durumun nihayet kabul edilmesine rağmen, Barones Elsa von Freytag-Loringhoven’in iade-i itibarı niçin tüm kanıtlara rağmen yok sayılıyor? Yoksa, sanat tarihini jakobence bir müdahale ile başkalaştıran, çığır açıcı Pisuar/Çeşme’nin Marcel Duchamp yerine Freytag-Loringhoven’e ait olduğunu kabul etmek, milatları reddetmek anlamına geleceği için mi bundan kaçınılıyor? Siri Hustvedt’in ısrarla sorduğu soru****, eril idrarının, dâhiyane bir fikirle kavramsal, hazır nesne ve hatta karşı sanata varan eşsiz bir tepkiye dönüşmesinin ardında, bir penis yerine bir vajinanın yer almasının niçin ısrarla alımlanamadığını sorguluyor. Çalışma, yukarıda mirasyedici olarak andığımız eril bakışın ve sonuçlarının örneklerini, hiç ummadığımız ve bilmediğimiz adlara doğru genişleterek, büyük bir iş başarıyor ama yazı birinci yılını doldururken Çeşme’nin hala yanlış imzacıyla anılması geleneği, tutucu bir halde sürüyor.
Bu ay sayfalarımızda bir tema değil, daha çok motif olarak öne çıkan kadın ve cinsiyet başlıkları, bu sekter ve sert girizgâhı, yapa yapa 8 Martın etrafında yapar oluşumuz nedeniyle, dürüst olmak gerekirse, bizi utandırıyor. Çeşme olayını, Nisan ayında E-Skop çevirisiyle öğrenmemize rağmen, kamusal olarak paylaşmayı ve yorumlamayı bu sayıya bırakmamız, samimiyetsizlik olmasa da doğru bir tavır değil, hele de kendisine örgüt demeyi sürdüren bir yapı için. 147. sayımızın içeriği, bu utancı ne kadar dengeler bilmemekle beraber, konulara oldukça özgün alüvyonlar taşıyacağını düşündüğümüz çalışmalara ev sahipliği yapar olmak mutluluk verici. Carla’ya yazılan, kapalı ancak duyumsatıcı mektuba, Mariana Enriquez’nin Yangında Kaybettiklerimiz romanı ile Neval El Seddavi’nin Sıfır Noktasındaki Kadın adlı yapıtına dair eleştiri eşlik ediyor açılış sayfalarımızda. Erilliğin hasıraltı edilen kalelerinden pornonun, feminist müdahalelerle iğdiş edilmesinin ürünlerini paylaşan bir makalenin yanı sıra, “sigara içen kadın” adlı hegemonya bakışıyla şeytandan farksızlaşan bir imajın, kamu spotlarında nasıl sunulduğunu irdeleyen çalışmayla, yukarıda üzdüğümüz akademinin gönlünü almaya çalışıyoruz. Marleen Gorris’in yönettiği Antonia’nın Yazgısı üzerine yer alan eleştiri, bu sayımızın sinema kanadını temsil ederken, genç ressam Fereshteh Aliabadi’nin desenleri, nicedir uzak kaldığımız plastik sanatlar esintisini sayfalarımıza taşıyor.
Kadın çalışmaları başlığının tarihin raflarına kaldırıldığı, kadın sorunları üzerinden yapılan yarışmaların ve ödüllendirmelerin utanç sayfalarına taşındığı, Dora Maar’ların haklarının Dora Maar’lara, Susan Sontag’ların haklarının Susan Sontag’lara verildiği küresel bir yerleşke inşası adına,
Sanatla kalın…
Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Nisan 2020 tarihli 148. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 1 Nisan tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
Görsel: Tanrı (1917) – Elsa von Freytag-Loringhoven ve Morton Schamberg
*** https://www.shortoftheweek.com/news/gender-disparity-film/
****https://www.theguardian.com/books/2019/mar/29/marcel-duchamp-fountain-women-art-history