I
Ölüm büyüktür
Ve biz Onunuz
Gülümsemelerle dudaklarımızda
Yaşamın tam ortasında sanırken kendimizi
Ölüm hıçkırır birden içimizde
Ta içimizde…
Rainer Maria Rilke
“…karşıdan bakınca bütün hayat, denizin açıklarındaki bir gemiden görülen sahil gibi alabildiğince uzak ve alımlı duruyor…”
Virginia Woolf
Çok değil daha birkaç ay önce, biz hayatın içindeydik, ölüm denizin açıklarında. Önce çan seslerini taşıdı rüzgâr, duyduk ki birileri ölmüş. Hızla yaklaştı sesler, yaklaştıkça tehlike çanlarına dönüştü. Ne zaman ki güvenli sahilimizin salâları da onlara katıldı, korktuk. Başladık ölülerin hesabını tutmaya, saydık, cinsiyetlere böldük, yaş ortalamasını aldık. Yetmedi, Çinlilerden İngilizleri, İtalyanlardan İranlıları çıkardık, kendimizle kıyasladık, rahatladık. Utanmadık, nihayetinde insandık. Silkinip bizi dışına atan hayat, bugüne kadar gözümüze hiç bu kadar alımlı gelmemişti hem. Ölümün dalgaları yaklaşıp büyüdükçe, daha sıkı sarıldık ona; kara kara düşünmeye başladık, öyleyse hiç bu kadar var olmamıştık.
Her şey Wuhan’da başladı; 21. yüzyıl insanının diline almaktan kaçındığı, sevdiğine yakıştıramadığı, kendisine konduramadığı Ölüm, geldi baş köşeye kuruldu. Ortaçağ’ın -aslında bütün inanç sistemlerinin özünde yatan- memento mori öğüdüne kulak asmayanları Ortaçağ’a ışınlayıverdi. Herkes söz dinledi bu sefer, Ölüm Dansı tasvirleri, veba resimleri saçıldı ortalığa; Ölümün Zaferi’nin en ürkütücü, en tehditkâr olanları seçildi; böylece Ölüm’ün gaddarlığı, uğursuzluğu bir kez daha tescillendi.
Oysa, vebadan kırılan Ortaçağ’ın Ölüm Dansı, Kilise’nin tehditkâr parmak sallamasından ibaret değildi; İlâhî Adalet’in ve Ölüm’ün kutlanmasıydı, ölmeden ölümsüzlüğe kavuşulamazdı ki o zamanlar. Gencinden yaşlısına, zengininden fakirine, soylusundan din adamına kadar kimseyi kayırmadan koluna takıp dansa sürükleyen Ölüm, herkese kendi ölümünü dağıtırdı; Mevlânâ’nın dediği gibi, “herkesin ölümü kendi renginde”ydi çünkü.
Kültürlere, dönemlere, bakanın gözüne göre, türlü türlü şekle bürünür Ölüm: Cezalandırıcı olabilir, kurtarıcı olabilir, şefkatli, oyuncu, şakacı ve hatta yorgun bile olabilir.
Ama bizi tehdit eden -resmi makamların ve medyanın sürekli tekrarladığı gibi korona belâsıydı. Düşmanın adını koymuştuk, Allah yar ve yardımcımız olursa başını da ezecektik. Nasıl da kutlamıştı zaferini, şair ruhlu Doktor Ronald Ross, yirminci yüzyıla üç yıl kala anofel sineğini yendiğinde:
Gizemli ölümlerin nedenini buldum.
Milyonları öldüren nedeni.
Bu küçücük nedeni artık biliyorum.
Milyonlar artık kurtulacak.
Ey, uçan ölüm, senin sokmaların nerede?
Senin utkun nerede?
Sen artık yok oldun.[1]
İlkel bir içgüdüyle virüse iblis rolü biçen, muhteşem bir yaratıcılıkla onu canavar bedenlerine büründüren bir zamanların dehşetengiz ya da grotesk hastalık tasvirlerine “cehalet ne kötü şey”vâri bir müstehzilikle bakmak kolay; doğrudan virüsü görüntüleyen teknolojinin ilerlemesiyle gurur duymak da kazanılmış hakkımız. Buna karşılık belli ki konu hastalık olunca hayâl gücü kolay kolay devre dışı kalmıyor; zira düşmanlaştırdığımız anda aynı ilkel bakışa geri dönmüş oluyoruz.
En ölümcülünden en hafifine, hastalığın tüm algımızı değiştirdiği tartışma götürmeyen bir gerçek. Nitekim, “Hasta Olmaya Dair” başlıklı denemesinde, dişimiz çekilirken ölüm çukuruna indiğimizi yazıyordu Virgina Woolf ve hastalığın aşkla, savaşla ve hasetle birlikte edebiyatın ana temaları arasında yer almayı hak ettiğini söylüyordu. Bir iki istisna hariç gribe adanmış romanlar, tifo için yazılmış destansı şiirler, zatürre için kasideler, diş ağrısı için lirik şiirler olmaması garipti; ve bu bağlamda tutkularda yeni bir hiyerarşiye ihtiyaç vardı: “…aşkı tahtından indirip 39 derece ateşi başa getirmeli; haset yerini siyatik ağrılarına bırakmalı; uykusuzluk masaldaki kötü adamın rolünü oynamalı, kahraman da tatlı beyaz bir şurup olmalı – güve gözleri, tüylü ayakları olan kudretli Prens, bir adı da Kloral.”[2] Öte yandan, canavar insanın kendi bedenidir Virginia Woolf için, fakat aynı zamanda mucize de odur, hakkı teslim edilmeyen de; hasta bedenin kendisine köle olan zihinle birlikte her gün yaşadığı dram, zihne odaklanan edebiyatçılar tarafından kayda geçirilmez.[3]
İçinde bulunduğumuz bu süreçte hastalıklarla ilgili metinlere geri dönmek, yeni kendimizi ve yeni dünyamızı eskinin içinde bulmak son derece ilginç bir deneyim elbette; ruh hâlimizin yastan taşkınlığa, isyandan şükrana, dehşetten temenniye savrulan dalgalanmalarını, insanların olduğu kadar hastalıkların davranışının da yüzyıllardır değişmediğini kadim kalemlerden okumak. Veba salgını karşısında “ey, böylesine sonsuz bir belâ yaşamayacak ve tanıklığımıza masal gözüyle bakacak olan gelecek mutlu nesiller” demişti Francesco Petrarca; oysa bugün durduğumuz noktada, insanlığın salgın hastalıklardan kurtuluşunun mümkün olmayacağını açıkça görebiliyoruz.[4] Nitekim Roy Porter,evrimsel açıdan, insanın hastalıklara karşı yürüttüğü küresel savaşın, daha çok sonu olmayan bir savaşta düşmanı mevziisinde tutma operasyonuna benzediğini söylüyordu. Porter’a göre, insanlar dünyayı sömürgeleştirirken bizzat patojenlerin sömürgeleri haline gelmişti ve bu, nihai kazanan ve kaybedenlerin olmadığı, huzursuz bir ortak yaşam temelinde süren bir mücadeleydi. [5]
Jean Baudrillard ise biraz daha ağır konuşuyor: “Büyük ölümcül salgınlar kalmadı artık. Bütün salgınların yerini alan tek bir salgın var şimdilerde: İnsanların çoğalması. Veba ve kolera gerilerken nüfus fazlalığı, yavaş ve karşı konmaz bir salgın gibi yayılıyor. Tek umudumuz bu salgının, canlılarla beslendikten sonra kendi kendine durması; tıpkı vebanın, cesetlerle beslendikten sonra sonunun gelmesi gibi.” Ardından “ölümcül” öneme haiz soruyu soruyor: “Eskiden ölüm fazlalığının gösterdiği kendini denetleme refleksini, bu kez hayat fazlalığı gösterebilecek mi? Çünkü o, diğerinden çok daha ölümcül.”[6]
Yüzyılımızın en kayda değer ilerlemesi uygarlığın çoğalacağız, fethedeceğiz, yeneceğiz, istifleyeceğiz, ölmeyeceğiz derken uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başladığını kabul etmesi ve dibe çakılmadan önce bir yerlere tutunmayı becerebilmesi olurdu, elbette tutunacak dalı kaldıysa? Pandemi böğrümüze batarak da olsa hızımızı kesince, düşüşün farkında olanların “acaba bu dal, o dal mıdır?” demeleri doğaldı; ve böylece aynı umutta buluştular: Bütün bu yaşananlardan, bütün bu ölümlerden, bir nebze de olsa daha iyi bir insanlık doğabilir miydi? Modern dünyanın türlü sıkıntıları üzerine yıllardır kafa yoran sosyologlar gibi, ilahiyatçıların, maneviyatçıların, insan hakları ve doğa savunucularının da şimdi dünyayı sarsan bu hastalığı bugüne kadar atılan yanlış adımların sonucu, insanlık suçlarının bedeli, doğanın acı ama âdil intikamı ya da Tanrı’ya karşı işlenen günahların cezası olarak yorumlamaları ve kendi alanlarında olumlu gelişmeler sağlamak adına bir fırsat olarak okumaları anlaşılabilir bir durum.
Öte yandan, entelektüel dünya nerede hata yaptığımızı tartışadurur yeni normalimiz üzerine hararetle kehanette bulunurken, eski normalimizin anormalliği konusunda bizi yüzyıllar önce uyarmış olan isimsiz bilgeler, kelimelerle ifade etmeye gerek görmeksizin, yazıya dökmeksizin yaşam tarzlarıyla örnek olmuş kadim kültürler gölgede kalmaya, son temsilcileri ölüm-kalım savaşının en zorunu vermeye devam ediyorlar. Nesilleri tükenip kelimenin bütün anlamlarıyla sonlandıklarında dünya onları da hatırlayacak.
Şu âna kadar şahit olduklarımızdan yola çıkarak, “bizi nasıl bir gelecek bekliyor?” sorusunun cevabını kendimce aldığımı düşünüyorum; ama korkmayın buraya yazmayacağım, bir anda alternatif bir salgına dönüşen kehanet ve tavsiye furyasına katılmayacağım. Kâhinlik ya da uzmanlık gerektirmeyen “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” öngörüsü çoktan her türlü ürün, davranış ve kavramın paketleme-pazarlama-satış stratejisine dönüştü bile. Evde oturma lüksü olan talihli orta sınıf, başına darbe yemişçesine kitapsız ve sanatsız yaşayamayacağını keşfetti. Kültür, sanat ve bilim dünyası, bir anda bugüne kadar neresine sakladığını bilemediğimiz lütufkârlığını hatırladı. Çok şükür, 14. yüzyıldan sonra çok ilerlemiştik, Decameron’un hikâyecileri gibi bir araya gelmeden de kaçabiliyorduk salgından; yaşlılar görüntülü konuşmaları söktürmeye çalışırken, genç ve orta yaş uzaktan entelektüelliğe balıklama dalmıştı.
Böylece, bir gözümüz sonsuz bir hızla dönüp duran ölüm sayacında, diğeri çok disiplinli online festivalde, dayanışmadan bahsetmeye devam edebildik.
Son dışarı çıkışımızdan itibaren on dört gün saymaya şartlandığımız şu günlerde sevdiklerimizle son görüşmemizi, öğrencilerimizle yüz yüze son dersimizi, çıktığımız son yolculuğu, sarıldığımız son ağacı, gittiğimiz son konseri ve daha nice sonlarımızı hatırlamaya başlıyoruz. Yaşadığımız öyle bir kırılma ki, bütün bunları yeniden ve tamı tamına aynen tekrar yaşayabilseydik bile, kesildiği yere eklemlenmez, kaldığı yerden devam etmezdi; bundan sonrakiler hep ilk olurdu, yeni benin ilkleri; başlangıç. Çünkü, bütün sonlar metamorfoza uğratır insanı; hayatın içinde durduğumuz noktayı, algımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı başkalaştırır. Fakat içinde bulunduğumuz kırılma öyle âni ki, Gregor Samsa hızıyla dönüşüyoruz; kendi içinde öyle çok son ihtimali taşıyor, öyle çok başlı ki, beynimiz elektrik çarpmışa dönüyor; bugüne kadar hiç düşünmediği ya da düşünmeyi reddederek baskıladığı her şey ortalığa saçılıyor. Hayatımızın kırılganlığıyla son derece travmatik bir biçimde yüzleştiğimiz bu süreçte, bedenimizin her zamankinden de hassas olduğunu, kalbimizin dünyanın kayıpları karşısında yas tuttuğunu, ruhumuzun sevdiklerimizi kaybetme korkusuyla sıkıştığını ve aklımızın öngörülemez gelecek konusunda karıştığını kabul etmek, yanlış söylememek ve eylememek adına biraz yavaşlamak yapılacak ilk hareket olmalı.
Simon Critchley, pandemi hakkındaki yazısında, “birkaç hafta önce kendimi, kaygısızca veba edebiyatı üzerine konuşurken buldum” diyordu, “Boccaccio’nun Decameron’u, Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü, Camus’un Veba’sı. Birçok insanın benimle aynı şeyleri söylediğini fark edene kadar kendimi zeki sanıyordum.”[7] Bir felsefeciye en çok yakışan şey kendisiyle alay edebilmesi olsa gerek, alçakgönüllülük olmadıkça bilgi bilgeliğe dönüşemiyor. Ben de –Critchley’i örnek alarak- kendimi zeki ya da bilgili sanmadığımı, bilinmeyen bir şey söylediğime inanmadığımı, yeni bir şey söyleme iddiası taşımadığımı beyan ederim. Kendini Ölüm’e adamış bir akademisyen olarak, ben de bu salgının kendi alanımda bir farkındalık yaratmasını umuyor, ölüm korkumuzla ölüm üzerine düşünerek, tartışarak, farklı bakış açıları geliştirerek başa çıkmayı öneriyorum sadece. Öte yandan, ölüm de salgının yarattığı kırılma gibi çok başlı; öyle farklı alanlara temas ediyor, öyle çok başlık içeriyor ki,bu yazının sınırları içine sığdırma gayretimi sayıklamalara dönüştürüyor. Hâlden anlayacağınızı umarım…
II
suyu çevirmedim mevsiminde,
akarsuya set seçmedim,
tanrı rızkından çevirmedim sürüyü.
İçim temiz! İçim temiz! İçim temiz!
Ölünün Ölüler Ülkesindeki Açıklaması’ndan, Antik Mısır
Ve Rab onları mübarek kıldı; ve Rab onlara dedi: Semereli olun, ve çoğalın, ve yeryüzünü doldurun, ve onu tâbi kılın; ve denizin balıklarına, ve göklerin kuşlarına, ve yer üzerinde hareket eden her canlı şeye hâkim olun.
Tevrat/Tekvin
Binlerce insanın ölümünün müsebbibi bir yarasa ve virüsü hayvanlar âleminden devralan kimliği belirsiz Çinli’ydi. Yarasaları zaten sevmezdik, artık Çinlilere de yarasa görmüş gibi bakar olmuştuk. Venedik’in kanallarını ziyaret eden kuğular, Boğazı’ın sularına geri dönen yunuslar, Llandudno’nun caddelerinde dolaşan dağ keçileri ne güzeldi!
San Francisco gecelerinde uluyan çakallar, Santiago sokaklarında dolaşan pumalar, Tampico’nun timsahları gözümüzden bile ırak olsundu. New York semalarında süzülürken kameralara yakalanan birkaç leş yiyici ise tüyler ürperticiydi; oysa bütün geri dönenler içinde en manidarı kuşkusuz onlardı. David Harvey’in empati önerisi, hem dünyanın diğer varlıkları, hem de virüs adına devreye sokulabilir miydi? “Birçok ekolojistin önerdiği gibi, bir dağ veya bir ırmak veya benekli baykuş ve hatta ebola virüsü gibi düşünmeye çalışılabilir.”[8]
İnsanın, evrim sürecinin etkin öznesi olarak, sahip olduğu dünyayı değiştirebilme gücünü kötüye kullandığı, dünyayı yöneten teknoloji gelişmişlerinin, iktidarlarını hoyrat bir benmerkezcilikle kendi ötekilerini ezmeye ve diğer türleri yok etmeye harcadığı gün gibi aşikâr; ve hatta, doğa üzerinde yaratılan onarılması imkânsız hasar üzerine yapılan ekoloji ve biyoloji temelli tartışmaların bile -zamanında David Harvey’in işaret ettiği gibi- kültürel ve coğrafi gerçekleri ve bu anlamdaki yerel bakış açılarını ne kadar kapsadığı tartışılır.[9]
Bilim insanlarının konuya yaklaşımının samimiyetini sorgulayan Harvey, bunun nedenlerini hümanizm merkezli çıkışlara ve hatta siyasal hareketlerin, doğaya ve çevre meselelerine topluma “güvenilir ve namuslu” görünmek amacıyla yönelmelerine bağlıyordu. Bu düşünceye göre toplumsal ve siyasal amaçlar çevrecilik retoriğini araç olarak kullanmaktaydı. Harvey’e göre, samimi siyasal inanca ve ideolojiye sahip bilim insanlarının varlığı yadsınamazsa da, diğer tüm meselelerde olduğu gibi çevresel sorunların çözümünde de, ırk, sınıf, hatta cinsiyet farkı dağılım dengesini bozuyor ve “ayrıcalıklı zümre”nin piyasa temelli felsefesiyle, çevresel sorunlar üretilmeye ve körüklenmeye devam edilmiş oluyordu. Korumacı söylevin kapitalist sistemin çarkına hizmet eden yeni bir sanayi yaratmasından endişelenenlerin sayısı gün geçtikçe artarken, Harvey, meseleyi akademik, entelektüel, kuramsal ve felsefi tartışma zeminine bırakmak konusunda epey alaycı bir dil kullanıyor ve, ”buradan âlim konferansları katılımcılarını ebediyete kadar meşgul edecek malzeme çıkar” diyordu. Alternatifler konusunda tartışılabilmek adına, öncelikle ortak bir dil ya da farklı diller arasında çevirinin sağlanması ve tüm bu çeşitlilik içinde bile bir tür zemin oluşturulması şarttı; çünkü “bu zeminin olmadığı yerde karar zeminini otorite, söylemsel şiddet ve hegemonik pratikler” belirleyecekti.[10]
Harvey’in önerisi, bilginin farklı özelliklere sahip süreç ve parçalarının çelişkili bir dinamik içinde birbirini beslediği karmaşık ve girift bir ekolojiler modeli kurulmasıdır. Bu model için metafor olarak kullandığı “aile”, insan ailesinin ötesine uzanan, “anlam ailesi”dir: “Anlam ailelerinde de karşılıklı etkileşim, bağımlılık, farklılık, mücadele ve çekişme vardır. Bu, çevre konusundaki söylemler için güçlü bir dinamizm sağlar. Doğa bu dinamizmi besler ve ondan beslenir.” Nitekim, “Doğa, sürekli olarak yeniliklerin keşfidir” der Alfred North Whitehead, “buna bağlı sistemdeki değişkenlerin benimsenerek içselleştirilmesi, karşıt güçler ve farklar arasında dengenin sağlanarak sürekliliğin elde edilmesi ancak çok özel koşullar altında gerçekleşir.” [11]
Topluluk olarak toprak kavramının ekolojinin özü olduğunu savunan Aldo Leopold da, homo sapiens’in toprak topluluğunun “fatihi” değil, sade bir üyesi olduğunu ve biyotik topluluğa zarar verecek her türlü eyleminin suç olacağını söyler. Toprak Etiği adlı çalışmasında, insanın canlı türlerini maddi değerlerine göre sınıflandırma yönündeki ekonomi temelli eğilimini eleştirirken, felsefeyle birleşmiş en radikal çevre etiği olarak tanımlanan Derin Ekoloji düşüncesinin de önünü açar. Doğaya saygının da ötesinde, doğadaki diğer varlıklarla aynı haklara sahip olma düşüncesinden yola çıkan bu felsefenin kökleri, Eski Yunanca’da doğayla uyum içinde yaşamanın bilgeliğine ulaşma çabası anlamına gelen ekosofi kavramına uzanır. Bununla birlikte, Leopold’un en büyük ilham kaynağı, Organum adlı kitabında, ölü madde olarak görünen birçok unsurun, derin anlamda canlı ve bilince sahip olduğunu, “kendi içinde parçalara ayrılamaz her şeyin yaşayan bir varlık olduğunu” söyleyen Rus yazar Pyotr Demianovich Ouspensky’dir.[12] Bu düşünceye göre, toprak, dağlar, nehirler, atmosfer, kısacası dünyanın bütün bileşenleri bir bütünün birbiriyle koordinasyon içindeki organları gibidir ve bu yaşayan organizmaya bir ruh ve bilinç atfedilebilir; ve bu durumda da, insan, kendine ait hakları olan bu biyotik topluluğun, yalnızca sade bir üyesi olabilir.
Bu önerinin, fayda peşinde koşmayı tamamen reddeden, sevgi, saygı, ortaklık ve aidiyet üstüne kurulmuş bir etik duruş olduğunun altını burada tekrar tekrar çizmek gerekir. Leopold, ekosisteme zarar veren doğa koruma politikalarını da reddederek doğal alanların, yırtıcı hayvanlarıyla birlikte, olduğu gibi korunması gerektiğine inanmasına neden olan olayı, Thinking Like a Mountain (Bir Dağ Gibi Düşünmek) adlı yazısında anlatır; ormancılık yaptığı günlerde vurduğu bir kurdun gözleridir bu değişimin nedeni: “Kurdun yanına vaktinde yetiştik ve gözlerinde keskin bir yeşil alevin sönmekte olduğunu gördük. İşte o zaman anladım (ve o günden beri iyi biliyorum) ki, o gözlerde benim için -sadece benim ve dağın bildiği- yeni bir şey vardı. O zamanlar gençtim ve hep tetiği çekme arzusuyla doluydum; öyle düşünüyordum çünkü daha az kurt daha çok geyik demekti. Hele hiç kurdun kalmaması avcıya bir cennet olacaktı. Ama yeşil alevin söndüğünü görünce, anladım ki ne kurt ne de dağ bu düşünceden yanaydı.” [13]
Öte yandan bütün bunlar kadim kültürlerin ezelden beri vâkıf olduğu, terminolojiye gerek duymaksızın kuşaktan kuşağa aktardığı hayat felsefesidir. Onlar, bütün hayatların kutsallığına ve bütün canlıların kardeşliğine inanır, birliğin bir üyesi olarak insanın tek başına var olamayacağını bilir ve bu bilgeliğin ışığında yaşarlardı. Doğaya ve hayvanlara kulak kabartır, sessizliği dinler, boşa konuşmazlardı; ve konuştuklarında şiir olurdu söyledikleri; Karaayak Kabilesinden Crowfoot’un 1890’da, ölüm döşeğindeki son sözleri gibi: “Hayat nedir? Hayat, gece bir ateş böceğinin parıltısıdır. Hayat, kış mevsiminde bir bizonun nefesidir. Hayat, otlar boyunca ilerleyen ve gün batımında kaybolan küçük gölgedir.” [14]
Oglala Sioux kabile reisi Luther Standing Bear, uygarlığa dair şöyle demişti: “Toprak üzerinde, çadırında oturan, hayatı, anlamını düşünen, bütün varlıkların akrabalığını kabul eden ve varlıkların evreniyle birliğini tanıyan insan, kendi benliğine uygarlığın gerçek cevherini sindirir.”[15] Katliamından sağ çıkabilen Kızılderilileri topraklarından sürüp rezervasyonlara kapatmakla da tatmin olmayan ve suçiçeği mikrobu bulaştırılmış battaniyeleri dağıtarak, kadın, çocuk demeden yüzlercesini daha şefkatle sararak öldüren uygar beyaz reis ise, kendinden biliyor olacak ki işi, şimdi kendi ülkesinin -an itibariyle- yüz bine dayanan can kaybı karşısında çaresiz, cinnetli ve hoyrat, virüsü laboratuvarda üretmiş olmakla itham ediyor ötekini. Öte yandan, bırakıyor rezervasyonlara kapatılanlar imkânsızlıklar içinde çırpınarak ölsünler. Gerçi yerliler hiç yardım görmüyorlar da diyemeyiz, maske talebinde bulunduklarında ceset torbası alabiliyorlar pekâlâ.[16] Uygarlık denilen şeyin formülü tam da bu değil mi zaten: İnsan hayatı diğer tüm canlıların hayatından üstündür, üstün insanın hayatı, ırk, etnik köken, dil, din, mezhep, toplumsal sınıf ve cinsiyet bağlamında ötekileştirilen insanların hayatından üstündür.
İnsan ve diğer varlıklar arasındaki statü farkının insanın aleyhine işleyen bir boyutu da var elbette: İnsan hayatı hakkında karar verme yetkisinin tek tanrılı semavi dinlerce Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak din adamlarına devredilmesi, ölüm döşeğindekini her koşulda emanet canı vermemekleve doktoru da her koşulda verdirmemekle yükümlü kılıyor. Dünyevi hayatın sıkıntı ve acılarının cennete gitmeye hak kazanmak üzere fırsat sunduğu inancı, hastalığı hayra, ölmeyi seçen hastayı ve buna izin veren doktoru ise günahkâra dönüştürüyor. İntiharın günah olduğu tezinin en sağlam muhaliflerinden David Hume, karşı fikirlerinin doğa-insan ilişkisi üzerine temellenmesi bağlamında burada hatırlanabilir. Hume’a göre, canlının dünyadaki her hareketi maddenin bazı bölümlerinin düzeninde yeniliklere neden olur ve hareketin genel yasalarını normal seyrinden başka yöne çeker. Burada kastedilen, insanın hayatı ile hayvanın hayatının aynı yasalara –maddenin ve hareketin genel yasalarına- tâbi olduğudur. “İnsanın hayatı, evrenin gözünde, bir istiridyenin hayatından daha önemli değildir”[17] der Hume, dolayısıyla da, insanın ölümü evren için önemli bir kayıp değildir, çünkü -tıpkı istiridyenin ölümü gibi- genel yasaları değiştirme veya bozma gücüne sahip değildir. Tanrı, kusursuz düzenini kurarken, bütün hayvanları kendi ihtiyat ve becerilerine emanet etmiş ve kendi güçleri yettiği müddetçe doğanın tüm işleyişini değiştirmeleri için tam yetki vermiştir; nitekim türün devamlılığı da bu yetkiyi kullanmakta bir an bile tereddüt etmemelerine bağlıdır; ve aynı yasalara bağlı olan insan da kendi canı üzerinde her türlü yetkiye sahip olmalıdır. Bu düşünceye göre, bitkinin ya da hayvanın ölümünün dünyanın düzenini bozmayacağını söylüyorsak, insanın bozabileceğini iddia etmemiz mümkün değildir ve hatta yaratılmış olan herhangi bir varlığın ölümünün, dünyanın düzenini bozabileceğini iddia etmek –bu durumda intihar edenin de- Tanrı’ya küfür etmektir. [18]
Hume, doğaya dilediğince müdahale etme hakkını ve yetkisini elinde tutan insanın, kendi hayatı hakkında karar verme özgürlüğüne sahip olamayışının tutarsızlığına, Nil’i ya da Tuna’yı rotasından saptırmak kabahat değilse, “bir parça kanı doğal akışından döndürmenin suçu nerede!” sorusuyla işaret eder ve tezini tarihten bu konuda seçtiği örneklerle güçlendirir: “Eski Roma inancına göre, nehirleri rotalarından saptırmak ya da doğanın yetkilerini istila etmek Tanrı’ya karşı saygısızlıktır. Fransızlar, çiçek hastalığı aşısı yaptırmanın Tanrı’nın işine müdahale etmek olduğunu ve bunun Tanrı’ya karşı saygısızlık olduğunu söyler. […] Ben de diyorum ki, evler inşa etmek, toprağı ekip biçmek, okyanusları aşmak Tanrı’ya saygısızlık değil mi? Bütün bu eylemlerde, doğanın akışında bazı yenilikler yapmak için zihinsel ve bedensel gücümüzü kullanırız. Bu nedenle, hepsi eşit derecede masum veya eşit derecede suçludur.”[19]
Varoluşumuzun her koşulda diğer canlılara zarar verdiği aşikâr, fakat öldükten sonra da dinin, uygarlığın, geleneğin kurallarına bağlı olarak doğaya daha az ya da çok zarar vermeye devam ediyoruz. Bu bağlamda, tören sırasında açık tabutta sergilenen cesetten ölümün izlerini silmek için kullanılan kimyasal maddelerle ve metal tabutlarla, Amerika Birleşik Devletleri’nin cenaze endüstrisi bunun en kötü örneği. Son yıllarda -geç de olsa- önce Avrupa’da ve nihayet Amerika’da ortaya çıkan alternatif uygulamalar, ekolojik defin ve -aynı zamanda ölümün ticarileştirilmesine ve dini dayatmalara karşı bir tavır da içeren- yeşil defin olmak üzere iki koldan ilerliyor. Öte yandan, bedenin toprağa mümkün olan en çevre dostu biçimde verilmesini amaçlayan bu arayışların, Tibet’in, ölünün doğanın en hızlı geri dönüştürücülerine emanet edildiği gökyüzü defni kadar başarılı olamayacağı açık.
New York semalarındaki yırtıcı kuşlar, belki de bize -en azından bana- bunu hatırlatıyor. Doğanın bizsiz daha mutlu olduğu konusunda hemfikiriz son günlerde; o sırada yaşamın olmazsa olmazı hâline gelmiş olan dezenfektanlar doğal sulara karışıyor.
III
Eh, ben artık yaşlandım ya,
Kıskançlıktan patlıyor millet…
Ah, ama ne soğuk hava…
Kobayashi Issa
geniş, güçlü, kahredici gençlik; zarafet,
kuvvet, büyüleyicilik dolu gençlik!
yaşlılığın da senden sonra aynı zarafet,
kuvvet ve büyüleyicilikle gelebileceğini biliyor musun?
neşeli ve şahane gün, güneşin, eylemin,
ihtirasın, bol kahkahanın günü,
gece, milyonlarca güneşi, uykusu ve huzur verici karanlıkları ile seni izliyor.
Walt Whitman
Goethe, “yıllar bizi hayretler içinde bırakıp gidiyor” der. İlk bakışta insanın ortak kaderine işaret eden, belli bir yaşa ulaşmış kimsenin karşı çıkmayacağı, hüzünlü bir cümledir bu. Oysa, başarılı ve şanslı bir ömrün tek cümlelik özetidir aslında. Fakat, buradaki ne başarı ne de şans Goethe’nin edebî kişiliğiyle, ölümsüz eserleriyle bağlantılı olmak zorunda değildir. Bu cümle, kime ait olduğundan tamamen bağımsız olarak hep aynı şeye işaret eder aslında; zira yılları geride bırakabilmek başarı, yılların gidişine dehşetle değil de, hayretle bakabilmek şanstır.
Çetin bir mücadeledir yaşlanmak, büyük kuvvet ister; zor zanaattır büyük emek ister. Bunlardan ilki fiziksel, ikincisi ise ruhsal yolculuğumuza işaret eder daha çok; insanın doğduğu andan başlayarak içine atıldığı zorlu hayat sınavının iki ayağı. Aklınızın ve ruhunuzun geride bıraktığınız önce yıl, sonra ay ve nihayet her yeni günle kendine yabancılaşan bedenine uyum sağlamaya çalıştığı bir ip cambazlığıdır. Geriye baktığınızda kalbinizi yakan yalnızca bu süreçte kaybettiğiniz sevdikleriniz değildir; gerçekleşmemiş hayâllerinizle ve umutlarınızla eski siz ve eski zaman da ölülerinize katılır; yaşlanmak yaslanmaktır. Kabullenir, gömer, devam edebilmek için elinizde kalanlara tutunur, kendinize daha mütevazı, önünüzde kalan kısa vadede gerçekleşmesi daha mümkün hedefler belirlersiniz. Dolayısıyla, yaşlanmak sürekli bir yenilenme durumudur, başlangıçlardır aslında.
Yaşlanmak beceri, iyi yaşlanmaksa sanattır. Koşulları her nasıl olursa olsun, hayatını nakış gibi işlemekten, kenarını oyayla süslemekten vazgeçmeyen tamamlar yapıtını; iğnesi onur, ipliği edep olan, üzerinde utanç ve pişmanlık lekesi bulunmayan bir başyapıta atar imzasını. İyi yaşlanmak, bilgeleşmektir. Öte yandan, onur ve edep kavramlarının uçurumdan aşağı atılırmışçasına hız ve hırsla yürürlükten kaldırıldığı, başarının para ve maddi güçle, mutluluğun genç ve sağlıklı olmakla ölçüldüğü çağda bilgeliğin de hükmü kalmadı. İşte, tam da bu, Goethe’nin hayretini, talihe dönüştürüyor: Bildiğiniz bütün iyilerin ve doğruların tedavülden kalktığını idrak etmenin dehşeti; aşina olduğunuz her şeyin yabancılaşmasının tekinsizliği; başka değer yargılarına sahip, başka kurallara tâbi, başka bir dil konuşan bir kalabalığın içinde yapayalnız kalmak. Ve şimdi bir de bu salgın…
Yaşlıları, kronik hastalığı olanları -her zamankinden de çok- evlerine, tutukluları, mültecileri bir kere daha kendi hapishanelerine kapatan, evi ya da evde kalma şansı ve lüksü olmayan emekçileri virüslü dış dünyaya mahkûm eden ve eğitimi kameraya indirgeyen yeni normal, bu aralar dilimizden düşürmediğimiz Michel Foucault’nun zamanında anlattığı büyük kapatılmayı hiç olmadığı kadar meşrulaştırmakla da kalmayarak, yurtdaşlarına gözü gibi baktığı için muktediri takdire şâyan kılıyor. Böylece yaşlıların, yaşlanmaya bağlı ölüm düşüncesinin doğduğu Rönesans Dönemi’nde tohumları atılan ve hastalık olarak ölüm kavramının ortaya çıkışıyla ölümün ertelenebilir bir niteliğe büründüğü Aydınlanma Çağın’nda toplumdan ihraç edilen deliler sınıfını takiben ivme yapan iktidarsızlaştırılması sürecinin de zirvesini görmüş oluyoruz. Tıp ile kapitalizmin birleşmesinden doğan modernleşme canavarı, hayatla ölümü, gençlerle yaşlıları, sağlıklılarla hastaları, sömürenlerle sömürülenleri ayrıştırma projesi bonus olarak maskelilerle maskesizleri, internetlilerle internetsizleri de taraflara bölüyor.
Öte yandan, gene Foucault’nun saptadığı gibi, eski hükümranlığın “öldürme ya da hayatta bırakma” hakkını tersine çevirerek, “yaşatma ya da ölüme bırakma” hakkına dönüştüren modern iktidar, hem özgürce yaşama hem de özgürce ölme hakkımızı elimizden tamamen alıyor.[20] “Toplumsal gelişme mi dediniz?” diyordu Baudrillard, “hayır, bu bir toplumsal gelişme değil toplumsalın ölümü de kapsayacak şekilde genişletilmesi demektir. Herkesin istediği gibi ölme hakkı sonsuza dek elinden alınmaktadır. Bundan sonra herkes elinden geldiğince uzun süre yaşama özgürlüğünden başkasına sahip değildir. Bu ayrıca insanın kendi yaşamını herhangi bir sınır tanımadan tüketmesinin yasak olması anlamına gelmektedir.”[21]
Bu baharı ağaçlara dokunamadan, çiçekleri koklayamadan, torunlarını göremeden geçiren yaşlıların kaçının son baharını yaşadığını bilemiyoruz; ve aslında cevabı verilmemiş başka sorular da var: Özgürlüklerden vazgeçerek yaşamak mı daha doğru, yaşamını tüketme özgürlüğünü kullanarak ölmek mi? İktidarların yaşatılacaklarından olmak mı daha iyi, ölüme bırakılacaklarından olmak mı? Korumak adına kapatılan yaşlılar, hastalandıklarında da yaşatılacaklardan sayılacaklar mı; ya da diğer türlü sorarsak, yaşlılar gerçekte kimin iyiliği için korunmaktalar? Zayıf halkayı gözden çıkaran Boris Johnson’ın sürü bağışıklığı politikasından son anda -fakat belli ki çok geç- vazgeçirildiği Britanya’da, solunum cihazlarının yetersiz kalacağından endişe duyan doktorların Tıp Birliği’nden aldıkları cevap bu bağlamda aydınlatıcı: Böyle bir durumda solunum cihazları kurtulma şansı düşük -yaşlı- hastalar yerine, yaşama şansı daha fazla olan -genç- hastalara verilmeliydi. [22]
Salgının ülkemizde -en azından şimdilik- bu kadar ağır bir tablo çizmemesi mutluluk verici elbette, ancak çok vahim başka bir virüs yayılıyor. Aylarca evlerine kapatılan, fakat bütün yasaklara rağmen evde tutulamayan 65 yaş üstü medyanın alay konusu oluyor. Belediye’nin söktüğü bankların yerine kaldırıma oturacak kadar gözü pek, Yaşlı İhbar Hattı’nın başa çıkamayacağı kadar enerjikler; öyle ki, birileri Dede Toplama Aracı‘nı icat ediyor. Özellikle bu sonuncusu, sempatik ve şefkatli bir his uyandırma potansiyeliyle daha da tehlikeli; ve bütün bunlar, neoliberalizmin verimlilik amaçlı yatırım projesinin gözdesi hâline gelen gençlerin yaşlılara karşı sergilediği tavırda karşılığını buluyor. Biri, “sağlık sistemini çökerttiklerinde parka gittiklerine pişman olacak kadar bile yaşamayacaklar, ama sonuçta olan bize olacak” yazabiliyor Twitter’da; Facebook’a, “bir yaşlıları bir de orospuları evde tutamıyoruz” gibi son gerece vahim bir cümle düşebiliyor. Özellikle, bir taşla iki kuş vurmaya soyunan bu çifte hedefli nefret söyleminin böylesine pervasızca ortalığa salınabilmesi ülkemizdeki ayrımcılık özgürlüğünün boyutunu olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Alberto Barrera Tyszka, “yaşlılığın canavarları bize çocukluğumuzda saldıranlar kadar korkunç mu?” diye sormuştu, Babam Giderken adlı romanında.[23] İnsanın her çağının kendi canavarları olsa gerek, fakat asıl ürkütücü olanlar hayâl ürünü olmayanlar.
IV
Ölümümü, kendi ölümümü! diye haykırıyordu şimdi de ihtiyar Henrouille ana, kendi ölümümü görmek istiyorum! Duydun mu beni! Benim gözlerim hâlâ görüyor çok şükür! Duydun mu! Benim gözlerim hâlâ görüyor! Ölümümü iyice görmek istiyorum!
Louis-Ferdinand Celine
O kadın öldüğünden beri adam, her koncaya sırtını dönüyor.
Elias Canetti
Herkes tek başına ölür derler; ölmedik bilemeyiz, ölmediler bilemezler. Elbette kimse bir başkasının ölümünü deneyimleyemez, kimse kimsenin ölümünü yaşayamaz. Öte yandan, bir başka şekilde de olsa yalnız ölmeyeceğimize inananlar da vardır; ölüm döşeğindekilerin kendilerini karşılamaya gelen sevgili ölülerden söz ettiklerini hepimiz duymuşuzdur ve bazılarımız buna şahit de olmuşuzdur. İsteyen Tanrı’nın şefkati olduğunu iddia etsin, isteyen beyin kimyasının son bir lütfu olduğunu savunsun, isteyen hatıralara dair son bir sayıklama, inanmayı tercih edenler için gönül ferahlatıcı. Ama asıl yiğitlik, ne ölüm ânımızda bir teselli ve ne de sonrasında bir ödül olduğuna inanarak bağrımıza basmamızdır ölümü. Ancak bu yolla, hayatımızda belki de gerçek anlamda tek başımıza başa çıkacağımız yegâne deneyim olarak önem ve değer kazanır ölümümüz.
Yaşamımızı bize dair ve bize ait temel eser olarak kabul ediyorsak, demek ki ölümümüz de bu bütünün bir parçası olacak, eserin bütününü etkilemiş olacaktır. Hayat hikâyemizin sonunu bizzat yazabilmek, dünyayla ilişkimizi kendi doğrularımıza göre bitirebilmek, sevdiklerimizle vedalaşabilmek, ve -bütün bunların içinde belki de en değerlisi- son sözlerimizle onlara yasımızı tutarken güç ve kendi ölümleriyle yüzleştiklerinde cesaret verecek tavrı ve sözcükleri bulabilmek, her şeyden önce ölmekte olduğumuzun farkında olmamızı gerektirir. Fakat yalnızca bundan ibaret değil kastettiğim: Bu büyük gizemi çözmek, gerçeği öğrenmek istemez miydik? Salt ölümün neye benzediğini deneyimleyebilmek adına, ölmekte olduğumuzun farkında olmak istemez miydik? İnsanın kendi ölümünden mahrum kalması talihsizlik, kendi ölümünü deneyimlemesine fırsat verilmemesi adaletsizlik olmaz mıydı? Nitekim, deneyim üzerine şöyle yazıyor Thomas Nagel, Ölüm başlıklı makalesinde: “Kişinin yaşamına eklendiğinde, o yaşamı daha iyi hâle getirecek unsurlar vardır; kişinin yaşamına eklendiğinde, onu kötüye götürecek başka unsurlar da vardır. Ama tüm bu unsurlar bir kenara bırakıldığında, geriye kalan salt nötr değildir; o, üzerine basarak, pozitiftir… Bu fazladan pozitif ağırlık deneyimin içeriğinden değil, deneyimin kendisinden kaynaklanır.”[24]
Misyonunu “…yalnızca huzur içinde ölmenize yardım etmek için değil, aynı zamanda ölene kadar yaşamanız için elimizden gelen her şeyi yapacağız”[25]sözüyle özetleyen, modern hospis hareketinin kurucusu Cicely Saunders, ölüme yürüyen hastaların kendi yollarını bulmaları konusunda ihtiyaç duydukları desteği vermek istiyorsak, “onlar gibi” hissetmeden de “onlarla” hissedebilmeyi öğrenmek zorunda olduğumuzun altını çiziyor ve eğer bunu başarabilirsek bir hastanın dürüst ve kederli “ölmek istemiyorum, ölmek istemiyorum” yakarışından huzurlu kabullenişine uzanan yolculuğuna tanıklık edebileceğimizi yazıyordu: “Sadece doğru olanı istiyorum.” Fakat daha da dikkat çekici olan, Saunders’ın, ölüme yürürken şüphe, korku ve isteksizliğin çetin yollarını aşıp huzura ermeyi başaran kişilerde gördüğünü yazdığı “gerçek neşe”. Nitekim, ölmeden yalnızca bir saat kadar önce bu zorlu yolu tamamlayabilmiş bir hastanın henüz soğumamış bedenine bakarken, onun bu süreçte “eğlenmiş göründüğünü” düşündüğünü anlatıyor Saunders ve şöyle bitiriyor sözünü: “Gerçekten de eğlenmişti.”[26] Bulunduğumuz noktadan baktığımızda ütopik görünen bir anlatım kuşkusuz; öte yandan bizzat deneyimlemediğimiz sürece bilemeyiz ve aksini iddia edemeyiz.
İdeal ölüm tahayyülü, kişinin başrolünü üstlendiği ve hatta bizzat yönettiği bir tür kısa film gibidir; ölümü -mümkün olabildiğince- paylaşılabilir kılan bir senaryosu, oyuncuları ve mekânı vardır: İnsanın kendi yuvası, ailesi ve dostlarıyla çevrili yatağı. Ama bizim o yataktan kovulmamızın üzerinden yüzyıllar geçti; Antikçağ düşünürlerinin ölümümüzle öğrenebileceklerimizi ve öğretebileceklerimizi de kapsayan nitelikli ölüm kavramını ortaya atmalarının üzerinden binyıllar geçti; sosyologların bütün bunlar üstüne yazıp çizmelerinin üzerinden de bir hayli zaman geçti. Ömürler uzadı, ölüm yalnızlaştıkça yalnızlaştı, insan bütün bunları düşünmemeyi seçti; ve şimdi insanla sevdiğinin ölümünün ve insanla kendi ölümünün arasına girerek, bütün bunları tekrar düşünmeye zorluyor bizi bu salgın. Çünkü, ölüm bilincinin insana mahsus olduğunu söyleriz, fakat Todd May’in ifadesiyle, “ölüme dair farkındalığı yalnızca bir tehditle karşılaştığında ortaya çıkan diğer hayvanlar gibi hareket ederiz.”[27]
Ölümlü varlığımızı taşıyabilmemiz için ölüm düşüncesini aklımızdan kovmaya çalışmamız veya bunu bizim yerimize beynimizin korunma mekanizmasının yapması anlaşılabilir; fakat bunun tehlikeli bir yanılsama olduğu ve gerçekle yüzleşmek zorunda kaldığımız anda daha travmatik bir hâl alacağı da açıktır. Ve işte şimdi, âniden üzerimize çöken bu ölüm, yalnızca vedalaşmalara imkân vermemekle, hayatları yarım bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda gideni kendi ölümünden, kalanı sevdiğinin yasından mahrum bırakıyor; çünkü sevdiğimizin ölümünü gerçek anlamda idrak edebilmemiz için, onu uğurlamamız, toprağa vermemiz gerekir. Ölüm sürecine tanık olmak yalnızca korkularla yüzleşebilmenin, ölümü normalleştirmenin değil, aynı zamanda gerçekliğine inanmanın da önkoşulu. Ortaçağ’da ve günümüzün kadim geleneklerini korumayı başarmış topluluklarında görülen çocuklarla çevrili ölüm döşeği aile büyüklerinin sadist ya da çocukların mazoşist eğilimler göstermelerinden değil kuşkusuz; filozofların, sosyologların, psikologların tavsiyelerini okumadan uygulayanların bilgeliği bu.
Elisabeth Kübler-Ross, ölüm döşeğindeki yaklaşık iki yüz hastayla, bu süreçte ne hissettikleri, yakınlarından ve özellikle de doktorlarından ne bekledikleri konusunda gerçekleştirdiği söyleşilerden yola çıkarak yazdığı Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitabında, “…ölüm ve ölmeyi araştırmanın en iyi yolunun, ölümcül hastalardan bize öğretmenlik yapmalarını istemek olduğuna karar verdik” der; ve doğal olarak ölmekte olanlar kadar, sevdiğinin ölmekte olduğu gerçeğiyle yüzleşenler de dahil olur bu uzun soluklu araştırmaya.[28] Kendi ölümümüzle yüzleşmek zorunda kaldığımızda gösterdiğimiz insani tepkiler sevdiğimizin ölümü konusunda da geçerlidir; ve hayatımıza yaralı ve eksik de olsa devam etmemiz, ancak bu acıyla yüzleşmemizle mümkün olabilir. Aksi takdirde, Kübler-Ross’un ölüm karşısında sırasıyla gösterdiğimiz insani tepkiler olarak saptadığı inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve nihayet kabullenme beşlisinin ilkinde takılıp kalırız; oysa gerçek yas ancak kabullenmeyle başlar.
Belki biz de şimdi, kendi ölümümüzün farkına varabilmemizin, sevdiğimizin ölüm sürecine yoldaşlık edebilmemizin ve onu uğurlayabilmemizin başımıza şu âlemde gelebilecek en kötü şey değil, aksine hayatın bir armağanı olabileceğini anlamaya başlarız kim bilir?
V
O, bu dünyadan onurlu bir siliklik içinde göçüp gitti.
Søren Kierkegaard
Uygarlık, ölülere saygıyla başlar.
Giuseppe Garino
Dünya ölülerini uğurlayamıyor; işte sevdiklerinin cansız bedenlerini kapıdan görevlilere teslim eden İtalyanlar. Dünya ölülerini gömemiyor; işte New York’ta derin dondurucu kamyonetlerde bekletilen cesetler. Dünya ölülerine karşı son vazifesini yerine getiremiyor; işte kimyasal atık gibi görevlilerce gömülen bedenler. Dünya insanlığından çıkıyor; çünkü insanlık tarihinin en kadim, en belirleyici kuralı, insanın en temel sorumluluğu, ihtiyacı ve hakkıydı bütün bunlar. Gerçek insan evriminin başlangıcı ölü kültüydü; mezar kavramının ortaya çıkışı insanlık eşiğini geçmenin önkoşuluydu. Öyle ki, salgın sürecindeki çıkışlarıyla gündemden düşmeyen Giorgio Agamben bile, “feragat ettiğimiz ilkeler”in başına koyduğu yalnız ölümler ve törensiz definler konusundaki tepkisini “Antigone’den beri insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir şey bu” sözüyle ortaya koyarken, aslında Antigone’den önceki insanlığın hakkını teslim etmemiş oluyordu.[29]
Salgın karşısında politik ve etik olarak çöktüğümüze işaret eden Agamben, “…mesele, ne noktada bu ilkelerden feragat etmeye hazırlıklı olmadığımızı kendimize sormak” diyor ve ardından bu feragatin kökeninde, “birbirinden ayrılmaz olan bedenli ve manevi yaşamsal deneyimimizi, bir yanda saf biyolojik teşekkül, diğer yanda duygulanımsal ve kültürel yaşam olacak şekilde birbirinden ayırmış olmamız”ın yattığını söylüyor. Meselenin ölüm-kalım savaşı olduğu bu noktada Agamben’e verilecek çok cevap bulunuyor elbette; öte yandan, bu bağlamdaki can alıcı sorusu cevapsız kalıyor: “Hayatta kalmaktan başka değere sahip olmayan bir toplum nedir?” Elbette -Agamben’in de işaret ettiği gibi- ölülerimizle ilişki[sizliği]mizin yeni normallerimizden birine dönüşme ihtimali, önümüzde ciddi bir mesele olarak duruyor. Öte yandan, insan sormadan edemiyor: Eski normalimiz normal miydi; ya da normal olan ne kadar eskide kaldı?
Batı’nın, özenli peyzaj düzenlemeleri, ağaçlı yolları ve muhteşem heykellerle süslenmiş anıtsal mezarlarıyla zamanında kentsoylulara gezinti ve piknik alanı olarak da hizmet eden bahçe mezarlıklarının doğuşunu, ölülere duyulan saygıya değil aksine ölüleri yaşayanların dünyasından uzaklaştırma projesine borçlu olduğumuz kimi zaman gözden kaçırılabilen bir gerçek. Buna karşılık, Aydınlanma Hareketi’nin salgın hastalıklara karşı başlattığı mücadeleye kadar kiliselerin bodrumlarında üst üste yığılan isimsiz, kimliksiz kafataslarının ve kemiklerin, ölülere saygısızlığın değil, aksine ölüleri kucaklamanın işareti olduğu ise çoğunlukla gözden kaçırılan bir gerçek. Dinin sonsuz yaşam vaadinin insanın ruhuna atfettiği değer sekülerleşmenin etkisiyle bedene yöneliyor, öte dünya inancının zayıfladığı noktada kişinin dünyevi varlığını koruma içgüdüsü devreye giriyordu. Öte yandan, bedeni giderek bir çeşit tapınma nesnesine dönüştüren tıp, aynı zamanda hijyen bilinciyle kendinden uzaklaştırıyordu; Batı’nın o şahane mezarlıkları da aslında ölülerin cilalı gettosu, büyük kapatılmasıydı.
Ortaçağ boyunca mezarlık işlevi gören Kilise, halkın kalbinde, beyninde, tepesinde, kısaca kelimenin bütün anlamlarıyla toplum hayatının tam ortasında yükselir ve mekânsal olarak da yerleşim yerinin merkezindedir. Kilise’nin merkezinde ise Ölüm ve ölüler durur. Ölüm, Kilise’nin iktidarının garantisidir; Ölüm’den beslenir, Ölüm’le korkutur, ölülerin gerek niteliksel gerekse niceliksel defterini O tutar. Elbette, Kilise’nin de tüm diğer iktidarlar gibi ayrıcalıklı ölüleri vardır; onlar da kendi aralarındaki hiyerarşiye göre mekânsal dağılım gösterir, merkezden başlayarak kriptaya kadar uzanırlar; kendilerine, ait kabartmalar ve heykellerle bezenmiş lahitlerinin içinde, iskeletlerinin ve hatta mumyalanmış bedenlerinin bütünlüğünü koruyarak yatarlar. Fakat gene de, her şeye rağmen, her bakımdan en altta bulunan kemik yığınındaki ölü, modern insanın ölüyü mahkûm ettiği yalnızlığa âşina değildir. Yalnızlık, iktidarın -bu durumda da Kilise’nin- günahkârlarına mahsustur; sapkına, cadıya, fahişeye, müntehire.
Ölülerin ihraç edilmesiyle 19. yüzyılda yerleşim yerinin dışına konumlandırılan ilk mezarlıklar gibi, devamında aynı prensiple şehrin dış çeperlerine açılan yeni mezarlıklar da bugün kendilerini yutan şehirlerin içinde kalmış. Bir ağacın halkaları gibi, mezarlıklar konumları ve büyüklükleriyle şehrin yaşını ele veriyor. Öte yandan, bugün artık merkezi konumda kalan en talihli ölüler bile, aslında hâlâ dışarıdalar; asla gerçek anlamda bir kamusal alana dönüşememiş mezarlıklarda, yüksek duvarların ardında tecrit edilmiş olarak yatıyorlar; mezar taşlarında isimleri yazılıysa da gerçekte Ortaçağ kiliselerindeki isimsiz ölülerden daha yalnızlar. Her çağda olduğu gibi, ölüler statülerine göre ayrılıyorlar; kahramanlar ve kutsallar özel mekânlarında, özel günlerdeki -gönüllü ya da zorunlu- anmaları bekliyorlar; toplumun kültürel hafızasında iz bırakmış ünlülerin payına -illâ ki- sosyal medyada paylaşılacak bir selfie düşüyor. Öte yandan, iktidarlara bağlı olarak kendilerine yakıştırılan sıfatlar değişse de, ötekilerin yaşayanların dünyasındaki yeri değişmiyor; onlar yalnız değil, kimsesiz, isimsiz ve hatta mezarsızlar.
Ölüleri yalnızlaştıran, kişiliksizleştiren, uzaklaştıran ve aynı zamanda ötekileştiren bu salgın, ölülerle canlılar arasındaki bütün bu ilişkileri tekrar düşünmeye çağırıyor bizi. Kimsesizler gibi, yakınlarının sahiplenemediği ölüler de kimsesizler mezarlığına gömülüyor şimdi; öte yandan, ailenin devre dışı bırakıldığı yeni defin prosedürü, bütün ölüleri her halükârda kimsesizleştiriyor. İstanbul’da cesedin yıkanmasından toprağa verilmesine kadar tüm işlemleri üstlenen Belediye’nin defin yeri olarak Beykoz ve Kilyos’taki mezarlıkları seçmesi, bu mezarlıkların yeni mezar yerleri açılmasına elverişli olmasının ötesinde -hatta öncelikle- şehrin merkezine uzaklıklarından kaynaklanıyor. Nitekim, mahalle sakinlerinin çevik kuvvetin devreye sokulmasını gerektirecek boyuta ulaşan kontrol tepkilerine cevaben İBB’nin yaptığı açıklama da bunu onaylıyor.[30]
Öte yandan, mahalle sakinlerinin itirazlarının gerekçesi olarak görevlilerin arkalarında bıraktıkları virüslü maske ve eldivenlerden duydukları endişeyi öne sürmeleri çok da inandırıcı durmuyor.[31] Burada, virüsün bu tip malzemelerden ya da cesetten bulaşabileceği endişesine eklenen kadim, ilkel bir korku var; çürümekte olan tekinsiz bedene, zamansız ve huzursuz göçen ruhun yaşayanlara musallat olacağına, hastalığın kirliliğine ve cesedin hastalık değil doğrudan ölüm bulaştıracağına dair inanç: Ölü tabusu.[32] Nitekim, ölülerin dışlanması için bulaşıcı hastalık gerekmez bu topraklarda; ölüler her daim bulaştırıcı olagelmişlerdir, artık kendilerine atfedilen sıfat, kir ya da günah her ne ise… [33]
Şimdilerde New York’taki korona virüsü kurbanlarının toplu mezarlara gömüldüğü Hart Adası, yalnızca bugünüyle değil, yakın geçmişiyle de, bu dürtünün kendilerini gelişmiş addeden ülkelerde de hâlâ capcanlı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Kölelerin, suçluların, ruh hastalarının, cenaze masraflarını karşılamaya gücü yetmeyen yoksul halkın ve kimsesizlerin defin için görevlendirilen mahkûmlar tarafından törensiz, isimsiz, toplu mezarlara gömüldüğü bu adada, 1985-1986 yıllarında New York’ta AIDS nedeniyle ölenlerin mezarları da var. Fakat bu ölüler için, toplu mezarların da uzağında, adanın güney ucunun gömüye müsait olan en dış noktası seçilmiş. Bu çifte sürgünün ardında da kuşkusuz gene aynı ilkel korku yatıyor; fakat burada daha fazlası var: AIDS hastalığının cinsellikle ve özellikle de eşcinsellikle ilişkisinin tetiklediği ilave bir ırkçılık; bu ölüler toplumun dışladığı kimsesiz ölülerden de daha öteki. Öte yandan, AIDS’den ölen ilk çocuğun isimsiz mezar taşı, bu grubun da uzağında tek başına duruyor. Böylece, hastalıktan ölen çocuğun her halükârda kirli, fakat aynı hastalıktan ölen yetişkinlerden bir nebze daha az kirli kabul edildiğini anlıyoruz; dışlanan ölüler de kendi aralarında statü farkına sahip.[34]
Oysa, her şey ne kadar farklı olabilirdi… Viyana’nın Simmering Bölgesi’nin Tuna Nehri’yle buluştuğu noktada, nehrin akıntıya kapılmış ya da kendini akıntıya teslim etmiş ölülerini karaya iade ettiği kıyıda bulunan Kimsesizler/İsimsizler Mezarlığı’nda, küçük ölüler büyüklerle yan yana, ziyaretçilerin oyuncaklarla süsledikleri mezarlarında uyuyor. Burada yatanların büyük çoğunluğunun kimlikleri tespit edilememiş, tespit edilebilenleri ise sahiplenen çıkmamış; suyun çürüttüğü, balıkların kısmen yediği bu cesetleri yıkayan, dualarla toprağa veren, isimsiz mezarlarının başına hepsini kutsayan ve eşitleyen gümüş ışıltılı birer haç diken gönüllülerin dışında. İki bölümden oluşan mezarlığın eski kısmında 1840’tan 1900 yılına kadar defnedilen 478 kişi, Simmering Zanaatkârları tarafından 1900’de kurulan ikinci kısımda ise 102 kişi yatıyor; ve 1935’te mezarlığa eklenen şapelin duvarında, 60 yıldan uzun bir süre kendisini bu isimsiz ya da kimsesiz ölülere adayan, sarhoşları, müntehirleri, aileleri tarafından reddedilenleri, karanlık cinayetlere kurban gidenleri bağrına basan Josef Fuchs’un aziz hatırasına adanan bir plaket asılı. 1940 yılından beri isimsiz ölüler Zentralfriedhof’ta defnediliyor, fakat Viyanalılar ilk isimsiz ölülerini ziyaret etmekten, özel günlerde mumlarla, çiçeklerle, şarkılarla anmaktan asla vazgeçmediler.
Bu örnek bize gerçek bir insan ve gerçek bir topluluk olabilmenin koşullarını hatırlatıyor; kendi yakınlarımız olmasalar bile ölüleri birlikte uğurlamanın, yasını birlikte tutmanın, birlikte anmanın birleştiriciliğini gösteriyor. Öte yandan, biz kendi ölülerimizi ne sıklıkla ziyaret ediyor ya da edebiliyoruz; onlarla hangi koşullarda birlikte olabiliyoruz; baş başa oturup iki kelâm ediyor ya da edebiliyor muyuz gibi sorular da gelmiyor değil insanın aklına.
VI
Sevme kudurganlığım ölüme bakıyor,
bir pencere gibi avluya bakan.
Georges Bataille
Irmaklar birbirine karışır, sular koşuttur birbirine.
Sular birbirine karışır da ırmaklar koşuttur birbirine.
Tek bir yaprak seslenir de öteki susar.
Bu rüyanın sonunu kim bilebilir?
Jean Baudrillard
Rüyalar aceleye gelmez, kendinizi bırakmalısınız; sürekli sonunu düşünürseniz doğal akışı keser, orta yerinde uyanıverirsiniz. Yolculuk aceleye gelmez, kendinizi bırakmalısınız; sürekli varacağınız yeri düşünürseniz yolun kendisini kaçırırsınız. Ne güzeldir sevdiğimiz bir filmi yeniden izlemek; artık sona odaklanmaktan, merak etmekten ya da kahraman adına endişe etmekten kurtulan zihnimiz her ayrıntıda başka anlamlar yakalayabilir, bambaşka lezzetler bulabilir, acele etmeksizin tadını çıkarabilir. Son, bitiş değil bütünleyendir ve sona ulaşana kadar geçilen her merhale bütünün bir parçası olarak kendi başına eşdeğerdedir. Hayatı kontrol altına alamazsınız, bazen kendinizi akışa bırakmalısınız; sürekli sonundan kaçarsanız hayatın kendisini kaçırırsınız. Üstelik o bir seferliktir, sevdiğimiz film gibi tekrarı yoktur; olsa olsa -söylendiği gibi- ölürken bir film şeridi gibi geçer gözümüzün önünden.
İçinde bulunduğumuz salgın günlerinde gelişen eski fotoğraf albümlerine dönüş refleksi, sosyal medyada ve aile içi mesajlaşmalarda giderek daha büyük bir sıklıkla karşılaşır olduğumuz çocukluk ve gençlik kareleri, hayatı geri sarma çabası olduğu kadar bir çeşit post-mortem fotoğraflar olarak da kabul edilebilir; geçmişe duyulan özlem kadar, geçmişe yakılan ağıt. Çünkü, tam da şimdi, şu anda, geçmişin dönmemecesine geçmişte kaldığını, bugüne kadar hiç olmadığı ölçüde idrak etme noktasındayız.
Fotoğraf ister insanı, ister mekânı, isterse zamanı dondurmuş olsun, her halükârda bize gösterdiği şey ölümdür. Fotoğraftaki çocuk ben ölüyüm; ondan bir şeyler yaşıyor bende ama ben artık fotoğraftaki kişi değilim. Ölü çocuk ben, şimdiki benin yarın ölmüş olacağını öğretiyor bana. Camera Lucida’da, “maddi ile ruhsal, gerçeklik ile sihir ve yaşam ile ölüm arasındaki sınırdan geçişleri sağlayan şey, ‘mumyalanmış’ bir andaymış gibi duran, dizin olarak fotoğraftır” yazıyordu Barthes; ve fotoğrafın özneyi “bir müze nesnesi”ne dönüştürdüğünü söylüyordu.[35] İşte şimdi biz de hayatımızın değerli anılarına geri dönüyor, kendi kişisel müzelerimizi ziyaret ediyoruz; ve onlarda -gene Barthes’in ifadesiyle- “hep Zaman’ın yenilgisi”ni görüyoruz.[36] Fakat, yaşamın olağan temposunda, normal hızında ölmüyor Zaman bu aralar; çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak tüm Zaman’ların trajik bir kazaya kurban gittiğinin ilânı ve kendimizi fotoğraflara vurmamız tam da bundan.
André Bazin ve Roland Barthes’in, fotoğrafın insanın ölümle olan karmaşık ilişkisine dokunduğu konusunda hemfikir olmakla birlikte, bir noktada ayrıştıklarını yazıyor Laura Mulvey: “Bazin için bu, yas sürecinin bir parçası olarak, ölümü aşmak içindir. Barthes için ise, ‘ölüme pike dalışı’dır, ölümlülüğün kabulüdür.“[37] Öte yandan, ölümü aşabilmenin önkoşulu yas ve yasın önkoşulu da ölümün kabulü olduğuna göre, nihayetinde aynı amaca hizmet eden bir sürecin farklı aşamaları olarak okuyabiliriz bu iki görüşü. Hatıralara gömülme refleksimizi, öyle ya da böyle içinde bulunduğumuz zor günlerde ölüm düşüncesiyle başa çıkma çabamızın işareti ve aynı zamanda ölüm terbiyesi olarak kabul edebiliriz.
Dedemizin fotoğraftaki soluk gülüşü, uzun yolculukların özgürlük duygusu, sılamızın bahar çiçekleri, onlarla mesafemiz arttıkça ve ölümle mesafemiz azaldıkça, sesiyle, rüzgârıyla, kokusuyla giderek yoğunluk kazanmıyor mu? Hayatı bir gün alır elimizden ama her gün hayat armağan eder bize Ölüm. Son sözü kendi söyleyen, dediğim dedik büyüğümüzdür O, aksi suratlı, disiplini elden bırakmayan ama düşe kalka kendi tecrübemizle öğrenmemize de izin veren, kıymetini mezun olduktan sonra, hayata atıldığımızda anladığımız bir öğretmen gibi. Koyduğu kuralların gerekliliğini, bir bildiği olduğunu ne kadar erken idrak edersek, o kadar çok şey öğrenebiliriz O’ndan ve bu durumda, o aksi suratının ardında, bilge bir beyin, şefkatli bir yürek olduğunu görebiliriz; ne kadar erken uzlaşırsak, o kadar yumuşar yüzü. Fakat, her halükârda son sözü O’nun söyleyeceğini bildiğimiz için olmamalıdır buradaki uzlaşma, öyle olsaydı aksine isyan etmek, hiçe saymak yakışırdı bize. Oysa, doğrudur öğrettiği ve bu nedenle de haklılığını teslim etmek asla bir boyun eğme, bir yenilgi değildir.
Öleceğim… Zavallı bir ölümlü olduğum için değil, yaşam döngüsünün ölümsüzlüğü aşkına öleceğim; ölümsüz Doğa’nın bir parçası olmak için öleceğim; toprağa, ağaca, rüzgâra dönüşmek, sonsuz olmak için öleceğim; benim bittiğim yerde, bir başkası başlayacak. Yeterince öğrenmişsem, yeterince güçlüysem ve yeterince talihliysem, iyi taşıyacağım kendi ölümümü, ölüm bana yakışacak; ve çocuklarıma bırakacağım belki de en değerli miras, iyi ölümüm olacak: Hayatın sonu dahil her ânının kıymetini bilme, hayatı sonu dahil olduğu gibi, bütünüyle kucaklama cesareti. Erken ya da geç, zor ya da kolay olması değildir buradaki iyiliğin ölçüsü; vedalaşabilmem için, onları teselli edecek sözleri bulabilmem için, onlara yaşamıma kattıkları her şey için teşekkür edebilmem için, onlara son bir kez örnek olabilmem için ve onların hatıralarında iyi yaşayabilmem için, yanlarında olmam, aklıma mukayyet olmam ve ölmekte olduğumun bilincine varmam gerekir. İşte budur, ölümümüzün bizden alınmasıyla kaybedeceğimiz; işte tam da bu, bu salgının bizi yüzleştirdiği gerçek: Yoğun bakımda yapayalnız, sevdikleriyle vedalaşamadan, ölmekte olduğunun bile farkında olmayarak ölmenin korkunçluğu. Oysa, salgından önce, çok önce, modern tıbbın ilerlemesine paralel olarak büyüyen, yaklaşan bir tehlikeydi bu. Şimdi, tam da şu anda, tıbbın hakkını teslim etmemiz gerektiği çok açık elbette; öte yandan, belki ölüm deneyiminin kıymetini de teslim ederiz? Belki ölümün bize öğrettiklerini düşünmeye başlayabiliriz?
Kuşkusuz bilemem Ölüm bana ne zaman, nereden, nasıl gelir; geliyorum der mi demez mi bilemem. O hâlde beklememeliyim işaretini, ertelememeliyim son sözlerimi, yaşamın içine serpiştirmeliyim; böylece her sözümü dikkatle seçerim, her sözüm son sözüm olur. Yaşamım birçok sona bölünürken benim için birçok başlangıcı doğurur. İçindeyim sonun; o, tam da içinde bulunduğum şu andadır, bir sonraki an ise başlangıcımdır. Tıpkı okuduktan, dinledikten ya da seyrettikten sonra insanı değiştiren, başka bir varlığa dönüştüren gerçek bir başyapıt gibi, iyi bir yaşamın ve iyi bir ölümün de başkalarını değiştirme, iyileştirme gücü vardır. Öyleyse benim ölümüm bir başkasında başlangıca dönüşebilir. Hayatlarımız bereketli, ölüm döşeklerimiz sevdiklerimizle çevrili olsun; çocuklarımızın özgürce oynayabilecekleri günleri olsun; ölülerimizin mekânları hayatın cıvıl cıvıl sesiyle dolsun.
SON
[1] Cumhur Ertekin, Tıbbın Öyküsü, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2018, İstanbul, s 189.
[2] Virginia Woolf, Hasta Olmaya Dair, çev. Volkan Atmaca, Everest Yayınları, 2018, İstanbul, s. 65.
[3] V. Woolf, a.g.e., s. 63.
[4] Sean Martin, Kara Ölüm Orta Çağ’da Veba, çev. Cumhur Atay, Kalkedon Yayıncılık, İstanbul 2011, numarasız sayfadan.
[5] Ray Porter, Kan Revan İçinde Tıbbın Kısa Tarihi, çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 19, 35.
[6] Jean Baudrillard, Siyah ‘An’lar, çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999, s.141.
[7] https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2020/04/13/felsefe-olmeyi-ogrenmektir/
[8] David Harvey, Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti, Metis yayınları, İstanbul, 2008, s.276.
[9] Elvan Gökçe Erkmen, Gevher Gökçe Acar, “Doğa-Mimarî Mekân İlişkisini Bir Adadan Dinlemek; ya da Doğaya Müdahalenin Anlam ve Sınırları Üzerine”, Yeşilçağ 1. Uluslararası Sempozyum Bildiriler Kitabı, Ed. Sema Ergönül, Selin Gündeş, A. Erdem Erbaş, 6-8 Aralık 2010, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yayınları, s. 282-292.
[10] D. Harvey, a.g.e., s. 265.
[11] D. Harvey, a.g.e., s. 282.
[12] Ufuk Özdağ, Aldo Leopold ve Toprak Etiği, Permakültür Araştırma Enstitüsü, http://permacultureturkey.org/aldo-leopold-ve-toprak-etigi/
[13] U. Özdağ, a.g.y.
[14] T.C. McLuhan (ed.) Touch the Earth: A Self Portrait of Indian Existence, Simon and Schuster, New York, 1971, s. 12.
[15] T.C. McLuhan, a.g.e., çeviri yazara aittir, s. 99.
[16] https://www.nbcnews.com/news/us-news/native-american-health-center-asked-covid-19-supplies-they-got-n1200246
[17] David Hume, İntihar ve Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine, çev. Burcu Denizci, Sub Yayınları, İstanbul 2017, s. 8.
[18] Gevher Gökçe, “İyi Ölümden Kötü Ölüme, ‘İstemli’ Ölümden ‘İstemsiz’ Hayata; Öl[dür]me ve Yaşa[t]ma Hakkı Üzerine”, MSGSÜ Sosyal Bilimler Dergisi Cilt 1 Sayı 15, Ed. Gevher Gökçe, Bahar 2017, İstanbul, s.67-91.
[19] D. Hume, a.g.e., s. 12.
[20] Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015, s. 246.
[21] Jean Baudrillard, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, çev. Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s. 291
[22] https://www.bbc.com/news/health-52137001
[23] Alberto Barrera Tyszka, Babam Giderken, çev. Seda Çıngay Mellor, Epsilon Yayınevi, İstanbul, 2018, s. 42.
[24] Todd May, Ölüm Felsefi Bir Deneme, çev. Emre Keser, Say Yayınları, İstanbul, 2019, s. 42.
[25] Burada yaşama eylemine hiçbir sıfat yüklenmemesi, bu sıfatı yaşamından ve ölümünden beklediği niteliğe göre ölmekte olanın ve yalnızca ölmekte olanın belirlemesine izin veren bir yaklaşımdır kuşkusuz.
[26] Cicely Saunders, “Watch with Me, Inspiration for a life in hospice care.” Lancaster: Observatory Publications, International Observatory on End of Life Care, Institute for Health Research, Lancaster University; 2005, s. 2-3.
[27] T. May, a.g.e., s. 54
[28] E. Kübler-Ross, Ölüm ve Ölmek Üzerine, çev. Ekin Uşaklı, April Yayıncılık, İstanbul, 2010, s. 31.
[29] https://terrabayt.com/dusunce/agamben-bir-soru/
[30] https://www.ibb.istanbul/News/Detail/36608
[31] https://haber.sol.org.tr/turkiye/istanbulda-mezar-yerleri-belirlendi-mahalle-sakinleri-tepkili-283639
[32] Gevher Gökçe, Tabuda Radikal Dönüşüm: Modern Öncesi İnsanın Tabusu Ölümden Modern İnsanın Tabusu Ölmemeye, Azizm Sanat Örgütü Sanat Yıllığı VI, Ankara, 2018, 4-27.
[33] Burada saymakla bitmeyecek olanları, salgın sürecinde kaybettiğimiz İbrahim Gökçek temsil etsin. https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ibrahim-gokcekin-mezarina-saldiri-girisimi-cikartip-yakacagiz-1738161
[34] https://www.hartisland.net/aids_initiative
[35] Roland Barthes, Camera Lucida Fotoğraf Üzerine Düşünceler, ALTIKIRKBEŞ YAYIN, İstanbul, 1992, s. 25.
[36] R. Barthes, a.g.e., s. 113.
[37] Laura Mulvey, Saniyede 24 Kare Ölüm, Durağanlık ve Hareketli Görüntü, çev. Selin Dingiloğlu, Doruk Yayımcılık, İstanbul, 2012, s. 76.