Uzun zaman sonra, doğduğum büyüdüğüm şehirdeyim ve sokaklarını dolaşıyorum. Şaşkın gözlerle etrafıma bakıyorum galiba bunca değişikliğe anlam vermeye çalışıyorum. Geçtiğim her sokağın çocukluğumdaki halini anımsamak için gözlerimi kapatıp zihnimde canlandırıyorum. Evet, şimdi yine bir sokağın girişindeyim. Sokaktaki eski ve kısmen yıkılmış yapıların izinden çocukluğumdaki hallerini zihnimde canlandırmaya başlıyorum: Burada bir bakkal vardı, sonrasında bakkal amcanın evi, daha sonra kocaman bahçesi olan ev, daha sonra pembe boyalı ev, daha sonra… Gittikçe eski izler silinmeye başlıyor ve ben anımsamakta güçlük çekiyorum. Ama yine ısrarcıyım en azından sokağın bir köşesini tamamlamak istiyorum. Etrafımı iyice süzüp eskiye dair bir ipucu arıyorum ama nafile… Neyse, iyimserim ve yoluma devam ediyorum. Diğer sokaklarda çocukluğumdan izler bulurum belki de! Yönümü çevirip başka bir sokağa giriyorum…
Merakla ilerliyorum… O da ne! Her yer birbirine o kadar benziyor ki kaybolmuş gibi hissediyorum. Az önce, biraz da olsa zihnimde birkaç şey canlandırabiliyorken şimdi yönümü şaşırmış durumdayım. Peki, ben bu dokuya neden bu kadar yabancıyım? Biraz düşününce bunun cevabını buluyorum. Aklıma birkaç yıl öncesi geliyor. Sanırım burası, o yer olmalı… Evet, eminim artık kendimden. Birkaç yıl önce, yine buradan geçmiştim ama o zaman bir tane bile yapı yoktu ve kocaman bir boşluktu burası. Hikâyesi olan bir boşluk… Önceden yapılar vardı o boşlukta. Hatta şehrin en şirin caddelerinden biri geçiyordu o boşluktan. Bu caddenin her iki yanında bir veya iki katlı yapılar vardı. Cadde dediysem, öyle geçip gidilen bir cadde değil, yaşayan bir caddeydi, nefes alıyordu âdeta… Bu caddede şehrin günlük yaşamının tatlı telaşı vardı. İşi başından aşkın amcalar, temiz hava almak için yürüyüşe çıkmış yaşlı teyzeler, okulun bahçesinde koşuşturan minik çocuklar ve gençler… Yapılar yıkılınca yaşanmışlıklar da yıkılmıştı sanki… Birkaç yıl önce o boşluğa baktığımda boşluğun öncesini bildiğim için buruk hissetmiştim. Şimdi o boşluğun yerini yeni yapılar almış. Peki, boşluğu yeni yapılarla doldurmak bir şeylerin telafisi olabilmiş mi, bilmiyorum… Galiba içten içe hâlâ buruk hissediyorum. Derin bir iç çektikten sonra yeni yapıları incelemeye başlıyorum. Beş kattan oluşmuş, tek renk, nizami ve tekdüze yapılar… Oldukça iriler ve birbirlerine çok benziyorlar. Burada daha önce var olan yapıları hatırlamaya çalışıyorum ve zihnimde ufak bir karşılaştırma yapıyorum. Burada eskiden müstakil ve bahçeli evler vardı. Bu evler, çok yüksek değildi en fazla iki kattan oluşuyordu… Yeni dokunun içinde dolaşırken eski dokuyu hatırlamaya çalışmak zihnimi yoruyor… Başka sokaklara doğru yola koyuluyorum…
Kafa karışıklığı içinde yoluma devam ediyorum. Sanırım tanıdık bir yerlerden geçiyorum… Hayal meyal hatırlıyorum burayı. Hatırladım! Az ileride ilkokulumu göreceğim! Adımlarım hızlanıyor, özlem ve heyecanla ilerliyorum. Birden duraksıyorum… Okulumun olması gereken yerde bomboş bir alan karşılıyor beni. Gözlerim fal taşı gibi açılıyor, yutkunmakta güçlük çekiyorum… Hayır, hayır düşündüğüm şey olmamıştır! Büyük bir hayal kırıklığı içinde olduğum yerde donakalıyorum. Okulumun yıkıldığı gerçeğiyle yüzleşmek beni sarsıyor… İlkokul eğitimi aldığım bina yıkılmış. Ondan geriye çok az iz kalmış… Bahçesinde birkaç ağaç vardı, onlar dimdik ayakta duruyor, okulumun anısını yaşatıyor gibiler… Bu sahneden sonra zihnimde onlarca soru belirmeye başlıyor… Kent belleğinde önemli bir yer edinmiş ve kent kullanıcısı için birçok anlam içeren yapılar neden yıkılır? Okulum neden yıkıldı? Yapılacak yeni okul binasına aidiyet hissedecek miyim? Derin bir sessizlikten sonra toparlanmaya ve belleğimde var olan okul anılarımla teselli bulmaya çalışıyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve tatlı bir hayale dalıyorum… Okulun bahçe kapısından içeri giriyorum. Bahçede, rengârenk çiçeklerin arasında bulunan kameriyede en sevdiğim arkadaşımla oturup ezberlediğim ilk şiiri hatırlamaya çalışıyorum. Sonra kalkıp bahçede biraz dolaşıyorum, oynadığım oyunlar geliyor aklıma, arkadaşlarımın oyun oynarken söyledikleri tekerlemeleri duyuyorum kulaklarımda… Sonra sanki zil çalmış da derse yetişmem gerekiyormuşçasına okul binasının kapısına doğru yürüyorum, binanın büyük demir kapısından içeri giriyorum ve sol tarafımdaki kütüphaneye yönelip ağaç kokulu eski rafları karıştırmaya başlıyorum. Vakit geçirmeyi çok sevdiğim bu mekân, loş ve sessiz oluşuyla beni dinginleştirmeye başlıyor. Evet, şimdi hazırım! Sakin ve mutlu bir şekilde kapıyı açıp koridora geçiyorum. Sanırım, yeni temizlik yapılmış, koridorun zemini çok parlak görünüyor… Ferah bir koku eşliğinde merdivene yöneliyorum ve basamakları birer birer çıkıp sahanlıkta duruyorum. Sahanlık penceresinden iç mekâna sızan ışık gözlerimi alıyor. Birkaç basamak daha çıkıp sınıfımın olduğu kata geliyorum. Sınıfıma doğru ilerliyorum. Ben, sınıfın ahşap kapısı ve çocukluğum… Şu an çocukluğumla aramdaki tek sınır, kapı eşiği! Kapı eşiğinde durduğumda çocukluğumu görebileceğim. Kapılar, eşikleri sayesinde, sınırları olan mekânların birbirine geçmesini sağlamaz mı zaten? İnsan eşikteyken hangi mekâna ait olduğu belli değildir aslında. Eşikler, mekânların birbirine karıştığı kesiştiği yerlerdir. Tam bunları düşünürken ahşap kapıyı açıyorum ve eşikte duruyorum. Şimdi çocukluğum ve yetişkin halim arasında bir yerdeyim, sınıfa doğru adımımı atıyorum ve çocukluğumu kucaklamaya başlıyorum… Gözlerimi açıyorum ve son kez önümde duran boş alana, okulumun hayaline bakıyorum sonra arkamı dönüp ayaklarımı sürüye sürüye mutsuz bir şekilde oradan uzaklaşıyorum.
Hüzünlü bir halde yürümeye devam ediyor ve başka bir sokağa giriyorum. Şu ana kadar gezdiğim diğer sokaklardan daha farklı bir sokak bu… Sokağın bir yanı, aynı çocukluğumdaki gibi, değişmemiş, tanıdık; diğer yanı yeni ve yabancı. Sokağın girişinde durup her iki cephesini dikkatle inceliyorum. Sokağın bir tarafında bahçeli eski ufak bir ev dururken diğer tarafında büyük yeni bir yapı bloğuyla karşılaşıyorum. Bu durum, sokağın iki köşesi arasında, biri diğerinden farklılaşan tanımlar üretmeme sebep oluyor: yıkım-yeniden inşa, dönüşüm, eski-yeni, tanıdık-yabancı… Sokak boyunca ilerlerken bu tanımlar arasındaki zıtlık daha belirgin olmaya başlıyor. Her adım atışımda şehrin dönüşümünü, eski ve yeni hâli arasındaki farkı ve uyumsuzluğu, sokağın cepheleri üzerinden, okumaya başlıyorum. Sokağın bir yanı, şehrin geleneğine uygun inşa edilen eski küçük sevimli evlerin diziliminden oluşmuşken diğer yanı bu dokudan tamamen farklılaşan kocaman ve yeni yapı bloklarından oluşuyor. Eski dokunun var olmaya devam ettiği sokak cephesine bakıyorum: Evet, bu benim bildiğim tanıdığım sokak! Bu şehre ait olan… Sokağın bu cephesinde dikkatimi en çok çeken şey bahçeler oluyor. Burada yaşayanların yaşam alışkanlıklarına göre şekillenen bahçeler… Her evin bir bahçesi var. Bu bahçelerin kullanım amaçları birbirinden farklılaşabiliyor. Kimi kent sakinleri, hayvancılıkla uğraştığı için bununla ilgili araç-gereçleri koyuyor bahçeye. Kimi, bitki yetiştirmek için kullanıyor bahçeyi. Kimi için ise apayrı bir anlam ifade ediyor bahçe: sıcacık çayını yudumlarken eşi dostuyla samimi bir sohbete daldığı, nefes aldığı yer… Benim için ise çok daha farklı bir anlamı var bahçenin… Rengârenk güllerin ve mis kokulu ağaçların yetiştiği; çocukluğumda bu güllerin ve ağaçların arasında arkadaşlarımla envaiçeşit oyunlar oynadığım yer… Özlediğim bu şehrin eski dokusunu biraz daha inceliyorum. Burada yaşayanların yaşam alışkanlıklarını ve şehrin sosyal yapısını gözlemliyorum. Çocuklar oyunlar oynuyor; babaanneler, dedeler bahçelerinde oturmuş sohbet ediyor, kır saçlı bir amca bahçesindeki çiçekleri suluyor, bir teyze komşusuna tandırda ekmek yapmayı öğretiyor. Yani burada sokak, tıpkı çocukluğumdaki gibi, şehrin kültürünü yansıtan ve yaşayan bir canlı, sadece geçilen bir yol değil… Bütün bunları izlerken, doğduğum şehrin kimliği haline gelmiş değerlere yaklaştığımı hissediyorum. Belleğimde var olan kent bağlamı canlanmaya başlıyor. Bu şehirde yaşadığım anıları daha net hatırlamaya başlıyorum. Çocukluk anılarım; eski bir plaktan yükselen cızırtılı ama bir o kadar da neşeli bir ezgi gibi kulaklarımda çınlıyor, beni en masum yanımdan yakalıyor ve aidiyet duygumu pekiştiriyor… Onca sokak dolaştıktan sonra, biraz olsun, çocukluğumun şehrinin izlerini, sokağın tek cephesinde de olsa, yakalayabilmiş olmanın mutluluğuna dalıyorum… Başımı sokağın diğer cephesine çevirmemle bu tatlı histen uzaklaşmaya başlıyorum… Bu cephede, beni yeni ve farklı bir tablo karşılıyor. Bu birkaç sokak önce dolaştığım ve içinde neredeyse kaybolmak üzere olduğum o dokunun aynısı! Yine o karmaşık hisler yakalıyor beni… Birbirini tekrar eden yapılar… İri, renksiz… Üstelik bahçeleri de yok. Bu kocaman binaların arasında tek tük yeşil alanlar var… Oysa ne kadar önemliydi bahçe, bu şehrin insanı için. Acaba nerede yetiştiriyorlar o mis kokulu gülleri, gölgesinde oyunlar oynadığımız ağaçları? Nerede gerçekleştiriyorlar dostlarıyla kalabalık ve bol kahkahalı yaz akşamı sohbetlerini? Sahi, hayvancılıkla uğraşanlar ne yapıyor, nereye koyuyorlar gerekli araç gereçleri? Bütün bunları düşünürken cevaplar karşımda belirmeye başlıyor: Bu yeni binaların içinde eski yaşam alışkanlıklarıyla yaşamaya çalışan insanlar… Hayvancılıkla uğraşmaya devam edenlerin, binaların arasına gelişigüzel koyduğu araç gereçler… Binalar arasında belirlenen küçük yeşil alanlar yeterli olmadığından bitki yetiştirmek isteyenlerin kurduğu derme çatma bahçeler… Bu yeni yapılaşmanın içinde eski sokak kültürüne dair izlere de rastlıyorum, az ileride iki binanın arasında ufak bir tandır karşılıyor beni… Sokağın sonuna doğru yaklaştığımda, bu sokağın bende uyandırdığı düşünceler netleşiyor: Bir sokak, iki ayrı yaşam, iki ayrı bağlam, yok olan-var olan, geleneksel-modern, eski-yeni, yeninin içinde eskinin izleri… Sonra şunu fark ediyorum. Mekânsal olarak eski-yeni diye keskin bir ayrım olsa da eski yaşam alışkanlıklarının yeninin içine sızması farklı bir tanım üretmeye başlıyor. Artık ne tamamen eski ne de tamamen yeni ama bu ikisinin birbiri ile kesiştiği bambaşka bir bağlam var bu şehirde… Yorulduğumu hissediyorum ve eve gitmeye karar veriyorum.
Eve doğru yol alırken gözlerim hâlâ yeni yapıları inceliyor, zihnim ise sadece bana ait olan içinde çocukluk anılarımı sakladığım bir bağlam kurguluyor… Kendimi biraz arafta hissediyorum… Doğduğum şehrin bağlamı, belleğimde var olan ve özlem duyduğum eski hâli ile dönüşüm yaşamış yeni hâli arasında bir ara kesitte yeniden şekilleniyor.
Eve varmak üzereyken, düşündüğüm ve merak ettiğim tek bir şey var artık. Aidiyet hissettiğim bu şehirde oluşan yeni bağlamda; eski yaşam alışkanlıkları var olmaya devam mı edecek yoksa; zamanla, eski yaşam alışkanlıkları yeni mekânsal formlara göre evrilip yok mu olacak?
***
Görsel: Nurşin Kavak