Azizm Sanat Örgütü’nün Kasım 2007’den bu yana her ay yayınlanan çalışması Azizm Sanat E-Dergi’nin, Haziran 2020 tarihli 150. Ve son sayısı, “Son” dosyasıyla yayında. Eleştiri, görüş ve katkılarınızı bekliyoruz;
İçindekiler
Editörden s. 8
Başlangıç – Gevher Gökçe s. 16
Baştaki Son – Mustafa Bilgin s. 60
Yakın Çağın Sonu: 2020 – Yiğit Güralp s. 61
Bir Derginin Sonu – Kaan Arslanoğlu s. 66
Zamanın Tozu – Hakan Savaş s. 72
Son Dans’a Son Salvo: 96 Finalini Seattle Supersonics Kazanmalıydı – Onur Keşaplı s. 116
Son – Bilgen Seven s. 116
Exil – Tahir Ün s. 120
Dünya Ağrısı: Ölü Adamdan Mektuplar – Burhan Tekçe s. 121
Richard Strauss, “Son Dört Şarkı” – Fırat Tunabay s. 126
Döngü – Selçuk Korkmaz s. 129
Son Hiç Gömülür Mü? – Seda Ateş s. 130
Üstü Kalsın – Mustafa Bilgin s. 133
Son Satır – Ersin Yurtseven s. 134
Bir Şeylerin Sonu – Selin Gündüz s. 149
Dönülmezin Noktası: Son – İsmet Şengül s. 154
Dönüşen Son – Fırat Tunabay s. 166
Awaiting Rebirth – Tan Tolga Demirci s. 168
Sonlanışı Aşkın – Ziza Rumas s. 169
Merak! – Nilgün Zülfü Işık s. 172
Sondaki Başlangıç – Mustafa Bilgin s. 174
Odaya Veda – Nilay Yıldırım s. 175
Sonsuz Güneşe Elveda – Batuhan Suiçmez s. 177
***
Editörden
Eşitlik çağrılarının doğruluğu ve haklılığı yanında – karşısında değil – mutlak ve ideal bir eşitliğin pekâlâ mümkün olamayabileceğine yönelik kuşkucu bir tavır takınmak, hassasiyet hazcıları ile flörtünüzü sonlandırabilir. Egemenler ile onların gayri resmi gönüllü uzuvları durumuna düşen düz insanların hemen her fırsatta eşitlenmeciliğe yönelik ucuz söylemleri, şüphesiz onların olası bir eşitlikten duydukları tedirginlikten temelleniyor; virüs karşısında tüm insanlığın eşitlendiği alıklığı, aynı gemiyi – neden hep gemi, Nuh’un b*k yemesi mi? – paylaşma hevesi, tek ses/tek yürek olma niyeti… Tüm bunlara, salgından bağımsız bir halde, mesafelenme arzusu güdüyor iseniz, kalabalığın ve gürültünün kaynağını besleyenlerle eşit olmak isteyebilir misiniz? Bu pekâlâ mümkün olsa bile? Eski ya da yeni normalin özgürlükler âleminde, mesafelenme tercihi söz konusu olduğunda fırsat eşitliği öngörülmediğine göre, mevcut haliyle, yer kürenin bozguncularca bozulmuşluğundan uzak durmak da bir seçenek olmalı. Ve şüphesiz(!) ki her tercihe saygı duyulmalı; bu sizin sonunuzu getirse bile. Sonların en kaçınılmazı, baş belası, baştan çıkarıcısı ölüm bile esasında bir eşitlik sağlayıcı olamamakta. Ölümün, koşullar her ne olursa olsun ardıllarına ve artıklarına bıraktığı duygu durumları üzerinden benzeşimler yürütülebilir belki, fakat haberdar olunan bir ölüm ile sürpriz kozunu kullanan arasındaki aleni farklılık sonların, pekâlâ kişiselleştirilmiş, özerk alanlar olarak kodlanmasına imkân tanıyor. Elbette bu imkân, herkes tarafından kullanılabilir olmaktan uzak. Somut durumların hiç de soyut olmayan müdahaleleri, zamansız sonlara mecbur bırakıyor pek çoğunu, hatta sonlandırıyor birçoğunu. Her şeyin sonunun olduğuna dair önkabul, sokak ağzının dini bütünlüğü adeta. Hâlbuki zaman/mekân uzamlarını algılamakta zorluk çekenler, algılatmayanlar eşliğinde böylesi iddialı anlatılar dile getirememeli, buna bir son verilmeli!
Sonlu bir tür olmanın bilinci, onulmaz kaygıda bizleri birleştirdikçe, kaygıyı gevşetme konusunda kişiselleşerek benliğimizi kurgulamayı deniyor. Bu, oldukça ihtişamlı ve meşakkatli bir uğraş olarak, büyük çoğunluğun, o bayıldıkları biricikliklerini bir an için rafa kaldırıp, sürülerle, kümelerle hareket etme kolaycılığına yol açıyor. Tam da bu yüzden, cennet tasvirleri olması gerekenden daha az çeşitlilik göstermekte. Aslında her şey daha demokratik olmaz mıydı, sekiz küsur milyar adet cennetimiz olsa, inanç olması gerektiği gibi kişiselleşse? “Cennetler Yarışıyor” izlesek hep birlikte? Her şeyin sonlu olduğu rehavetinin, sözde biricikliğimizin sonluluğu hakikatiyle boy ölçüşememesi, kitleleri dinlerde yığılmaya davet ediyor. Hâlbuki dinler, tekil ya da çoğul tanrılı fark etmeksizin, insanın bilincinden doğan kaygı ve korkusuna şükretmeli; insanlar o dinlere ve tanrılarına şükretmeden evvel. Şükretmeler etkileşimli ve eşitlikçi olmalı! Haklı olarak korkak ve de kaygı dolu bir tür olmasaydık, dinler meydana gelebilir miydi? Dinler olmasaydı korkudan yaşamayı unutan bir türe indirgenmez miydik, bilinç ile – belki de bilinçle – lanetlenmişliğimizle?
Sonumuzdan bihaber kalmak öylesine büyük bir bilinmeyen ki, başlangıcımızdan/kaynağımızdan bihaber olduğumuz gerçeği gölgeleniyor. Nereye gideceğimize dair – ya da bir yere gidip gitmeyeceğimize dair – fikrimiz yokken, aslında nereden türediğimize dair uzamlı yanıtlardan da mahrumuz, şimdilik. Ama şımarıklığımız, zahmetli olabilecek bir sonsuzluk özlemi yerine aşamalarla, alıştıra alıştıra gelen bir daha sonrası sürümünü talep etmeye yöneltiyor bizleri. Yola nereden başladığımızı ve yolun nerede neticeleneceğini bilmeden, arada, yolda kalmışlığımızla bir son talep ediyoruz, esasında önemli olanın süreç olduğunu düşünmeye çaba harcasak da. Sondan sonrası, cennet/cehennem ya da araf/limbus, sürümleriyle içimize su serpiyor. Fakat sizleri de endişelendirmiyor mu, yazılı cennet ve cehennemlerin eşitsizliği, avamlığı, tekdüzeliği, ilkelliği, sıkıcılığı, yoksunlukları aşikâr tamamlanmışlıkları? Güvenli bölge ve sürü taraftarlığının neticesi olarak, kümeler halinde inanılmış cenneti de cehennemi de gölgede/geride bırakmış, anlatıldığı kadarıyla cennete de cehenneme de üstünlük kurmuş bir türün, sondan sonrası, bu kadar geride kalmış olabilir mi? Olacak iş değil!
Tüm bu kapsayıcılıklarına rağmen sonların – sonun bile eşitleyici olamadığı gerçeği kabul edilerek – birbirine benzemezliğiyle ne yapmalı? Ne yapılabilir ki? Zamanı ölçme gayretimizin karşılığını almışlığımızla, son dendiğinde aklımıza ölümün, bitme/sonlanma eylemine karşılık olaraksa başlangıcın gelmesi doğal. Bilinen(!) halleriyle cennet ve cehennemi geride bırakacak kadar gelişmiş, olağanüstü ve aşağılık bir tür olarak; somutlayarak ve soyutlayarak yaşadığımız destanlar, destansı düşünmenin tetikleyicileri. Ancak ölçüsüz bir hüviyete bürünmek had aşımını da beraberinde getirmiyor mu? Bağırganlaşmadan, uçmadan da yükselmek olasıdır. Hatta, günün birinde, metaforik olarak yükseğin değil alçağın olumlandığı bir evrede, usullaşmadan ve yerle bir olmadan da alçalmak olasıdır, diyeceğiz, demeliyiz. Tıpkı usçu ölçülülüğü ile anonimleşmeyi göze alırken okur çoğunluğunda biricikleşen Oruç Aruoba gibi, sonu ve yolu törpüleyen, kursakları düğümleyerek açan, şair filozofumuz gibi, onun “yazılamayan zamanı”nda olduğunca;
Her şeyi yazarım da
zamanı yazamam –
o yazar çünkü
beni.
Yazar beni
yavaş yavaş
özenli –
azalta azalta
görkemli –
sanki
dolduracakmış
olduracakmış
gibi.
Halbuki
sıyırıp düşürmüştür
tırnağımdaki çürüğü
parmağımdaki yarayı
kabuk kabuk
geçirmiştir –
geçerken, sanki
çoğalta çoğalta
yazarak
beni:
özenli
görkemli.”
Peki görkemsizler? Gündelik ve aheste sonlar? Başak tarlalarında sonsuza dek koşma isteğinin, sonlanma olasılığını baskılayacak edebi ebediyetiyle başa çıkmak ne mümkün! Yine de, flanöz iç sesiyle düşünüyor insan, sona dair bilgilendirilmiş olmak veyahut sonun tehdidini her an hissetmek, koşuştaki coşkuyu kışkırtır mı diye, zarif bir umutla. Gündüzdüşlerinin hâkimiyetini yitirerek sonlanmasını, düşlerin öznesiyken bile önleyemeyen halimiz, rüyaların bilinç ardında kişiyi kuklalaştırarak baştan çıkarmasının da bir sonu olduğuna şaşmamalı.
Türkiye’nin ilk e-dergilerinden birine veda ederken, 150. ve son sayısını üretmekteyken, kendi sonumuza dair pek çok şey düşünür, hisseder haldeyiz. Ne ilginçtir ki hüznün hudutları bir hayli ufak. Ya da öylesine yorgun düştük ki hüzne harcayacak gücümüz pek az. Esasında aksi beklenirdi; zamanın sonuna dek sürdürmemizin önünde hiçbir engel olmayan Azizm Sanat E-Dergi’nin zamanı çekiştirmesine ömür yettikçe tanık olunabilirdi. Bir süredir önce kendi nabzımızı, ardından okurlarımız ve yazarlarımızın nabzını ölçer haldeydik; yani karar aslında alınmıştı. Son aylarda sona yaklaşır olduğumuzu biliyorduk. Bu bilincin, hüznü seyreltmesi kaçınılmaz. Ayrıca on üç yıldır, hiçbir destek almadan, her koşulda, her ay, durmaksızın yayında olmak gurur verici. Fakat bütünlüğümüzü, isteğimizi ve manamızı bu kadar soyutlamış, bir anlamda kendimizden soyutlanmış haldeyken, ısrar, inat ve hırsın bize ait niteleme sıfatları olmadığının farkına vardık. Sanatın toplumsal ve bireysel aydınlanmacı etkisi üzerine kafa yorarken, kendi kendimize baktığımızda epifanilerle rastlaşmak ne büyük bir şans.
Son sayımızda, kapanış dosyamız olarak bir sözcüğün çağrışımlarına odaklanarak, bir motif, bir tema ve bir kavram halindeki “son”u işliyoruz. Her ne kadar bunu pek ses etmeden tamamlama amacı gütsek de, son yıllarda naifçe nafileleşen yazı çağrımızı son bir defa yineledikten sonra sonun bir çağlayana dönüşmesinin önünü alamadık. Bugüne dek 150 sayıda onlarca dosya işledik ve belki de – gerçekten belki de – bugüne kadar yayınladığımız en güçlü sayıyla noktalanmanın heyecanını ve haklı gururunu yaşıyoruz.
“Son” dosyamızın başyazısı, bugüne dek mutlak sona, ölüme dair sayısız çalışmasıyla kaygımızı itmek yerine kucaklama konusunda bizleri yüreklendirirken, “akademi/üniversite” fikrinin onurunu koruyan aydın Gevher Gökçe imzasını taşıyor. Bu, öyle bir girizgâh ki, neredeyse tek başına bizleri sonlanırken başlamak üzere yeniden değerlendirme yapmak adına yüreklendirecek kadar çok katman ve anlam içeriyor. Devamında senarist ve yazar Yiğit Güralp ile psikiyatrist ve yazar Kaan Arslanoğlu sorguya tabi tutuyorlar, çağı, insanı, her birimizi; denemeleriyle tanı koyarken. Var oluş sıkıntısının katmanlarını yıllardır kat ederek bizleri yüzey yerine zemine ve sonrasında zirveye, ve yeniden zemine çağıran akademisyen Hakan Savaş ise, Theo Angelopoulos ağıtıyla yoğuruyor zamansızlığımızı ve bir bakıma belleğin sonsuz uzamlarını, yönetmenin son filmi Zamanın Tozu çözümlemesiyle. Sözcüklerin boşluklarında, verdikleri aralarda, sanatçı Tahir Ün’ün fotoğrafı, çizer Mustafa Bilgin’in karikatürleri ve yönetmen Tan Tolga Demirci’nin kolajı görsel vurgularıyla duyumsatıyor sonu ve ardını. Sinema yazılarımızda, Sovyet sinemacı Lopunshansky’nin, bir klişe olarak saklı cevher sözcük öbeğini ilk ve son kez kullanmamıza yol açan filmi Ölü Adamdan Mektuplar eleştirisinin yanı sıra belgesel adı altında, tanrı yanılgısı Michael Jordan’ın kendi kendini satışa sunduğu The Last Dance / Son Dans’a Seattle cephesinden bakışımız var. The Reignman Shawn Kemp ve The Glove Gary Payton’ın, yıllar önce sonlandırılan ama bizdeki yankısı ve yansıması sonlanmamış takımı Seattle Supersonics peşinde hayli kişisel bir doku kazanıyoruz giderayak. Müziğe değinisiz bir kapanışın yeterince nitelikli olmayacağı fikriyle, maestro Richard Strauss’un Four Last Songs / Son Dört Şarkı adlı eserinin estetiğinde yoğruluyoruz bir diğer metinde, dinleti eşliğinde. Şiir, öykü ve pasajlarla zenginleşen edebiyat yazılarımızda saudade hissiyatıyla, doppelgänger haline bürünerek, fernweh arayışına çıkmanın buhranı, nostaljisi, üzerimize kasvet gibi çökmektense merak ve kuşku filizlendirişleriyle, başlangıçların en sonda olup olmadığını sordurmayı başarıyorlar, wabi sabi zarafetindeki uzak Asya fısıltılarıyla…
Son Modernist’in Sonsuzluk ve Bir Gün’de dile getirdiği haliyle, yarının bile “sonsuzluk ve bir gün” kadar uzun olduğu, uzamsız geleceğin ve ele avuca sığmaz ufkun belki de en sığınılası alüvyonları olan beklenti ve belirsizlik kalıcı kılındığı müddetçe, Azizm Sanat E-Dergi’nin de en sonunda bizlerle, sonsuza çalınabilir olacağını düşünüyoruz. Yalıtılsa bile tek başına bu ihtimal, bizler için, yol almaya fazlasıyla değer,
Sanatla kalın,
Sanat, Aydınlanma İçindir.
***
Azizm’in Notu: Kasım 2007’den Haziran 2020’ye kadar süren on üç yıl ve yüz elli sayıda emeği geçenleri, binlerce içeriği üreten yüzleri, herkesi selamlıyor ve teşekkür ediyoruz. Gelgitlerimizde bizi terk etmek yerine, sanki bize inat, bizle seyretmeyi ve devinmeyi sürdüren inatçı okurlarımıza, şükranlarımızı sunuyoruz. Onlar olmasa ne kıyıya vurabilir ne de ufka yol alabilirdik; hem mağlup hem galip gelirken, hem de bunların hiç birini hiçbir an önemsemez ve dert etmeksizin. Yüklüce ama hafif…
Teşekkürler ve sevgiler,
Azizm Sanat Örgütü.
***
Görsel: Buzludzha Anıtı – Ilian Bozhanov