Zamanın Tozu – Hakan Savaş

Görülmezi gören, yalvaç BaudelaireZaman her dakika yutmakta beni / sürekli yağan karın hareketsiz bir bedeni örtmesi gibi…” diyordu ya, biraz da ondan güç alarak, edepsizlik yapıp filmin sonunu söylüyorum: Küçük bir kız çocuğu ve yaşlı bir adam, lapa lapa yağan karın altında el ele tutuşup, sevinçle koşarlarken perde kararmak üzeredir ve son sözler duyulur: “Dışarda kar yağıyordu. Kar, hala uyuyan şehrin üzerine sessiz sessiz yağıyordu. Tenha sokaklara, su kanallarına… Ölülerin ve dirilerin üzerine… Geçmiş ve geçmekte olan zamana…

Anlatısına “hiçbir şey sona ermedi. Ermez de…” diye başlayan film, bu sözlerle bittiğinde izleyicinin aklına, gönlüne ister istemez bir yanılsama içinde olduğu düşüncesi, duygusu çörekleniveriyor. Filmin sona erdiğine inanamıyor, belki de inanmak istemiyorsunuz. Akıp giden zamana yağmakta olan kar, içinizde savrulurken hiçbir şeyin sona ermediğini artık siz de çok iyi biliyor, anlıyorsunuz. Yanılsamalarınız bir anda gerçeğe, gerçekleriniz ise bir anda yanılsamaya dönüşüveriyor.

Eğer adına gerçeklik dediğimiz şey zamanı ve mekânı algılayışımız ile belirlenip, biçimleniyorsa, Theo Angelopoulos’un her filminde olduğu gibi Zamanın Tozu’nda da alışmış olduğumuz gerçekliğin dışına çıkıyoruz. Dün, bugün, gelecek diye bellediğimiz düz bir çizgi üzerinde ilerleyen, daha doğrusu ilerlediğini sandığımız kronolojik zaman altüst oluyor. Bu alt üst oluşu Angelopoulos şu sözlerle anlatıyor: “Geçmiş, geçmiş değildir. Zamanın üç boyutu; geçmiş, şimdi ve gelecek benim için mevcut değildir. Geçmiş sadece zamanda geçmiştir, aslında bilincimizde geçmiş, şimdidir. Ve gelecek dediğimiz şey, bugünkü deneyimlerimizle belirlediğimiz yarının düşsel boyutudur.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’ki uzun soluklu arayışını ve modern edebiyatın başyapıtlarını ya da Bergman, Antonioni, Passolini, Fellini gibi çağdaş anlatı sinemasının ustalarını düşündüğümüzde, ilerleyen zaman çizgisinin kırılmasını ve tüm zamanların; geçmişin, şimdinin ve geleceğin iç içe geçerek anlatının kurulmasını elbette yalnızca Angelopoulos’a özgü bir yenilik olarak değerlendiremeyiz. Ancak Angelopoulos’u özgün yapan şeyin, kendi zaman anlayışı ile sinematografik mekânı ve mizanseni bir arada kullanmasındaki ustalık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesine yakın yıllarda başlayan, Stalin’in ölümünden Vietnam savaşına, Watergate Skandalı’ndan Berlin Duvarı’nın yıkılışına ve soğuk savaş dönemine, nihayet 1999 yılına, yeni bir yüzyılın eşiğine uzanan çizgi, Zamanın Tozu’nun kronolojik çizgisidir. Mekân ise İtalya’dan Sibirya’ya, Berlin’den New York’a, Avusturya’dan Kanada’ya uzanan geniş bir coğrafyadır.

Geçmişe doğru süzülüp giden bir hikâyenin başladığı yere döndüm. Zamanın tozunda berraklığını yitiren ve sonra da ansızın, öyle bir anda, tıpkı bir rüya gibi geri gelen bir hikâye” başlamak üzeredir. Bu sözler, şimdiki zamanda yaşayan ve yarım kalan filmini tamamlamaya çalışan yönetmen A’nın sözleridir. Eleni adında küçük bir kızı olan, karısından ayrı yaşayan ve çocuğun velayetini üstlenen A.’nın nefes alıp verebileceği tek yer kurmaca bir dünyadır. O yalnızca anlattığı hikâyelerde kendisini evinde hisseden, hikâyelerin dışındaki dünyada, gerçek yaşamda ise kendini yalnız, yabancı hisseden birisidir. Tamamlamaya çalıştığı filmin, yeni hikâyesinin kahramanı ise henüz üç yaşındayken ayrılmak zorunda kaldığı annesinin; Eleni’nin yaşamıdır. Bu hikâyede hem A.’nın kurmaca dünyası, hem gerçek anıları, hem de o anıların kahramanı olan insanların hayatları, anıları, umutları, hayalleri ve yaşadıkları acılar vardır.

Geçmiş unutulmaz, bugün yaptığımız her şeyi etkiler” diyen Angelopoulos, bugün ile başladığı anlatısını, yüzünü düne, geçmişe dönerek sürdürecektir. Dünün dünyasında, İkinci Dünya Savaşının bitimini izleyen yıllarda Selanik’ten Rusya’ya siyasi mülteci olarak kaçıp, sığınan Eleni vardır. Kazakistan’ın kuzeyindeki Temirtau’da barakalarda yaşayarak hayatlarını idame ettiren Yunanlı mültecilerin ideali, gün gelip ülkelerine geri dönmek ve devrimi gerçekleştirmektir ama Eleni’yi hayatta tutan, yaşatan ideal, devrim değil Spyros’dur, ona, Spyros’ya duyduğu aşktır, özlemdir. Dünyanın bir ucunda da olsa, sevdiği adamın bir gün gelip kendisini bulacağına inanır, bu inançla yaşar. Ve bu aşk karşılıksız da değildir, Eleni’nin Rusya’da olduğunu öğrenen Spyros, Amerika’dan kalkıp yollara düşecek, sevdiği kadını bulabileceğine ihtimal vermese de aramaktan asla vazgeçmeyecektir. Başka bir insanın adını, hayatını, kimliğini kullanan, sınırlar aşan, trenden trene istasyondan istasyona her an yakalanma korkusuyla sevdiği kadını arayan Spyros, sonunda Eleni’yi bulur.

Angelopoulos için sınırlar önemlidir. Coğrafi sınırlar, siyasi sınırlar, ideolojik sınırlar; insanları, halkları birbirinden ayıran kimi zaman soyut çizgilerle kâğıt üzerinde belirlenen sınırlar, kimi zaman somut tel örgülerle, bariyerlerle konulan sınırlar… Ama asıl önemli olan bunlar değil insanın kafasındaki, ruhundaki, iç dünyasındaki sınırlardır. Angelopoulos bu sınırları ve hatta zamanın koyduğu sınırları aşabilecek tek şeyin insanın insana duyduğu sevgi, aşk olduğuna inanır. Spyros’nun Eleni’yi bulduğu gün Stalin’in ölüm haberinin Temirtau’ya ulaştığı gündür. İnsanlar akın akın şehrin meydanında, ardında kızıl bayraklar olan Stalin heykelinin önünde toplanır ve saygı duruşunun ardından ağlaşarak dağılırlar. Aynı meydanda gece olur ve o karlı kış gününde heykelin tam karşısındaki hurda bir tramvayda saklanan iki sevgili sevişirler. Kısacık bir andır. Ve mutlu oldukları bu kısacık anın bedelini yakalanarak ödemek zorunda kalırlar. Spyros hapishaneye, hücreye atılır; Eleni ise adı “Kayıp” olan bir kasabaya sürgüne gönderilir. Henüz ait olduğu toprağı, evini, yurdunu, dünya ile uyum içinde yaşayacağı yeri bulamadığından yakınan, kendi içinde kendini uzak hissettiğini söyleyen Angelopoulos için sınırlar ne kadar önemliyse sürgün olmak, sürgünlük duygusu da o kadar önemlidir. Önemlidir, çünkü nedeni ne olursa olsun insan ancak sürgündeki yalnızlığı içinde ikiyüzlülük yapmadan kendisini sorgulayıp, daha iyi tanıyabilir.

Yönetmen A.’nın filminin çekimlerini tamamlamak için aradığı ve kızının odasında bulduğu “Kayıp Mektup”, Eleni’nin “Kayıp” kasabada, sürgünde yazdığı mektuptur. Sibirya’da, 1953-56 arasında yazılan bu mektupla birlikte zaman, “hiçliğin sonsuz boşluğundayım” diyen Eleni’nin satırlarında anlamsızlaşır, fakat zamanı da mekânı da aşacak kadar güçlü bir başka şeyi; inancı, umudu, aşkı duyurarak devam eder:

Mutlu olduğumuz kısacık anların bedelini ikimiz de ağır ödedik. Sen hapse, ben sürgüne… İçimde bir çocuk büyüyor, bizim çocuğumuz.

Seninle konuşabilmek için sana yazıyorum. Mektuplarımın sana asla ulaşmayacağını biliyorum. Ama onları son geçen trene bırakacağım ki, buzla örtülü bozkırı boylu boyunca geçerek ta hapishanene, hücrene kadar yolculuk edip, seni bulsunlar. … Pencereme kadar tırmanan tuhaf bitki hala kara direniyor. Ama üç yaşındaki oğlan çocuğu kim biliyor musun?

Daha düne kadar benim yanımda olan ve benle bitkiyi seyreden çocuk, bugün gitti. Jacop’un kızkardeşi Rachel onu Moskova’da, istasyonda bekleyecek. Tren onu benden alıp uzaklaştıkça yüreğim de küçülüyordu. Senin ismini haykırdım. Onun ismini. Başka isim bilmiyordum.”

Sınır, sürgün, ayrılık… Ve Angelopoulos’un dünyasında ayrılıkların olmazsa olmaz mekânı istasyonlar… Kimi zaman sessiz çığlıkları, kimi zaman acı dolu haykırışları imleyen kara trenin her şeyi bastıran sesi. Trenin buz tutmuş, buğulu camında, üç yaşındaki çocuğun masum yüzü; Eleni’nin trenin ardından havada asılı kalan, titreyen eli; o elin parmak uçlarından sızan, damlayan su…

Kimi filmler vardır; görüntü diliyle nasıl öykü anlatacağını iyi bilen, güzel öykü anlatan filmlerdir bunlar… Ama bazı filmler de vardır ki, yalnızca bir öykü anlatmakla kalmaz, anlattıkları öykü ile hayat arasında bağ kurar, gerçekle kurmacanın birbirine dokunduğu yerde bir imge yaratmayı, böylece şiire dönüşmeyi başarırlar. Eleni için zamanın durduğu yer, çok eskiden Spyros ile birlikte mutlu oldukları, henüz acıyı, ayrılığı bilmedikleri yerdir. Eleni şöyle der Spyros’ya: “Sanki nehir kenarında dans ettiğimiz ilk geceden bu yana zaman durmuş gibi…” Yönetmen A., filmi için yapılan müziği dinlerken ve Karandriou’nun olağanüstü müziği piyanonun tuşlarından dökülürken, kendisine “Nehir Kıyısında Dans” adı verilmesi önerilen melodi için fikri sorulduğunda, “olur, ya da olmaz başka bir ad düşünelim” demek yerine bir anda şunları söyler:

“Çok sonra Eleni der ki „son zamanlarda uyandığımda, her sabah tıpkı bu nehir gibi kokan sular damlıyor ellerimden…”

Angelopoulos, belki de kendisinden izler taşıyan, kendisinin bir parçası olduğu filmin kahramanı yönetmen A. ile birlikte tek bir görüntüde özlemi, ayrılığı, mutluluğu ve umudu anlatan imgeyi yaratmış; zamanı, o tek imgede, parmak uçlarından dökülen su damlalarında dondurmayı başarmıştır.

Eleni’nin Sibirya’da sürgün olarak yaşadığı yıllarda hayata tutunmasını, ayakta kalmasını sağlayan en önemli şey aşktır elbette ama bu arada “üçüncü kanat”ı, yani Jakop’u da unutmamak gerekir. Yahudi olduğu için ailesiyle birlikte toplama kamplarında çile çeken, anne ve babasının öldürülmesine tanık olan Jakop’un yaşamı da çilelerle, acıyla dolu bir yaşamdır. Ama o da komünist olan diğer arkadaşları gibi daha güzel, insan onuruna daha yaraşır bir dünyanın umudu, özlemi içindedir. Eleni için Jakop, sürgün yıllarındaki tek dayanağı, tek dostudur fakat Jakop için Eleni yalnızca bir arkadaş değildir. Jakop sevdasının karşılıksız kalmaya yazgılı olduğunu bile bile tutkuyla sever, bağlanır Eleni’ye… Yazdığı şiirleri hapishanenin damından havaya savuran ve “üçüncü kanat” diye haykıran bir tutsağın dizelerini ezberlemiştir:

“Yürüdükçe biz, kalabalığın ve gürültünün ortasından

Meleğin sessizliğiydi başımızı derde sokan,

İndirdi kanatlarını dokunmak için

Toprağa ve çamura

Tek ütopyam üçüncü kanattır

Diye haykırdı sonra…”

Eleni’ye yakınlığının bedelini partiden kovulmakla, sürgünle ödeyen Jakop, sürgün bitip Avusturya sınırında özgürlüklerine kavuştuklarında, Amerika’ya gidebilmek için aylarca İtalya’da vize almayı beklediklerinde ve 1974 yılında Amerika’ya ulaştıklarında da hep Eleni’nin yanındadır. Eleni’nin tek amacı ise New York’da, hiç bilmediği, tanımadığı bu şehirde Spyros’yu arayıp, bulmaktır. Jakop, elinde bir adres ile her sabah Spyros’yu aramak için yollara düşen Eleni’ye “Bilmediğim sürece, onu görüp görmediğin umurumda bile değil, gitme!” diye yalvarır ama onu durduramaz. Spyros’yu bulma umuduyla içinde gencecik bir kızın dans ettiğini söyleyen Eleni’nin tutkusu, iradesinden daha güçlüdür. Karşılıksız olsa da kıskanmayan, kıskansa da belli etmeyen ve Eleni’nin iyiliği, mutluluğu için sevdasının kanatlarını yerlere; toprağa, çamura düşüren Jakop için uzak da olsa, imkânsız da olsa, şiirde yazılı olduğu gibi bir ütopya da olsa, umut, üçüncü kanattır. Aradan yıllar geçip de Berlin’de bir otel odasında aynı yazgıyı paylaşan üç ihtiyar eski dost bir araya geldiklerinde Jakop belleğinde sürekli canlı tuttuğu anılarını sözcüklere döküverir: “Yolculuktan yeni döndüm, anılardaki yolculuktan. Polonya‟daki bir kamptan döndüm, 1001 numaralı hücreden… Annemle babam orada öldüler. Günlerdir uyumadım. Gözlerimi kapıyorum ve kafaları kazınmış insanların bana gülümsediğini görüyorum. İskeletler omuzlarındaki külleri savuruyorlar. Bana gülümsüyorlar” derken, bir anda çocuk gibi ağlamaya ve kapının eşiğinde “gitme” diye haykırmaya başlar. Eleni, onu teselli etmeye çalışsa da, Jakop, meleğin üçüncü kanadının da zamana yenik düşerek kırıldığının farkındadır. Anılarıyla ve ne kadar yaşlanırsa yaşlansın içinde hep genç, diri tuttuğu aşkla Eleni’ye kavuşacağı günü bekleyen Jakop’un yazgısı, Spyros ile Eleni’nin aşkına uzaktan bakan, uzaktan uzağa seven, bekleyen, sabreden, özleyen üçüncü şahıs olmaktır.

Jakop yenilmiştir. Jakop’un yenilgisi, bir anlamda tüm bir yaşamını daha iyi, daha adil ve güzel bir dünya kurmak için çabalayan, bu amaç için her şeyi göze alan, hapislerde, sürgünlerde çile çeken bir neslin siyasi düzlemde kırılan hayalleri, yıkılan umutlarıdır. Toplumsal ve siyasi bağlamda yenilgiyi kabul eden Jakop, bireysel düzlemde yazgısını, yenilgisini kabul edemeyecek kadar onurludur. Bu nedenle anılarla nefes alıp veren, ölümü bir yazgı olarak bekleyen ihtiyar olmaktansa, kendi isteğiyle, iradesiyle intiharı seçer.

“Zamanın Tozu”nda meleğin üçüncü kanadı biraz Jakop ise biraz da Yönetmen A.’nın kızıdır, küçük Eleni’dir. Anne baba sevgisinden uzak yaşayan küçük Eleni, klasik, ağır mobilyalarla döşeli, konforlu ama boğucu, sıkıcı apartman dairesinin küçük bir odasını kendi dünyası yapmıştır. O odanın duvarlarında Che Guevera’nın, Jim Morrison’un, Bob Marley’in posterleri asılıdır. Dünün dünyasının yaşayan kahramanları, başkaldıran ruhu bugünün dünyasında popüler kültürün bir parçası olup çıkmıştır. Üçüncü kanat, yeni yüzyılın; 21. Yüzyılın ve genç kuşağın sembolüdür. Ama geleceği, yarının dünyasını kuracak olan o genç kuşak henüz hiçbir acı yaşamamasına, hiçbir amaç uğruna mücadele etmemesine rağmen bezgindir, yorgundur. Belki de bu yorgunluğun nedeni yaşadıkları anlamsızlık duygusu, iç dünyalarındaki anlam boşluğudur ve bu boşluğu uyuşturucuyla, alkolle, şiddetle doldurmaya çalışıp da dolduramayan genç kuşak için tek bir kurtuluş yolu kalmıştır: İntihar. Küçük Eleni de intihar etmeyi dener. Ama ne polisin ne babasının uzanmaya, dokunmaya cesaret edemediği yardım elini küçük Eleni’ye uzatan, onu son anda intiharın eşiğinden döndüren babaannesinin gerçek sevgiyle, şefkatle kendisine uzanan eli, saran kucağı olur.

Angelopoulos, bugüne anlam verenin dün olduğunun, geçmiş olduğunun farkında, bilincindedir. Yarının dünyasını kuracak olan gençliğin bugün içinde yaşadığı anlamsızlık duygusunda dünün, geçmişin, eski kuşağın da bir payı, sorumluluğu vardır. Bu nedenle, 1999 yılının son gecesinde Eleni’nin yorgun bedeni hayata veda ederken sevdiği adamın, Spyros’nun eli son bir kez daha Eleni’ye uzanır, onu yanına çağırır ama boşlukta asılı kalan o yaşlı ele dokunan, tutan, küçük Eleni’nin elleridir. Küçük Eleni’nin “nehir kokan sular damlayan elleri”dir.

Film bitmek üzeredir. Dışarıda şehrin üzerine, ölülerin ve dirilerin üzerine sessiz sessiz kar yağarken, Spyros ve küçük Eleni, elele tutuşarak, çocuksu bir sevinçle koşarlar. Film biter. Ama “Zamanın Tozu”nda filmin bittiği bir yanılsamadır çünkü bu hikâyenin en başında da denildiği gibi“Hiçbir şey sona ermedi, ermez de… Hiçbir şey sona ermez.”

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi150

Bunu paylaş: