Barış Manço ne güzel insandı. “Barış yolun sonunda, yürü demek boşuna, dünya duruyor dostlar ben durmuşum çok mu, yaşam bitiyor dostlar, ben bitmişim çok mu?” derdi.
Son 15 yılda sinemamızda 3 film ürettim. Her yeni sinema eserimi hayata geçirmem 5-6 yılımı alıyor. “Henüz çok gençsin, daha nice filmlerin olacak” diyorlar. 43 yaşındayım. 14 yaşından bu yana, yani 30 yıla yakın zamandır, iş hayatının içindeyim ve çalışıyorum. Bana bunu söyleyenler iş hayatında 30 yılı bırak 20 yılı bile doldurmamış insanlar. Bana sürekli “daha” diyorlar.
Bir de şu meşhur cümle var. “Artık ömürler uzadı şekerim.”
Ölümün ya da ansızın hayata veda eden insanların bu uzatmadan haberi var mı emin olamıyorum. Dedim ya, 43 yaşındayım. Michael Jackson kadar yaşarsam 7, Kemal Sunal ya da Barış Manço kadar yaşarsam 13 yıl daha zamanım var. Öte yandan elimin altında film olmayı bekleyen 50’nin üzerinde proje var. Bu film üretme koşulları ve hızında, kalan ömrümde bunların sadece birkaç tanesini daha seyirciyle buluşturabilirim. Üstelik, tecrübe yönünden daha donanımlı bir insan olsam da, enerjim ve sağlığım artık çan eğrisinde yokuş aşağı inmeye de başladı. Ancak insanlar bu hakikati es geçmekte ısrarcı.
İnsan; “bir sonun var olduğu” düşüncesinden sürekli kaçmaktan yana. Ben ise ölüm kavramını aklımdan hiç çıkarmadığım gibi dilimden de hiç düşürmem. “Ağzını ayrı aç, bu kadar ölümden söz edip de ölümü çağırma” diyorlar. Yani şuracıkta şu yazıyı yazarken ansızın ölüversem, ölümü benim davet ettiğime inanacak kadar, bu palavralara inanıyorlar. Woody Allen yirmili yaşlarından itibaren ölüm kavramını irdeliyor, onu şakalarında kullanıyor. Bu onu henüz öldürmedi. Aksine, bugün seksen beş yaşında ve halen üretmeye devam ediyor. Ölümden bahsetmenin çok da sağlıksız olmadığının canlı bir kanıtı olarak yaşamını sürdürüyor.
Ölümün varlığını kabul etmek, bunun farkındalığı ile yaşamak, mental yapımızın sağlıklı oluşunun bir işareti. İlkel insana yüklenen; “doğ, doy, çoğal ve yerini yenisine bırak” döngüsü çok yalındır. Bizler medeniyet öğretisi ile, tüm vahşi yönlerimizi törpülemeyi, egomuzu kontrol altına almayı öğrenmeye çalışıyoruz. Halen tüm bencilliğimizi yontmak için mücadele veriyoruz. Şu ilginç gövdemizin bize verdiği “doy” emirini yerine getirmek için kendine her şeyi hak gören varoluşumuzu ancak medeniyet öğretisiyle dizginliyoruz. Ancak, bir gün öleceğimiz gerçeği bize şu soruyu sorduruyor: “O halde tüm bu medeniyete yönelme mücadelesinin ne anlamı var?”
İşte bu soru maalesef bizi ilkel insana daha çok yaklaştırıyor. Daha bencil ve her şeyi kendine hak gören insanlar haline getiriyor. Tüm toplum “ölümün varlığının bu şiddetli travması” karşısında davranış bozukluklarına savruluyor. Böylece yalnızca eğitim ve öğretimin değil, tedavinin de şart olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. İşte “ölümü kabul etmek”, “bu gerçekle didişmemek” bir tür akılcılık, gerçekçilik olarak bende karşılık buluyor. Yani aslında aklımı korumanın bir yolu. Bir diğer deyişle işletim sistemimin anti virüs yazılımı.
Bu düşüncelerden hareketle şöyle yaparım. Her filmim son filmimmiş gibi düşünürüm. Eğer bir önceki filmim son değilse ve bir tane daha yapabilirsem buna daha da çok sevinirim. Böylece “ya bir daha yapamazsam endişesinin” ruhumu kirletmesinden, davranışlarımı bozmasından, beni türlü hırs ve histerinin koynunda uyutmasından korunurum. Aldığım her nefes için kendimi şanslı hissederim. Yeni bir nefes alamayacak olsam da, “bir sürü aldım ya, çok güzeldi, iyi ki almışım ama bu kadarmış” der ve bunu kabul eder, olgunlukla karşılaşırım. Bana göre sonsuz olmadığımızın farkında olmak olgunlukların en değerlisi.
Belki de tüm bunların farkında olmamın bir nedeni de “drama” konusunda ehli bir birey olmamdan kaynaklanıyor.
“Drama” sözcüğü; Yunan dilinde “eylem” anlamına gelen “dran” kelimesinden türemiş. Drama yapısına hâkim insanlar, öykülerini kurgularken iyi bilirler ki her başlangıç bir sona yönelir ve her son da yeni bir başlangıca gebedir. Dizili domino taşlarının peş peşe devrilmesi misali, bu sürekli döngüde hiçbir taş boşa devrilmez. Ayrıca tüm bu devrilişin, bitişin, yıkılışın, sona erişin tamamından yepyeni bir toplam resim de ortaya çıkar. Buna da dünya tarihinde “çağ” diyoruz.
“Bir çağın sonu daha”, “işte bir devrin sonu” gibi sözleri günlük hayatta çok sık duyuyoruz. Bunlar kalıplaşmış ifadeler. Ancak gerçek anlamda çağları bitiren ve başlatan olaylar dünya halklarının yaşantısında köklü değişikliklere neden olma özelliğine sahipler. İnsanlık âlemi çok uzun süren ilk çağ, orta çağ ve yeni çağı yaşadı. Bizler ise Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ile başladığı kabul edilen “Yakın Çağ”ın içindeyiz. Ya da kim bilir, belki de artık dışındayız. Keza internetin hayatımıza girmesi, bilgisayarların yaygınlaşması ile son yıllarda yine sıkça “Bilişim Devrimi” yaşadığımız ve Yakın Çağın artık sona erdiği, yerine “Bilişim Çağının” başladığı yazılıp çiziliyor. Ancak çağların belirlenmesi ve adlarının konması o çağ başladıktan on yıllar sonra geriye dönüp bakılarak yapılan değerlendirmelerle mümkün oluyor. Dolayısıyla yakın çağ ne zaman bitti ve yeni bir çağ ne zaman başladı bunu çok uzun yıllar sonra göreceğiz. Ancak gelecekte yeni bir çağ için bir milat alınacaksa 2020 yılının diğer hiçbir yılda olmadığı kadar çok çağ kapatıp, çağ açan olaya sahne olduğu da ortada.
İşte Azizm dergi tam da böyle özel bir zamanda son sayısını yayınlıyor. Sonlar ve başlangıçlar üzerinde daha çok düşünmemiz gereken böyle özel bir zaman. Son sayısında benden “son” kavramı üzerine bir yazı kaleme almamı rica edecek kadar da “sonlar” ile barışık olduklarını görmem, “Azizm Sanat Örgütü Ailesinin” benim yaşam felsefemle ne kadar özdeş olduğunu fark etmemi sağlıyor.
Eminim bu son domino taşı da boşa düşmeyecek ve yeni bir başlangıcı tetikleyecek.
Çünkü kaçınılmaz olarak bir son mutlaka var. Hepimiz bir gün düşeceğiz. Önemli olan boşa düşmemek. Çünkü boşa düşmeyen her taş, kendi devrilip son bulsa da bambaşka büyük bir toplam portrenin çizilmesine katkıda bulunuyor. Sonsuzluk ancak medeniyet ve evrim denilen o büyük tabloda vücut bulabiliyor. Bizler de yaşadığımız sürece üretmeye ve yaşam denen kocaman boşluğu bu biçimde doldurarak, hakiki sonsuzluğa kendi katkımızla uzanmaya çalışacağız. Keza Barış Manço’nun da söylediği gibi “yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?”
Sağlıkla…
***
Görsel: Aşk ve Ölüm (1975) – Woody Allen