Doksanlı yıllar, 24 Ocak ve 12 Eylül kırılmalarının, toplumsal yaşamdaki doğal ve dolaylı sonuçlarının oldukça yoğun biçimde gün yüzüne çıktığı, tekil olarak bireylerin de bundan etkilenerek dönüşmeye başladığı ve elbette ki kültür sanat üretimlerinin de bu değişimlerin fazlasıyla izini taşıdığı, on yıllık sarsıntılı ve kaotik bir süreçtir.
Sinemamız özelinde bu durumun somut yansımalarının pek çok ayrı başlığı olmakla birlikte başlıcaları; film üretiminin zorlaşması, çekilebilenlerin gösterim olanağından çoğu kez yoksun kalması, seyircinin yerli filmlere ilgisinin tükenmesi, sinemadan beklentinin sanat dışı alanlara kayması olarak tespit edilebilir. Hepsi çok önemli olan bu sorunlardan, seyirci-Türk sineması ilişkisinin kopmasıyla ilgili olarak birkaç şey söylemek gerekir ise…
Yetmişlerin genç ve toplumcu sinemacılarının seksenlerde yaptıkları ve adeta geçmişlerine reddiye sunan filmlerinin daha da soyut türevleri yine var olacaktır bu dönemde. Bu yönetmenlerden tarz olarak etkilenseler de başka itkilerle sinemaya soyunacak ve pek çok eleştirmene göre “Yeni Türk Sineması”nı kuracak ve bağımsız olarak addedilecek başka bir kuşağın yapıtları da ortaya çıkmaya başlayacaktır. Her iki gruba dâhil yönetmenlerin filmlerinin ortak yönü ise, seyirciyi sinemaya geri döndürme konusunda işlevsel olmamaları, dahası zaten böyle bir gaye ile yapılmamalarıdır. Bu, bir.
İki; Yabancı Sermaye Kanunu’nda 1989 yılında yapılan değişiklikle, Türk sinemasını koruyan duvarların yıkılması sonucunda ülkemizde film dağıtım tekeli kuran ABD şirketleri, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, sadece Hollywood filmlerini, sayısı zaten çok olmayan seyirciye adeta zorla izletmektedir. Belki bugün buna inanmak zor ama Türk filmleri Türkiye’de gösterime girememektedir; çünkü bu filmlerin parasal dönüşü yoktur.
Bazı yerli sermaye grupları ve Kültür Bakanlığı’nın destekleri, özel televizyon kanallarının sponsorlukları ve Eurimages’ın fonları ile bir şekilde filmler yapılmaya devam edilecektir. (Bu on yılda, toplam 385 yerli film çekilmiş, bunların sadece 137’si, az sayıda salonda ve kısa sürelerle gösterim olanağı bulabilmiştir.) Ancak seyirci sorununu çözmek için başka yöntemler, formüller gerekmektedir. Başlarken birkaç cümle ile özetlediğim değişimlerin sinema seyircisindeki karşılığını tespit etmek ve buna uygun filmler çekmek lazımdır. Yani oyun onların, ABD’lilerin kurallarına göre oynanmalıdır.
Cüretkâr seks, şiddet sahneleri ile örülü alengirli hikâyeler bulma, bunların öznesi olarak anti-kahraman karakterler teşkil etme, oyuncu kadrosunu medyatik yüzlerle güçlendirme, ses ve görüntü kalitesine özen gösterme, soundtrack albümleri ile bilinirliği artırma, reklam ve pazarlama konusunda çaba sarf etme… Bazen bunların hepsini bazen birkaçını kullanarak kendine bir çıkış arayan popüler sinemamız, birkaç istisna ile de olsa kısmen başarı da kazanır.
Şerif Gören’in Amerikalı (1993) filmi, bu anlamda, belki de Türk sinemasının makûs kaderini değiştiren yapımdır. Beklenmedik biçimde, 386 bin seyirciye ulaşır. Mustafa Altıoklar’ın İstanbul Kanatlarımın Altında (1996) ve Ağır Roman (1997) filmleri de gişede yabancı yapımlardan geri kalmaz. Ancak asıl ve en önemli, iddialı çıkış Yavuz Turgul’un Eşkıya (1996) filmiyle olur. (Bu normaldir zira öyküsü ve anlatım tarzı en ortalama olan odur.) O günün zor koşullarında 2 milyon 572 bin seyirciyi salonlara çeken Eşkiya, Amerikan filmlerine nal toplatır.
Az evvel not ettiğim formül arayışları neticesinde ortaya çıkarılsalar da yapımları esnasında belli bir kalitenin ve estetiğin göz ardı edilmediğini düşündüğüm bu filmlerin, Türk sinemasının iyi örnekleri olup olmadıkları konusunda bence haklarını teslim etmeden geçmemek gerekiyor.
Seyirciyi yerli filmlerle buluşturma konusunda başka denemeler de vardır elbette. Yukarıdakilere pek benzemese de hem yapım pratikleri hem teması hem de sunumu açısından, popüler sinema bahsinde öne çıkan ama bir taraftan da daha marjinal daha kıyıda köşede bir havası olan Karışık Pizza (1998) mesela.
Yönetmeni Umur Turagay “Sadece ve sadece bir hikâye anlatmanın esas olduğu, hafif eğlencelik, hafif düşündürecek, tarzıyla kara mizaha kaçan bir film.” diye tarif eder Karışık Pizza’yı. Filmle ilgili en çok konuşan, bilgi veren, yorum yapansa Faruk Aksoy’dur. Hollywood tarzı, yapımcının ağırlığının hissedildiği bir denemedir zira bu film.
Aksoy, destek için ne Kültür Bakanlığı’na ne de Eurimages’a başvurur. Efes Pilsen, Nokia, Pizza Hut gibi destekçileri bulunan, U.F.P. ve TEM Stüdyoları’nın ana yapımcısı olduğu filmin bir de gizemli finansörü vardır ki bu kişi Karışık Pizza’nın yüzde ellisini satın almak kaydıyla Aksoy’a maddi kaynak aktarır. Bu, Faruk Aksoy’a göre muazzam bir şeydir. Sinemayla doğrudan ilgisi olmayan birinin bu işle ilgilenmesi Türk sineması için çok önemlidir. Ancak bu tip bir yapım pratiğinin bundan sonra da sürmesi, filmin maddi getirisine bağlıdır. Yani gişe için her şey tek tek ve özenle ele alınmalıdır.
Karışık Pizza’ya yönetmen olarak düşünülen ilk isim, Aytan Gönülşen’dir. Kısa filmleri ile festivallerde önemli başarılar elde eden ve o yıllarda henüz yirmili yaşlarında olan yönetmen, gizli finansörce uygun bulunmaz. Yeşilçam yönetmenleri ise zaten akla bile gelmez. Yetmişlerin sonunda üniversite okumak için Fransa’ya giden ve orada bir prodüksiyon şirketinde mesleğe başlayan, reklam ve klip yönetmeni Umur Turagay’ın ismi üzerinde uzlaşılır.
Yönetmen teklifi kabul ettiğinde oyuncu kadrosu şekillenmiştir. Sadece kadın karakterin kim olacağı konusu net değildir. Çekimlerden iki yıl evvel, yapımcılar, Meltem Cumbul’la görüşür ve kendisinden biraz kilo almasını isterler; çünkü kafalarındaki karakter, “daha gösterişli, daha alaturka bir kadın”dır. Cumbul ise kendi deyimi ile “dar kalçalı, Batılı bir tip” olduğundan anlaşma sağlanamaz. Akla gelen yeni aday Hülya Avşar olur. Fakat o sırada kendisinin doğum yapması nedeniyle ilk ve asıl adaya dönülür.
Meltem Cumbul, Mimar Sinan Üniversitesine bağlı Devlet Konservatuvarı-Tiyatro bölümünü 1991’de birincilikle bitirir ve ardından İngiltere’ye gider. Orada çeşitli çalışma ve eğitimlere katıldıktan sonra Türkiye’ye döner, kendi tiyatrosunu kurar. Sinemadaki ilk deneyimi Bir Sonbahar Hikâyesi (1994) filmi ile olur. Bay E (1995), Böcek (1995) ve Usta Beni Öldürsene (1997) gelir ardından. (Zeki Demirkubuz’un 1994 tarihli ilk filmi C Blok filmi için teklif edilen başrolü ise reddetmiştir.) O yıllarda radyo ve televizyonda oldukça popüler bir figüre dönüşmeye başlayan oyuncu, andığımız filmlerin tümünde üstlendiği yardımcı rollerin ardından, ilk başrolünü Karışık Pizza’da oynayacaktır.
Cumbul’un canlandırdığı Lolita Emel karakteri, sinema yazarı Hakan Bilge tarafından, bir femme fetale olarak değerlendirilir. Çünkü “Mafyatiklerin erkeksiliği, güçlü tavırları, paraya ve iktidara sahip olmaları Emel için geçerli parametreler değildir. Erkek egemen dünyayı alt edip kendisine farklı bir yol açabilmek için onları ekarte etmek zorundadır. Dolayısıyla O hiç kimsenin kadınıdır. Hiçbir erkeğe ait değildir.” yazara göre. Meltem Cumbul da Yeşilçam geleneğinde olmayan, sıra dışı ve güçlü bir kadını imlediğini düşündüğünü ve oyunculuk yaşamında en severek oynadığı karakterlerin başında geldiğini söyler Emel’in.
Meltem Cumbul, bu rolü ile 1998’deki Altın Portakal’da değil ama ertesi yılki 4. Sadri Alışık Ödülleri’nde en iyi kadın oyuncu seçilir.
Tırtıl Celal’i oynayan Cem Özer de o dönemin en popüler yüzlerindendir. Başarılı bir tiyatro geçmişi olsa da 1991’de Star Tv’de başladığı, Kanal D’de sürdürdüğü Laf Lafı Açıyor ile talk show formatını ülkemize getirerek daha çok tanınan ve bir televizyon yıldızına dönüşen oyuncu, bu filmdeki oyununun en sevdiği performansı olduğunu söyler. Karışık Pizza için “Hiç inandırıcı olmayan dış görünümde bir karakteri inandırıcı kılmış ve sokaktaki mafyanın tipini değiştirmiştir. Türk sinemasında dili, müziği, anlatımı, oyunculuğu açısından oldukça farklı bir filmdir. Onun altında Umur Turagay değil de Quentin Tarantino yazıyor olsaydı o film başka bir film olurdu.” der.
Tam bu noktada, oyuncuya pek çok kez, filmin Pulp Fiction ve kendisinin filmdeki rolünün John Travolta benzerliği sorulur. Özer’in cevabı “Karışık Pizza, Pulp Fiction’dan önce çekildi. Benim canlandırdığım karakter de John Travolta’yı andırıyor. Önce çekilmiş olmasa, bizi kopyacılıkla suçlarlardı.” şeklindedir.
Oyuncunun hafızası sanıyorum kendisini yanıltmaktadır zira Tarantino’nun Pulp Fiction’ı 1994 tarihlidir. Benzerlik konusu ise bence çok büyük bir mesele değil; çünkü Karışık Pizza’nın hamurunda zaten o ruh var. Nigar Pösteki, 1990 Sonrası Türk Sineması (Es Yayınları, 2004) adlı kitabında bu filmin, toplumun dışında yaşayan küçük suçluların şiddet dolu dünyasını çokça konu edinen Amerikan bağımsız sinemasına yakın durduğunu yazar.
Pizzacı Murat’ı oynayan Olgun Şimşek de Yer Çekimli Aşklar (1995) ile sinemaya adım atmış olsa da asıl ve ilk büyük deneyimini Karışık Pizza ile yaşar. Bir Demet Tiyatro ve başka televizyon yapımlarından yine tanınır bilinir bir yüz olan oyuncu, burada oldukça naif, kendi halinde, düşük ücretle kuryelik yapan bir karakteri canlandırır. Yazı Tura (2004) filmindeki, Altın Portakal’da kendisine en iyi erkek oyuncu ödülünü getirecek harika oyununa daha çok vardır ama Karışık Pizza’daki performansı ile de Ankara Film Festivali’nde ve Sadri Alışık Ödülleri’nde özel ödüllere layık görülür.
Devlet Tiyatrosu kökenli, filmde Celal’in ortağı Filinta Kenan’ı oynayan ve ilk sinema deneyimini yaşayan Erkan Taşdöğen’i; ayrıca sona doğru göreceğimiz Ali Sürmeli’yi de dâhil ederek söylemek gerekirse, filmde oyunculuklar gerçekten başarılıdır.
Filmin görüntü yönetmeni, Fransa’nın önemli sinemacılarından Patrice Marchetti’dir ve filmdeki kovalama, patlama gibi aksiyon sahnelerinde, yine Fransa’dan özel olarak getirilen kafa kameraları kullanılır. (Faruk Aksoy’un bu Fransa bağlantılarının Onat Kutlar’la bir dönem birlikte çalışması sayesinde oluştuğu söylenir.) Kurgu ve laboratuvar çalışmaları da yine bu avangart konsepte uygun biçimde yapılır.
Film 20 Şubat 1998’de, Warner Bros’un (1989’da ülkemizde faaliyete başlayan ve Türk filmlerine ambargo koyan iki şirketten biri yani) dağıtımı ile 18 salonda gösterime girer. Biraz şaka gibi ama bu sayı o günlerde bir rekordur. Salonların pek çoğu ise İstanbul’daki Akmerkez, Capitol, Carousel gibi AVM’lerdedir.
Elbette bir soundtrack albümü de vardır Karışık Pizza’nın. Filmi izlemeyenlerin dahi bildiği “Maksat Muhabbet Olsun” şarkısını seslendiren Özkan Uğur’la birlikte Sezen Aksu, Hümeyra, Aysel Gürel, Yavuz Çetin gibi isimleri de görmek mümkün filmin kasetinde. Yan, film kadar bu işe de fazlasıyla önem vermiştir yapımcılar. (Dinlenir ve ilgi çekici olsalar da şarkıların hiçbirinin filmin konusu ve karakterleri ile alakalı olmadığını belirtmeliyim.)
Filmin senaristlerine gelirsek… Söylediğim gibi, konsept gereği filmle ilgili en çok konuşan kişi, yapımcı yani Faruk Aksoy’dur. Umur Turagay’a da arada mikrofon uzatılır ama senaristler ortalıkta pek görünmez. Şu an yayımlanmayan ama bir dönem popüler sinema seyircisinin çokça takip ettiği Sinema dergisinin Mart 1998 tarihli 39. sayısında filmi yazanlara da ne iyi ki yer ayrılır. Bu sayede Tamer Baran ve Uygar Şirin’in düşüncelerini kısmen de olsa öğrenebiliyoruz.
Sinema yazarlığından gelen iki ismin, birlikte sinemadaki ilk işleri olan filmle ilgili söylediklerinde bir burukluk göze çarpar. Kendi kaleme aldıkları filmin adı bile değişiktir çünkü. Onlar Kahraman Pizzacı’yı yazarlar aslında, yapımcı ve yönetmen Karışık Pizza’yı çekerler. Turagay, filmin hikâyesinin esas alınarak ince müdahaleler yapıldığını, diyaloglarınsa tümünün değiştirildiğini söyler bahsettiğim yayında. Senaristlerse tüm bunları sineye çekmekle yetinir ve kol kırılsa da yen içinde kalması gerektiğini belirtirler.
Son kısma geliyoruz… Vizyondan önce, medyada filmdeki erotizm seviyesi tartışılmaya başlanır, ortam ısıtılır. Teknik bakımdan Hollywood düzeyindeki ilk film olma iddialı takdim ile merak uyandırılır. Filmin galası Emek Sineması’nda, çok çok ünlü konukların katılımı ile yapılır. Cem Özer, o günlerde yapımcıyla küsüşüp bozuşur ve Aksoy’u protesto ederek galaya katılmaz…
İki buçuk yıla yayılan bir süreçte, başından sonuna ölçülüp biçilerek tasarlanan, hazırlığı çekimi vizyonu reklamı sansasyonu adım adım örülen Karışık Pizza’nın macerası kısaca böyledir.
Box Office Türkiye adlı internet kaynağında, filmin 143 bin 655 seyirciye ulaştığı bilgisi bulunuyor. 500 bin Dolar bütçeyle çekilen film, beklentileri ne ölçüde karşıladı, bilemiyorum.
Ancak bugünün koşullarında, Türk sinemasını ele geçiren Mars Grup’un, dilediği filmlere yapımcı da olduğu, bunları dağıttığı, bunlarla birlikte para kokan diğer leş gibi, beşinci sınıf komedileri kendi sinemalarında aynı anda üç yüz salonda üç ay boyunca günde otuz seans göstererek çok milyon seyirciye zorla izlettirdiğini göz önünde bulundurunca, doksanlı yıllardaki popüler film deneylerinin fazlaca naif kaldığını düşünüyorum.
Evet, ortada bir formül vardır ama bu, kendi içinde, o film yapım anlayışı kapsamında gayet tutarlıdır.
Sinemanın çok büyük bir kültürel araç olmasının yanı sıra, toplumsal-politik mücadelenin estetik yönünü teşkil edecek, dahası buna ideolojik destek sunacak bir misyonu olması gerektiğini iddia eden, dolayısı ile ülkemizdeki sinema pratiklerini cepheden eleştiren biri olarak; söylediklerime uymuyor ama Karışık Pizza’yı sevdiğimi, izlemekten keyif aldığımı da itiraf etmek istiyorum.
Bununla ilgili (2000 yılında, yaşadığım kentte düzenlenen bir belediye kültür etkinliğinde, bugünlerde rant için yıkılması planlanan eski tip müstakil bir sinema salonunun geniş perdesinde; Meltem Cumbul’u en güzel olduğu dönemde izlemek gibi) kişisel gerekçelerim var. Ama bunlar bir yana, her fırsatta çok şanslı olduğumuzu, aradığımız her şeyi internette bulabildiğimizi söyleyenlerin etrafımızı sardığı, sığ ve bilinçsiz bir konformizmin herkesi ele geçirdiği bir zaman kesitinde, bugün yani; doksanların sonunda çekilmiş popüler bir filme ulaşmanın çok zor olması hoşuma gidiyor. Türk sinema tarihine meraklı olanların, Karışık Pizza’yı izleyebilmek için, yaşadığı şehirde, kaldıysa tabii, “VCD kiralama” işi yapan dükkânları ziyaret etmesi gerekiyor.
İşin sinemamızın yapısal sorunları ile ilgili de bir kısmı var. Yeşilçam’ın tasfiyesinde, bilindiği üzere star sisteminin çökmesi önemli bir etkendi. Popüler sinemacılar ise bu handikabı medyatik ve başarılı oyuncuları bir araya getirerek aşmaya çalıştılar ancak iki binlerde bunu bile süremediler. Çünkü yeteneği olan pek çok oyuncu, bu kez de dizi filmcilerin elinde gönüllü esir oldu. Sinemanın ticari getirisinin azlığı veya hiç olmaması, “pek profesyonel” oyuncuları televizyona yönlendirdi. Bugün özel söyleşilerde sosyalizmden bahseden abiler ablalar bile havuzun kanallarına komedi dizisi çekmekten imtina etmiyorlar mesela.
Hal bu iken popüler filmlerde bile “iyi” oyunculardan teşkil edilmiş bir ekibi görmek, bugünlerde artık imkânsız. Karışık Pizza bize bu olanağı, iyi bir sinematografi ve etkileyici bir atmosfer içinde sunan filmlerden biri işte ve sadece bu sebeple bile önemsenmeyi hak ediyor bence.