Cezmi Eröz, Bana Türkçe Bir Ekmek Ver (Gendaş Kültür Yayınları, 2001) adlı kitabında yer alan, bazı sanatçıların henüz ünlü olmadıkları dönemlerdeki yaşantıları ile tanındıktan sonraki duygu durumlarını karşılaştırdığı bir denemesinde, Metin Kaçan’a ve onun macerasına da yer verir. Bir araştırma için Dolapdere’ye yolu düştüğünde Kaçan’ın evine misafir olduğunu ve ona gerçekten roman yazıp yazmadığını sorduğunu dile getiren Ersöz, arkadaşının, halının altından çıkardığı, kargacık burgacık yazılarla dolu iki üç mektup kâğıdı gösterdiğini, şimdilik bu kadar yazabildiğini söylediğini, kendisinin ise o anda o kitabın asla yazılmayacağını düşündüğünü belirtir.
O kitap, yani Ağır Roman, yazılır ve 1990 yılında Metis Yayınları’nca basılır; on ayda üç baskısı yapılacak denli de ilgi görür. 28 Mart 1991 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta yer alan, Ağır Roman incelemelerinin yer aldığı dosyanın takdiminde, bu ilginin daha çok aydınlar nezdinde olduğu söylenir. “Türk romanında postmodern açılımları” takip ve teşvik etme görevine tam da o günlerde başlamış olan Yıldız Ecevit’in ayrıntılı çözümlemeleri ve de argo üzerine yaptığı kapsamlı araştırmaları ile bilinen Hulki Aktunç’un değerlendirmelerinde Ağır Roman, hem karakterleri hem de dili ile oldukça önemli ve dahi öncü bir kitap olarak teşhis edilir. Çünkü artık Çingeneler, esrarkeşler, fahişeler, yan kesiciler, travestiler, hapçılar, pezevenkler… de bir edebiyat metninde kendine yer bulmuş ve argo ilk kez bir metinde yazarın dili olarak kullanılmıştır.
Söylendiği gibi Ağır Roman bu yönleri ile edebiyatımızda bir eşik midir veya öyleyse bu iyiye mi işarettir, tartışılır. Ancak yine bu dosya dâhilinde, Refik Durbaş’ın yazarla yaptığı görüşme, romanın evrenini anlamak açısından, bence bu övgülerden daha önemlidir.
Metin Kaçan, kitabında Kolera Mahallesi olarak isimlendirdiği mekânın Tophane, Kasımpaşa, Dolapdere, Yenişehir, Kurtuluş, Balat gibi semtlerin bileşimi olduğunu; ağırlıklı olaraksa Kasımpaşa ve Kurtuluş’ta dolaştığını dile getirir. Çocukluğunu ve gençliğini berber bir babanın oğlu olarak bu muhitte geçiren; marangozluk, barmenlik, tamircilik yapan Kaçan’ın çıkış noktası, buralarda gayrimüslimlerle beraber pek çok farklı alt kültür unsurunun bir arada yaşaması ve kabadayılık, bitirimlik geleneğinin sürmesidir. Yani Kaçan, edebiyatta devrim değil, tanık olduğu hayatları büyülü bir atmosfer içerisinde, çeşitli kelime oyunlarıyla anlatmanın peşindedir. Ancak teorik düzlemde, bu eylemin, dünyada ve ülkemizde “değişim” rüzgârlarının estiği; modern olan, bütüncül sayılan, büyük anlatı denilen her şeyin gözden düştüğü yıllara denk gelmesi elbette tesadüf değildir.
Yazar, ilerleyen yıllarda üç kitap daha kaleme alır. Fındık Sekiz adlı romanı 1997’de, Harman Kaplan ve İstedikleri Yere Gidenler adlı öyküleri 1999 ve 2002’de yayımlanan Metin Kaçan’ın bu çalışmalarının hiçbiri Ağır Roman kadar ilgi görmez. (Milliyet Sanat dergisinin Mart 2003 tarihli 528. nüshasında yer alan röportajında, yazar, bunların çok tutulmamasını, 1995’ten sonraki süreçte hakkında yürütüldüğünü söylediği karalama kampanyasına bağlar.) Ancak yine Yıldız Ecevit’in başını çektiği ve yazarın diğer kitaplarının da öncü eserler olduğunu öne süren bir grup edebiyat incelemecisi, Kaçan’ın tüm metinlerini kapsayan, Cervantes’in Yeğeni (2003) isimli ortak bir eleştiri kitabı yayımlarlar. Belli bir aydın grubunun yazara ilgisi hep sürer yani.
Bu noktada değinmek gerekli; 1995 yılında Metin Kaçan’ın hayatında ciddi bir kırılma yaşanır. Yazarın, haber spikeri Alp Buğdaycı’yla beraber bir kadına tecavüz ve işkence olayının faili olarak tutuklanması, hapiste şişlenmesi, tahliye edilmesi, ilerleyen yıllarda tekrar cezaevine dönmesi; elbette kişisel yaşamı kadar edebiyatçılığını da etkiler. Kaçan’ın; aşk, tasavvuf, madde kullanımı, şiddet, cinsellik gibi öğelerle örülmüş ve açık ki yaşamından kesitlerin de olduğu Fındık Sekiz ve diğer iki öykü kitabı görece kapalı, sembolik söyleyişin yeğlendiği metinlerdir. Dilin kullanımı ve öykü anlatımı yine sıra dışıdır bunlarda ama Ağır Roman’daki coşku kaybolmuştur.
Nitelik konusu bir yana, İstedikleri Yere Gidenler’in ardından, yaşamını sonlandıracağı 2013’e kadar geçen süre zarfında herhangi bir yeni eser de kaleme alamaz Metin Kaçan. Kendisi ile iki binli yılların başında yapılan mülakatlarda, Fındık Sekiz’i senaryolaştırmakla uğraştığını, Kapadokya’da bin yıl önce geçen bir aşkı konu edinen bir roman yazdığını söyler hep ancak bunların hiçbirisi somutlaşmaz.
Ağır Roman’ın sinema macerasına gelirsek… Kitabı sinemaya aktarmak Müjde Ar’ın fikridir. Filme oyuncu ve yönetmen seçimi, finansal kaynak bulunması yaklaşık yedi yıl sürer. Yapımcılık işini Müjde Ar’ın Söz Film’i ile Sabahattin Çetin’e ait Belge Film üstlenecektir. İlk kez 1993 yılında Kültür Bakanlığı’ndan üç buçuk milyarlık bir fon alınır. 1995’te sağlanan Eurimages desteği ve son olarak Özen Film’in sahibi Mehmet Soyarslan’ın da işe el atması ile nihayet para sorunu çözülür. Yönetmen arayışı ise Atıf Yılmaz, Yavuz Turgul, Umur Turagay seçeneklerinin değerlendirilmesinin ardından (Turagay’ın askere gitmesi nedeniyle) Mustafa Altıoklar’da karar kılınması ile son bulur. Erkek başrol oyuncusunun kim olacağı ise çekimlerin başladığı Nisan 1997 tarihinden çok kısa bir süre önce netleşir.
1991’de Metin Kaçan ile Mahinur Ergun’un ortak çalışması ile hazırlanan ilk senaryoda, öykünün merkezinde Gaftici Fethi karakteri vardır. Ancak Müjde Ar’ın tavsiyesi ile bu yorum değiştirilir. Yazarın ilerleyen yıllarda yayımlanacak kitaplarındaki biyografilerinde, Ağır Roman’ın senaryosunu 1995’te “tek başına” yazdığı bilgisi bulunsa da senaryonun son hali, Metin Kaçan ve Mustafa Altıoklar imzalıdır.
Ancak bu konu, filmin çekiminin ardından, tuhaf bir hal alır. Akşam gazetesinin Yaşam adlı hafta sonu ekinde, 16 Şubat 2003 tarihinde yayımlanan röportajında, yazar, filmle ilgili olarak hayal kırıklığına uğradığını, Altıoklar’ın bakış açısı yüzünden anlatmak istediklerini anlatamadığını, senaryoyu kendisi yazdığı halde telif alamadığını, bununla ilgili dava açtığını ama lehine bir sonuç çıkmadığını söyler.
Yine yukarıda andığım Milliyet Sanat mülakatında da filme ilişkin, “Çok uzun çekti Mustafa, sonra çok makas atıldı, sonuç da böyle oldu. Benim kitabımda beş altı ana karakter vardır. Yan karakterler, tipler, bol atmosferli bir kitaptı. Filmde hepsi havada kalıyor. Kültür Bakanlığı benim yazdığım senaryoya para verdi. Eurimages da.” diyerek serzenişte bulunur.
Bir parantez açarak eklemek gerekli: Filmin uzun çekilmesi başlığı, Ağır Roman filminin yumuşak karnını teşkil eder. (Yapımcı Mehmet Soyarslan, haftalık yazılarını topladığı Sinemacı Gözüyle [Logos Yayıncılık, 2018] adlı kitabında, çekimlerin ardından elde 18 saatlik görüntü olduğunu belirtir. 5 Aralık 1997 günü yayımlanan Hürriyet’te de 257 kutu filmle 2040 plan çekildiği bilgisi bulunur.) Sinema yazarlarının Altıoklar’a en çok eleştiri yönelttiği nokta da budur. Kurguda sadece planların, sahnelerin değil sekansların da atılması, hem teknik sorunlara hem de öykünün bütünselliğinin kaybolmasına yol açar.
Ancak bu, senaryo konusunda, işin sadece bir yönü ve hatta ayrıntısıdır. Bu bahsi daha anlaşılır kılmak içinse birazcık içeriğe değinmek gerekir.
Gıli Gıli Salih, Tina, Berber Ali, Arap Sado, Film Hamit, Reis, Puma Zehra, Tilki Orhan… kitaptan filme aynen taşınır. Ancak hem bu kişilerin özellikleri hem de olaylar açısından aynı şeyi söyleyemeyiz. Romandaki aksiyonların büyük kısmı filme alınmaz, alınanlarınınsa failleri değiştirilir.
Romanda; Arap Sado ve Reis fazla yer kaplamaz. Sado, hikâyenin başlarında Reis’in adamlarınca öldürülür ve sahneden erkenden çekilir. Reis ise Kolera Canavarı ortaya çıkınca korkup mahalleyi terk eder. Berber Ali, siyah beyaz gazete okumaya başlar, CHP’li olur ve dükkânında gizli politik toplantılar düzenler. İlerleyen dönemlerde ise uyuşturucu satmaya başlar. Reis’in mekânına gidip suratını çizen de yine Berber Ali’dir. Kolera’da Müslüman olmayanlara düşmanlık eden, onlara huzur vermeyen zengin ve büyük bir softa takımı vardır. Tina sıradan bir sokak fahişesidir; Gıli’yi Fil Hamit’le, Boğaz’da bir araba turu için aldatır. Salih, takıldığı bitirimhanede bol miktarda uyuşturucu alır ve intihar eder. Belirtilmez ama olaylar 1973-74 yıllarında geçer.
Filmde; Arap Sado ve Reis en önemli karakterlerdendir. Biri filmin ilk yarısında ağırlıklı roldedir, diğeri ise neredeyse tamamında vardır. Sado, Reis’i çizer ve mahalleden kovar. Reis, Sado’nun ölümünün ardından geri döner, kumarhane açar. Fil Hamit, her ne kadar üçkâğıtçı bir tipse de Sado’nun heykelini yaptıracak kadar da altın yüreklidir. Softalar ortalıkta yoktur. Berber Ali, Salih’i sakladığı gerekçesiyle işkenceye maruz kalır. Tina, Sado’nun tanıdığı olarak mahalleye taşınır. Keyif için Salih’i aldatmak şöyle dursun, onu kurtarmak için önce arabasını sonra bedenini Reis’e verir. Reis bu gücünü “komünizmle mücadele”de polislere destek sağlıyor olmasından alır. Gıli, içeriden çıktıktan sonra Reis’le Tina’yı yatakta görür, kaldırım kenarında bileklerini keser. Tina ise Reis’le birlikte içinde oturuyor olduğu arabayı havaya uçurur. Belirtilmez ama olaylar 1970-71 yıllarında geçer.
Elbette pek çok ayrıntıyı atladım ama bu kadarıyla dahi görülecektir ki Ağır Roman sinemaya uyarlanırken oldukça değişir. Bu ise edebiyat uyarlamalarının çoğunda görülen farklılaşmadan daha başka bir şeye, bir yumuşamaya tekabül eder. Bütün çelişkileri, zayıf yönleri, cüreti ve hayalciliği ile yaşayan bir karakter olan Gıli Gıli Salih, mutlak iyiliğin temsilcisi yapılırken fazlasıyla yapaylaşır. Sevgilisi fahişe Tina’ysa birden aşk kadınına dönüşür ve kendi yaşamı pahasına Reis’ten intikam alır. Böylece “iyiler” kaybeder ama “kötüler” de kazanmamış olur.
Perdeye taşınırken, Ağır Roman’ın “öz”ünü yitirdiği açıkça ortadayken; o halde Metin Kaçan’ın itirazı neyedir? Bu hali ile senaryoyu kendisi kaleme aldı ise eserine ve karakterlerine bunu neden reva görmüştür? Altıoklar filmi başka türlü montajlasaydı değişen ne olacaktır?.. Bugün Kaçan hayatta değil, Mustafa Altıoklar ise politik nedenlerle birkaç yıldır Almanya’ya yaşıyor. O yüzden bence asıl noktaya, bu işin ekonomi-politiğine bakmak gerekir.
Tekrarla; Ağır Roman, Müjde Ar’ın da dâhil olduğu, çok yapımcılı ve Eurimages destekli bir film. Büyük patron ise Özen Film’in sahibi Mehmet Soyarslan. Dededen sinemacı olan Soyarslan, gençliğinde müzikle uğraşır. Cem Karaca ile birlikte ortak çalışmalarda bulunur. Hatta filmin soundtrack albümü ile yeniden gündeme gelen ve çok sevilen Resimdeki Gözyaşları’nı vaktiyle kendisi besteler. Ancak Cem Karaca’nın hızlıca politize olması nedeni ile onunla yollarını ayırır ve ailenin işlerinin başına geçer. Soyarslan’ın yönetiminde dağıtımcılık ve salon işletmeciliğinde ciddi mesafe alan şirket, 1980 yılındaki bir filmin ardından, yapımcılığa Ağır Roman’la geri döner.
Filmin gösterime girdiği günlerde, Kanal 6 televizyonunda katıldığı bir programda, Mehmet Soyarslan, Ağır Roman’ın yapım sürecine ilişkin konuşurken, prodüktörsüz, kendi paraları ile film yapan yeni sinemacıların pratiklerine mesafeli olduğunu belirttikten sonra; yönetmenlerin, kendilerine eğer müdahale edilmezse halkın isteklerini umursamadıklarını, yapımcının işlevinin de onlara seyircilerin beklentilerini hatırlatmak olduğunu, zaten dert tasa sıkıntıyla yaşayan insanların bir de sinemada mutsuz edilmemesi gerektiğini söyler.
Yapımcının, ilerleyen yıllardaki bir röportajında yer alan, eğer filmin sonunda Reis, yani kötü karakter ölmeseydi, filmin gişede çok başarısız olacağına ilişkin sözlerini de yukarıdakilerle birleştirince, Ağır Roman’ın nasıl hafiflediği açıkça ortaya çıkar. Metin Kaçan ve Mustafa Altıoklar’ın başının üstünde sallanan prodüktör kılıcı, aslında diğer tartışmaları anlamsızlaştırır. Yeşilçam zihniyeti, ticari boyutta, doksanların ikinci yarısında sinemamıza geri dönmüştür.
Gişe, elbette ki sinemanın parasal getirisine odaklanan yapımcılar için önemlidir ve bu da bir yere kadar normaldir; ancak benceasıl ilginç olan, yönetmenlerin de aynı kaygıyı taşıması, filmlerinin başarılarını sadece buna endekslemeleridir. Tam da burada Altıoklar hakkında birkaç şey söylemek gerekir.
Ağır Roman, sinemadan sonra müzikal, bale gösterisi ve tiyatro oyunu olarak da sahnelenir. Son uyarlama ise televizyona, Ağır Roman Yeni Dünya adı ile yapılır. 2012’de Star Tv’de on bölüm yayınlandıktan sonra sona eren dizinin güncel hikâyesi ise kısaca şöyledir: Gıli Gıli Salih bileklerini kesip yaşamını sonlandırmamış ama 12 Eylül işkencehanelerinde katledilmiştir. Tina hayattadır ve hâlâ Kolera’da yaşamaktadır. Salih’in, annesi kim olduğu söylenmeyen Salih JR adında bir oğlu vardır ve onu Tina büyütmüştür. Kolera’ya kentsel dönüşümcüler üşüşmüştür ve Salih JR, ekibiyle birlikte mafyatik müteahhitlere karşı mücadele edecektir. Ekipte yer alanlarsa, Kolera’nın Puma Zehra ve Fil Hamit gibi eski kahramanlarının çocuklarıdır. Arap Sado’nun da histerik bir kızı vardır ve onca aksiyon içinde Salih JR’la fırtınalı bir aşk yaşamaktadır.
O günlerde; “Metin Kaçan’ın Ağır Roman adlı eserinden esinlenilmiştir” ibaresi ile yayınlanan diziye ilişkin, Kaçan, oldukça olumlu sözler sarf eder, yapımı beğendiğini söyler. Mustafa Altıoklar ise diziyi izledikten sonra çok öfkelenir ve “Yönetmeni yönetmen değil, yapımcısı yapımcı değil, başrol oyuncusu oyuncu değil. Hangi cüretle yapıyorsun? Yönetmeni ışıkçı mıdır nedir, başrole erkek diye koyduğun kişinin oyunculuğu yok. Bu nasıl bir cahil cüretidir… Biz ruhunu koyduk ortaya hikâyenin. Kirli sakallı bir hırtın filmini çekmedik. Hap yap para kap diye düşünürsen Ağır Roman hafifler.” der.
Dizinin iyiliği kötülüğü bir yana, yönetmen, Ağır Roman’ın kitap olarak ağırlığından ve ruhundan bahsediyor. Bunu filmde de koruduklarını söylüyor. Ancak, özetlemeye çalıştığım üzere, yapımcı filmin finaline kadar her noktasına müdahil oluyor, eser sahibi-senarist Metin Kaçan sonucu hiç beğenmiyor hatta konuyu yargıya taşıyorken, bu tepki fazlaca anlamsız kaçıyor.
Altıoklar, o dönem itibari ile alt grupların marjinal sayılabilecek yaşamlarını sinemaya taşıma “cüret”ini göstermeyi kendi hanesine yazıyor olabilir ancak bu, tek başına, yeterli bir gerekçe sayılmaktan uzak bulunuyor. Zira popüler kültür, bütün o aykırılıkları soğurmayı becerebiliyor. Elif Genco, Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 4. sayısında, bu durumu, “Kolera’nın kahramanları sıradan seyircinin doğrudan özdeşlik kurabileceği türden olmayabilir ancak seyredilmeye değer kılan, filmin bugünkü seyirci kitlesinin genel eğilimlerini de kesmesidir. Benzer filmlerde marjinal dünya, kahpe hayat ve tutkulu/doyulamamış aşkların anlatıldığı hikâyelerle karşılaşırız. Adalet duygusu çalıştırılmaya başlanmış, dengeler yerinden oynatılmıştır. Bu hesaplı filmlerin, sonunda dengeye kavuşulması seyircinin boşalması için gerekli olmakla birlikte şiddet ayarı her zaman yapılmaktadır.” diyerek gayet iyi özetliyor.
Kısa filmleriyle sinemaya adım atan Mustafa Altıoklar, ilk uzun metrajı Denize Hançer Düştü (1992) ile beğeni kazanır, dikkat çeker. Sonrasında ise çok ses getiren İstanbul Kanatlarımın Altında (1996), ardından Ağır Roman (1997) gelir. Yönetmenin peş peşe çektiği bu iki film, Eşkıya (1996) ile birlikte Türk sinemasının seyirci sorununu çözebileceğinin işareti olur. Ancak O Şimdi Asker’i (2003) saymazsak, Altıoklar, diğer üç filmi Asansör (1999), Banyo (2005) ve Beyza’nın Kadınları (2006) ile istediğini elde edemez. İstediği ise şüphesiz seyircidir. Bu kriteri yönetmen kendisi belirler. Film eleştirmenleri ile küfürleşmelere varan polemikleri hep bu minvalde olur.
11 Mayıs 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Zeynep Saygı imzalı röportajında, yönetmen, ABD’de filmlerin çok izlenme formülünü araştırdığını, buna göre ilk sırada filmin fragmanının olduğunu, bunu arkadaş tavsiyesi ve oyuncuların adlarının takip ettiğini söyler. Seyircinin tüketici olarak görüldüğü film endüstrisinin bu şablonları, o yıllarda, diğer bazı yerli sinemacılarımız gibi Mustafa Altıoklar da bolca kullanır. Artık reklam, medya, sansasyon oldukça önemlidir. Oyuncu seçiminde başat ölçüt, medyatikliktir. Hikâyeler, değişen seyirci profiline uygun biçimde teşkil edilmelidir. Tunca Arslan’ın, Sinerama dergisinin Şubat 1998’de çıkan ilk sayısında Ağır Roman’ı değerlendirdiği yazıda söylediği gibi, artık, “Seyirci, âşık olduğu kadının ağzına sigara dumanı üfleyen bir kahramanı seviyor ve arıyor; beyaz perdeden yansıyan tüm o yaşam rahatsızlığının, var oluş yorgunluğunun, umutsuzluğun, kaybedişin küçük de olsa prim aldığını görmek istiyor”dur.
Dış çekimlerinin büyük bölümü Dolapdere, Feriköy ve Tarlabaşı’nda; iç mekân çekimlerinin ise İstanbul Sanat Merkezi’nde kurulan bir sette yapılan Ağır Roman, 28 Kasım 1997’de medyanın ciddi desteği eşliğinde 25 kopya ile vizyona girer. Henüz ilk haftada 96 bin seyirciye ulaşır. Bu sayı, o günün koşullarında rekordur. Bir milyon dolar bütçeli filme, toplamda 872 bin bilet kesilir.
Evet, Mustafa Altıoklar, diğer filmleri gibi Ağır Roman’a da popüler sinemanın gereklilikleri ile yaklaşır ve bu film özelinde, bütün tartışmalara, eleştirilere karşın; benimsediği film yapım mantığı ve pratikleri çerçevesinde başarılı olur.
Cem Karaca’lı video klip, Atilla Özdemiroğlu’nun prodüktörlüğünü üstlendiği, Demet Sağıroğlu ve Yusuf Taşkın’lı albümdeki şarkılar ve filmin içindeki Balık Ayhan performansları ile müzik de hem tanıtım hem de öykü anlatımının desteklenmesi açısından işlevseldir.
Oyunculuk bahsi de es geçilmemelidir. Doğru, filmde yer alacak isimlerin çoğu formüllerle belirlenir ancak sinemaya bence çok yakışmayan Okan Bayülgen de dâhil olmak üzere tüm oyuncular göz doldurur. Mustafa Uğurlu, Burak Sergen ve Savaş Dinçel’in oyunları ise özellikle anılmalıdır.
Her şeye rağmen, Ağır Roman benim için özel bir kitap ve filmdir. Bu ayrı; ancak zaten seyirciyi tekrar yerli yapımlarla buluşturma çabaları neticesinde doksanlı yıllarda çekilen filmlerin, tüm eksiklerine rağmen belli bir kalite ve estetik taşıdığını, yoğun bir işçilik içerdiğini reddetmek anlamsız olur. Bu durumsa başarı ölçütünü sadece gişe olarak gören öznelerin eleştiriden muaf tutulmalarını gerektirmez. Çünkü o başarı, içinde büyük bir tehlike de taşır. Nitekim bütün entelektüel sinemacı imajına rağmen, Mehmet Soyarslan, ilerleyen yıllarda Recep İvedik serisinin ilk üç filmine para yatırırken; Altıoklar, artistik yeteneğini gereğiyle kullanmayarak ve meslektaşlarının çoğunda bulunmayan politik-entelektüel birikimini değerlendirmeyerek üçüncü sınıf televizyon dizilerinin senaristliğine, yönetmenliğine kadar geriler.
İşte bu noktada ve de son söz olarak; bir şekilde Türk sinemasının içinde yer alan herkese, Ağır Roman’ın bol şaraplı, şiirli bir sahnesinde yer alan ve felsefedeki bağlamından soyutlandığında her türlü çelişkiyi ele elmaya olanak veren “Madde mi ağır mana mı?” sorusunu sormak gerekir. – Mamaker butlaços!