Türkiye’nin düzenini, modern sınıflar ve sınıf mücadeleleri üzerinden değil de “Kemalist, baskıcı, laik” devlet ile etnik ve dinsel grupların karşıtlığı üzerinden okuyan; bu devlete ve onun ideolojisinin taşıyıcısı “seçkin”lere karşı mücadele ediyor olduğu düşünülen her kesime, ama özellikle de siyasal İslamcılara politik düzlemde koşulsuz destek sunan sivil toplumcular, sol liberaller, özgürlükçü sosyalistler, liberal demokratlar veya bunların hepsini kapsayan ve en irrite edici tabirle “yetmez ama evet”çiler; aptallıkları ve ihanetleri ile çoktan tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar. Ancak okumayı çok sevmeyen, ufku Birikim, Taraf, Radikal İki ile sınırlı, entelektüel anlamda çok zayıf olan ve sorulduğunda kendisini illa ki solda konumlandıracak sanatçılar, bu YAE ideolojisini o denli içselleştirmişler ki her üretimlerinde o kirli düşünsel yapı, tekrar ve tekrar ortaya çıkıyor.
Yaklaşık bir haftadır ne kadar da harika bir iş olduğu konusunda neredeyse toplumsal uzlaşı sağlanan, eleştirmenlerin yüzde doksanının öve öve bitiremediği, Netflix’in yeni yerli dizisini seyredince aklıma ilk gelenler niyeyse bunlar oldu. Nakşibendilerin Menemen’de Asteğmen Kubilay’ın kafasını kesmelerini anti-emperyalist bir kalkışma sayan İdris Küçükömer, Harf Devrimi’ni bir gecede cahil kalmak diye analiz eden Fikret Başkaya, Avrupa gazetelerine, İslamcıların Kemalistlerden daha demokrat olduğunu söyleyen Orhan Pamuk, devlet kurumlarında Fethullahçıların örgütlendiği iddialarına saçmalık diyen Ahmet İnsel de yok yere zihnimi meşgul etti. Vintage, yeni orta sınıf, kültürel düzlem, empati, yüzleşme gibi afili başlıklar dururken hem de (!)
Bu tip bir ideolojik kazıya ne gerek var; Berkun Oya’nın Bir Başkadır anlatısı neticede bir çerçevelemedir ve kişisellikle sınırlıdır, denilebilir. Keşke konu bu kadar basit olsaydı… Kültür sanat sevicisi, muhalif sıfatlı kişi ve grupların diziye bu denli ilgi göstermesi, aslında dizinin güzelliğine değil AKP liderinin on sekiz yıldır kültürel iktidarı alamama üzüntüsünün yersizliğine işarettir. Bazı solcular cumhurbaşkanının serzenişlerinden mutluluk duyabilir ama boşuna. Zira bu ülkede kültürel iktidar solcularda değil, zihni liberalizmle lekeli bir azınlıktadır.
Sınıfsal aklı yitip gitmiş, derdini sadece kültürel lafızlarla ifade eden, ideolojik olaraksa düzenden kopamayan ve zaten buna da niyeti olmayan, sosyoloji ve psikolojiyi insanın ve toplumun anlaşılmasının anahtarları olarak değil de ekonomiden ve tarihten kaçışın gerekçeleri olarak kullanan sanatçıların üretimleri, özelinde Berkun Oya’nın dizisi, sol açısından kültürel iktidarsızlığın göstergesidir. O yüzden, Yılmaz Güney’in 1974 sonrası yazdığı filmlerde devrimci ideoloji değil de kadın düşmanlığı, erkek egemen söylem bulan günümüz muhaliflerinin Bir Başkadır’ı bayıla bayıla izlemesi tuhaf değildir.
Taşradan İstanbul’a göçen, hayata tutunmaya çalışan, samimi, sıcak, içten, yoksul muhafazakârlar; türbanlı kadınları hep küçümseyen, onları uzaylı olarak gören, okumuş, zengin, kibirli sekülerler, laikler; bu ikileme bir şekilde temas eden, hep itilip kakılmış, fırsat bulunca da düzene tutunup kendilerini var kılmaya çalışan Kürtler… Bir başka falan değil, hep aynı, bayat sivil toplumcu tezlerin tekrarı, Oya’nın öyküsünü oluşturan: Bir devlet var ki insanlarımızı bu hale getirdi, hepimizi böldü, ayrıştırdı, yabancılaştırdı; oysaki şu ön yargılarımız olmasa, birbirimize ne çok benziyoruz…
Elif Şafak’ın, ülkemizdeki dindarları, solcuları ve Kemalistleri barıştırma hayali ile yazdığı ama 15 Temmuz’un yarattığı kargaşada yitip giden Havva’nın Üç Kızı romanını anımsadım. Ancak Şafak insaflıydı, orada en azından denklemdeki paylar eşitti. Berkun Oya, CHP’nin tek adamı Kemal Kılıçdaroğlu’nun onur konukluğuna kadar yükselen Murat Belge gibi, suçu devletle eşitlediği “Kemalist, laikçi, seküler elit”lere yüklüyor. Ve onlara, sözüm ona, on yıllardır görmezden geldikleri bu yoksul, mütedeyyin halk kitleleri ile tanışma olanağı sunuyor. Küçümsediğiniz bu insanların dertleri sizinkilerle aynı hatta sizinkilerden daha sahici, onlar da seviyor, onlar da yaşamaya çalışıyor, bu ülkede onlar da var, diyor. Bu yüzden herhalde, dindarları genel anlamda başarıyla resmederken sekülerleri karikatürize ediyor. Bunu yaparak işte, bu ülkenin siyasi tarihini, ekonomisini, asıl sosyolojisini; gerçekleri buharlaştırıyor.
Kanal D değil de Netflix izleyerek kendini ayrıcalıklı zanneden kitle bunlardan pek hoşlanmaz ama söylemeden de olmuyor. Elbette kendisine benzemeyenlere mesafeli duran, onların üzerinde hegemonya kurmak isteyen insanlar, gruplar vardı ve var bu ülkede, bunları gördük ve görüyoruz. Ama yalıda oturup Halk TV izleyeni hiç görmedik. Yalıda oturanlar hiçbir zaman “gerçekten” laik ve seküler olmadılar, bugün Halk TV izleyenlerse yalıda oturmuyor. Berkun Oya, gerçekliği ters yüz ediyor; dindarları yoksul, laikleri zengin olarak çiziyor. Bu çok büyük bir hile, dahası ayıptır.
29 Ekim’de, 10 Kasım’da “duygu dolu” reklamlarla Ata’yı anan ama Ata’nın elinin değdiği kamu iktisadi teşebbüslerini AKP döneminde ele geçiren büyük sermaye grupları, Koç’lar, Sabancı’lardır bu ülkede sahici elitler ve bunlar işçileri sömürürken onların türbanına, şapkasına, eteğine falan da bakmazlar. Burjuvalara tek söz söyleyemeyecek insanların, bir devlet hastanesinde çalışan doktoru kurban seçmeleri, en hafif sözcükle ikiyüzlülüktür.
Bu ülkenin ezilenleri ise dindar veya seküler, köylü ya da kentli, az okumuş veya iki diplomalı, kadın ya da erkek fark etmez; kayıtlı-kayıt dışı çalışan yirmi beş milyon insandır. Salgında dahi tek bir gün evde kalma şansını bulamayan işçilerdir. Ayrıca, bunların çok büyük bölümü de kendilerini sefalete mahkûm eden sağ partilerin neferidir. Karşıtlık, düşünsel çelişki, sosyolojik analiz meraklısı yönetmenler için fena konu değil gibi sanki?
Berkun Oya, Türkiye’de, köprünün altından çok suyun aktığı, suyun da çakılın da değişip dönüştüğü zamanlarda dizisini izleyiciye sundu. Bilmiyorum; Bir Başkadır, 2019’da değil de “türban siyasi sembol müdür, dinin emri midir?” konusunun konuşulabildiği yıllarda çekilebilir miydi? Çekilseydi daha anlamlı olurdu, demek istiyorum. İki İslamcı fraksiyon on yıllık ortaklık bozulunca birbirine girip ülkeyi felakete sürüklemişken, Türkiye demokrasisi 1876 öncesine gerilemişken, kamuda F tipi teşkilatın yerini başka cemaatler alırken, birkaç yıl sonra hepsi imamlık ve hatiplik tedrisatından geçen milyonlarca insan etrafımızı saracakken, bu empati mırıldanmaları bana sadece zevzeklik gibi geliyor.
Tabii boğazına kadar kültürelciliğe batsa da arada bir solculuğunu hatırlayanlar, Bir Başkadır’daki zenginlik-yoksulluk kontrastından süzülen bir sınıfsal söylem bulup çıkarabilirler. Yukarıda, dizideki o sınıf mensubiyeti ve kültürel eşleştirmelerin yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım ama yanlışlığı bir yana bırakıp salt sınıf konusuna bakınca da yine işe yarar bir şey görmek olanaklı değil yapımda. Issız adamlar, temizlikçi kızlar, denize nazır evlerde yaşayanlar, büyük araçlara binen rüküş kadınlar bize bu anlamda dişe dokunur bir analiz imkânı sunmuyorlar. Oya’nın böyle bir derdi yok zira; bütün bunlar “dindar-laik çatışması”nın yan hikayecikleri.
Bu ise, özellikle, kültürel iktidarı elinde bulundurduğunu söylediğim solcu görünümlü liberal kültür sanat şebekelerinin düzenlediği film festivallerinde ödül alan, almayı beceren yönetmenlerin ustalıkla uyguladığı bir formülün revize edilmesi anlamına geliyor. BirGün yazarı Tuğçe Madayanti Dizici’nin, Toz Bezi adlı filmin, 2016’daki İstanbul Film Festivali’nde dört büyük ödül alması üzerine kaleme aldığı ve sol liberal çetenin saldırılarına maruz kalmasına sebep olan yazısında, bu formülü şu maddelerle özetlemişti: “1) Etnik eksenli karakter hikâyesi yaratmak. 2) Bu yaratılan hikâyeyi sınıfsal farklılıklar kisvesi altında harmanlamak. 3) Bu harmanlanan karışımın arkasına kentsel dönüşüm ve göç meselesi gibi çetrefilli problemleri sırf görüntü olsun diye işlevsiz bir şeklide yerleştirmek.”
Bir haftadır övüle övüle bitirilemeyen Berkun Oya’nın bir başarısı varsa şayet, işte budur. Kürtlüğün yerine dindarlığı koyup üç maddelik formülü ustalıkla kullanmasıdır. O yüzden dizide sınıfsallık falan arayanlar boşuna uğraşmasınlar; prekaryacılara, yeni orta sınıfçılara, beyaz yakalıcılara yol versinler. Oya, onların yönetmeni çünkü.
Hikâye, 2019’da ve sürtünmesiz bir ortamda geçiyor. Siyaset yok. Saray, entrikalar, padişah yok. O türbanlı kızların, Meryem’lerin sırtına basa basa iktidar olanlar yok. Bunun yerine Jung okuyan mütedeyyin delikanlı, peygamber soyundan geldiğine inanılan imamın lezbiyen kızı var. Otuz beş yıl önce karnına tekme atılan Kürt anne, bakire olmayan eşine hep anlayışla yaklaşan mümin aile babası var. Her çeşit “duyarlılığa” uygun karakter mevcut Bir Başkadır’da. Bu sayede Berkun Oya, kendisinin de içinde bulunduğu ve ilkelerle değil sosyal medya refleksleriyle hareket eden “yeni Türkiye muhalifleri”ni diziye göbeğinden bağlıyor. Sekiz bölümü biraz sıkıştırıp iki saatlik sinema filmi yapsa seneye bir kasa Altın Portakal veya bir sepet Altın Lale alabilirdi yönetmen.
Bir Başkadır, birkaç hafta daha konuşulur, tartışılır, övülür, seyredilir. Tekelleşme yolunda ilerleyen, uluslararası bir dijital platformda olması sayesinde bolca tüketilir. Sonra, unutulur. Hatırlanır, tekrar unutulur vs. Ancak üzücü olan; tarafsız gibi görünse de son tahlilde muktedire daha yakın duran bu dizinin yaratıcısına hiç de hak etmediği bir ilginin koşulsuzca sunulmasıdır. Sadece sıradan izleyici-tüketicinin ayılıp bayılmalarından değil, pek muhalif yayınlarda tükürüklü övgüler kaleme alan, mide bulandırıcı kifayetsizlerin zevk çığlıklarından da bahsediyorum.
Sorsanız sosyalistler… Hayatlarında hiç işçi eli sıkmasalar da öyleler. Ama ülkelerini tanımıyorlar. Bir şekilde edindikleri konforlu alanlarda, filmler diziler izleyip sanat tarihi kitaplarından alıntılarla süslü, steril yazılar yazıyorlar. “Türkiye’nin dinle ya da muhafazakârlıkla hiçbir zaman Cihangir’in ya da ‘Bir Başkadır’ın iddia ettiği gibi köklü bir meselesi yoktu. Aksine 11 ay içki içilip bir ay oruç tutulan Anadolu İslam’ı bu toprakların çimentosuydu.” diyen Oray Eğin kadar olamıyorlar.
Peki, mademki durum bu, körlerle sağırlar hayatlarından memnunlar; bunca sözü ne için ettik? Belki boşuna ama şu yüzden: “Tarihin sınıf mücadelesi olduğuna yürekten inanan insanlar, yaşadıkları dönemin her aşamasına, her anına sınıflar mücadelesinin küçük bir parçası olarak bakarlar. Her an, bu savaşın getirdiği sorumluluklar, görevler, fedakârlıklarla yüklüdür. Bunun bilincinde isek, dünyayı değiştirme savaşında payımıza düşeni, gücümüz oranında yerine getirmek zorundayız.” (Yılmaz Güney, Hücrem)