Sonlanışı Aşkın – Ziza Rumas

Küçük kasabamızın dört rengin hükümranlığının elinde sonlara bulanmasını fark ettiğim günün ertesindeydi, olan huzurumun da son bulması. Yeni bir yaşamın habercisi baharın yeşilinin sürekli yağışlardan mütevellit aşina olamadan solarak sonlanması ve ardından sarıya olan boynu büküklüğümüzdü yazların habercisi. Sıcaktan bunalan benliğimize ılık rüzgârlarını getiren sonbaharın süpürgesinin temizliğinden sonraydı kahverengi toprak tenine üzülmemiz çıplak kalışından ötürü. Henüz sokakta kalmış yetimlerin üstünden nedense hızlıca geçen güzün ardından kışın aklığındaki beyazlıktı en son görünen rengin kefendeki eşrenkliliği.  

Artemis’in herkese özgür bahçesinde yetim çocuklarla âşık oynayışına şaşkın gözlerle bakınan koltuk müptelalarına: “Niye şaştınız reziller, sizinle birlikte devleti yönetmek daha mı iyi sanki!” diyerek ne olduğu belirsizleşen Herakleitos’un hünkârsızlığındaydı zamanımızda yitilen yaşamlarıyla yetimlerin yazgısı.

Biz, sonlara henüz bir tanı koymadan, bilgisine vakıf olmadan karanlık kuyusuna düşürülmüş bir neslin ve toprağın çocuklarıydık ki başlangıçlara nasıl hazır olunacağını da hiç bilemedik. 

Çocukluğu ve de gençliği yirmi birinci yüzyılda dahi olsa antik yüzyılların saçma hayalperestliğinde savruluşunun yaşlı alın yazısında dahi Aristo hakikatsizlik bahçesinde son nefesini bile veremeyecek olmanın nasipsizliğiydi yaşantılarımız. 

Köyden illetlenmiş bir töresel törenle biten doğal yaşantımızın kentten düşürülmüş bir kasabanın yanı başına konmasındandı yaşamın yeni yüzü karşısındaki kararsızlığımız. Kent ile köy arasındaki arada kalmış bilinmezliğimizin somutlaşmış mekânı olan iki odalı hanemizin bilgesi, bizi köye koklatmadığı gibi kentten de koruyordu. Belki de bundan ötürü: “Kentleri köylerden ayıran yan kötü insanların elinde büyümeleridir.” derdi, tek bir gün eğitim öğretim dergâhına uğraması nasip olamamış validem. O zamanlar köyümüzden oluşumuzun nedenini de sorgulamayı bırakırken, birçok köyün kentli silueti karşısında ürkerek oraya girmeye de yeltenmiyorduk. Zira orada daha çoktu kötüler ve çok kötüler kent olmuştu çocuk aklımızca. 

Renklerin birbirine meydanı bıraktığı bir zaman dilimindeydik yine. Yeşil sarıya boyun eğip yazla veda etmişti gözlerimize. Sarının hükmünü, yeşilin dokuz aylık anne karnı toprağa çekilişini buğday başaklarından anlayabiliyorduk. Buğday tanesi önceki güz toprağa düşürüldüğünde, toprak önceden üzerindeki bitmiş canlılığı yeniden keşfediyor, besleyip filizlendiriyor, büyütüyor, yeşillendiriyor; nur topları buğdaycıklar başakta güneşe saf durunca güneş de ısısından pişirip renginden bahşederek buğdaycıkları işlenmeye hazır hale getiriyordu. Soframızla toprak arasındaki elçilerden toprak hükümlüleri geliyor, başakları topraktan ayırıp unlanmaya gönderiyorlardı. Gönderiyorlardı göndermesine ama her eve ne kadar gireceğinin, alın terimizi çalıp kendilerinde biriktirenlerin belirlediği bir dünyada olduğumuz bilgisinden mahrum büyüyorduk. Yazın bereketinden mahrum soframız olan çıplak avlu betonunda, beş santimetre derinlikteki tepsinin içindeki suyla mercimek karışımına, kaşık haricinde eşliği hasrete gark eyleyen tek bir ekmek arayışıydı gözlerimize doluşan. Ve çoğu zaman dört rengin başlangıçlarından ziyade sonlarının hanemize uğramasıydı mevsimleri fark edişimiz. Her ikisi arasında da yokun hüküm sürdüğü bir zaman dilimsizliği.

Son ekmek bitince, son buz eriyince, ayağımız basılacak son kara parçasını yitirince acı kendisine edineceği bir yurt ve yürek bulamayacak. Ve sonlanışı aşkın başlangıçlara gittiğimizi bilmediğimiz bir tükenişti bizimkisi. Tükenişi yenilenişinde doğuşun sabahı gözümüzü umuda açışımız.

Her sonun bir başlangıç denildiği mi yoksa dilendiği mi olan linguistik çıkmaz sokağımızın sonunu kim kapattı uğursuz elleriyle? Ezel-ebed çizgisinin bilinmeyen bir yerinden seslenişimizin ne yararı olacak zamansal acıya tutsaklığımızdan kurtuluşumuza. Ve hangi sonun başlangıcı olduk da ne tür bir sonla kime başlangıç edileceğiz? Son ve başlangıç arasında oynanan bu oyun da neyin nesi?

***

Görsel:Denizde Sonbahar VII (1910) – Emil Nolde

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi150

Bunu paylaş: