Yalnızca şiir ve edebiyatın değil, sanatın, estetiğin ve düşünüş biçimlerinin modern miladı Charles Baudelaire’in 200. yaş gününde (09.04.2021) yazılan bu satırlar, Kötülük Çiçekleri’nden çağlayan, çağımızın ilk nouvella vague’ının* Türkiye’deki kucaklayıcılarından, yeni baştan yaratıcılarından, baştankaralarından Leylâ Erbil’in ilk büyük yapıtı Hallaç için deneniyor. Denenmekten başka çaresi olmayan bu nenler, Erbil’in ilk öyküsü Uğraşsız’a da ev sahipliği yapan 1959 tarihli kitabın ayakları yere basmayı tercih etmeyen uçarı hafifliği karşısında alenen çaresizleşiyor.
Hallaç bir öykü kitabı mı, anı mı, anlatı mı? Mnemosyne’i bile emekliye sevk edecek şekilde, bir bakıma akılda kalması imkânsız olay örgülerinin pekâlâ olay bile olmayabilecekleriyle yüzleşme cesaretini gösteren okur için Hallaç tarihsiz/tarifsiz bir vaziyette. Yayım tarihi bilinmeden rehbersiz kat edildiğinde her daim yeninin ve avangardın hanesine yazılabilecek içerik ve biçiminin, yazar adı bilinmeden körebe okuyuşunda ise, aşağılık kompleksimizin aşılmazlığıyla güneş batışına doğru konumlanmış uluslara işaretlenmesi içten bile değil.
Hallaç’ın, Samuel Beckett’e ait “hiçbir şey, hiçbir şeyden daha gerçek değildir” aforizmasıyla başlayan birinci bölümü olmasaydı bir önceki paragrafın asparagasını atıp tutmak mümkün olur muydu? Bilinç akışının akıcılaştırdığı madde ve zamanın peşinde noktalama işaretlerini kaybederken kaybolan okur bilincinin devinimi, gündüz düşüne davetiye, karabasana reddiye sanki. Kırmalar adlı üçüncü bölümde kavramları lime lime eden Erbil, kapanış öyküsü Bay Suret ile, bir bakıma Voltaire’in Candide ya da İyimserlik’ini çağrıştıracak şekilde saf/salaklık eleştirisi izleri taşımasına rağmen gölgeli anlatımıyla bilinç katmanlarına nüfuz ediyor, gölgelese de duyumsatıyor. Ki duyumsatma fiili, Hallaç’ın hatırlanması güç salınımları, *yeni dalga’yı köpürten/erinçleştiren Erbil’in belleklere iliştirdiği tortuları imliyor. Kitabın Sait Faik’e adanan ve okuru daha az afallatacak biçimcilik içeren ikinci bölümü ise on yıllar boyunca ısrarla toplumcu edebiyat karşısında tu kaka edilerek bireycilikle suçlanan kalemlerin düeti, flörtü gibi okunabileceği gibi, Erbil’in 1970’lerin Türkiye İşçi Partisi sürecinden başlayarak insan hakları ve sosyalizm başlıklarının altını nasıl doldurduğu akla geldiğinde Ortodoksların algılarının yetmediği yan anlamları işitilir kılıyor.
Çağdaş Türk edebiyatının asrilik katsayısı yüksek yapıtı Hallaç ile Leylâ Erbil, estetik modernizmin Türkiye’deki sayılı patikalarından birini haritalıyor. Tüm bu biriciklik, biçimcilik, zaman ve mekândan arınmış öncülük, yazarın ödül mekanizmalarını görmezden gelişinin hırssız meydan okumasıyla örtüşünce, hayal gücünün özerk ufkuna seyre dalmak özgürleştirici bir etki taşıyor. Zaten estetik modernite de bir bakıma tam olarak bu değil mi?