26 Ekim 2020 sabahı, Tüm Türkiye’de aynı anda elektrik kesiliyor. Ülkenin en büyük kentinin bir mahallesindeyiz. Gündüz hayat bir şekilde devam ediyor ama geceye doğru kaos başlıyor. Herkes sokakta, korkuyla bir yerlere kaçabilme derdinde. O güne dek çeşitli nedenlerden kaynaklı zaten tedirginlikle yaşayan insanların artık can güvenlikleri de yok. Her sokak başında polisler var. Karanlık kesifleşiyor…
Hayata tutunmaya çalışan bir grup genç kadını odağına alan ve distopya sözcüğünün tam karşılığı olan Yeni Türkiye’nin “biraz daha” olağandışıbir gününün hikâyesi olarak özetlenebilecek, Azra Deniz Okyay imzalı Hayaletler filmi; 2020 sonbaharında, 77. Venedik ve 36. Varşova Film Festivallerinde iki büyük ödül aldı. Ayrıca aynı dönemde düzenlenen 57. Altın Portakal’da da en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo gibi büyük ödüllerin hepsini kazandı.
Azra Deniz Okyay, Antalya’daki ödül konuşmasında, kadın olduğu için sektörde epeyce zorluk çektiğini, iş alamadığını dile getirmişti. Henüz 2010’lu yıllarda piyasaya çıkan yeni pek çok erkek sinemacı, daha ikinci üçüncü filmlerinde kendilerini tekrarlamaya başlamışken, yazma yeteneği de olan genç bir kadın yönetmeni tanımak elbette ki sevindirici. Ama bunun iyi film yapmaya tek yeter koşul olmadığını da birileri söylemeli herhalde.
Biçimsel özellikleri ile epeyce konuşulan, dinamik kurgusuyla da beğenilen Hayaletler; video art ile ilgilenen, ayrıca kısa film ve belgesel çalışmaları da olan Okyay’ın tüm bu uğraşlarının izlerini taşıyor. Hiçbir yerden fonlanmadan, kısıtlı olanaklarla, çekimleri 17 günde tamamlanan filmin deneysel gibi görünen özelliklerinin, bazı mecburiyetlerden kaynaklandığı da ortada.
Yönetmeninin, ne anlatmak istediğini açıkça söylediği bir film Hayaletler. Bu ise sanıldığından çok daha önemli. Zira alegori yapıyorum diyerek karnından konuşan, tepenin ardına da bu yanına da göz kırpan, tavuk patlatıp kelebek uçuran, hep küçük şeylerle uğraşan yönetmenlerin el üstünde tutulduğu bugünlerde; başka bir Türkiye gibi başka bir sinemanın da mümkün olduğunu düşünen seyirciler, düzenle “öyle ya da böyle” derdi olan ve bunu dile getirmekten kaçınmayan genç sinemacıların nicedir yolunu gözlüyor, filmlerini bekliyorlar.
Fakat Okyay’ın yapıtı, bu boşlukta yitip gitmese bile bu boşluğu tek bir filmin yapabileceği kadarıyla da olsa dolduramıyor. Bunun nedenleri muhtelif… Teknik olarak filmin anlatısına yöneltilebilecek eleştirilerden en önemlisi, hikâyedeki yığılma veya daha doğrusu bu yığılmayı anlamlı kılacak derinlikten yoksunluk. Yeni Türkiye denince hemen akıllara gelen; Suriyeli sığınmacılar, kadınların mağduriyetleri, yaşam tarzlarına müdahaleler, ilkesizlik, yağmacılık, saldırgan muhafazakârlık, yoksulluk vb. başlıklarla ilgili pek çok ama altı doldurulamayan değini var Hayaletler’de.
“Filmde takip edilen dört ana karakterin temsilî konumlanışlarıyla da çetrefilli hâle gelen bir mevzu bu. Senaryoda temsiliyet saikleriyle konumlandırıldıkları, o niyetle yazıldıkları biraz fazla açık olan karakterlerin birbirine dramatik olmaktan ziyade retorik bir zeminde bağlanmaları bu karakterlerin ve genel olarak anlatının bazı sembolik yüzeylerde asılı kalmasına neden oluyor.” (Ekrem Buğra Büte, Hayaletler: Tuhaf Zamanları Anlatmak, Altyazı.net, 17 Nisan 2021)
İşin bu tarafındaki eksiklik çözülmeyecek bir sorun değil. Ancak muhalif sinemacılarımızın ve dahi genel olarak sanatçılarımızın pek çoğunun taşıdıkları ve eserlerine de sızan “yanlış bilinç”, bence ele alınması gereken asıl konuyu oluşturuyor.
Hayaletler’de; feministler, farklı cinsel yönelime sahip bireyler, sevgilisiyle özgürce beraber olmak isteyen genç kadınlar, kamusal alanlardaki bazı kısıtlamalara tahammül edemeyen gençler (kentsel dönüşüm, yoksulluk gibi ekonomi-politiğin alanına giren konular “fon” yapılarak) özellikle öne çıkarılıyor. Yeni Türkiye’de bunların maruz kaldığı olumsuzluklar söz konusu ediliyor… Bunda, kâğıt üzerinde, elbette bir sorun yok.
Ancak seksenli yıllarda başlayan, doksanlarda durağanlaşsa da 2002’den sonra bir dinci-piyasacı partinin öncülüğünde dizginsizleşen, yerli ve millî gericilikle tahkim edilmiş neoliberalizasyon sürecinin politik ve kültürel alanlardaki sonucu olanbaskıların; kimliklerin ve yaşam tarzlarının, erkek zihniyetli ceberut devlete karşı savunusu üzerinden göğüslenebileceğine yönelik ön ve yanlış kabul, bu filmde de karşımıza çıkıyor ve filmin anlatısına, solu ve solcuları son otuz yılda tüketen, malum sivil toplumcu ezberlerin gölgesi düşüyor.
Dünyanın her yerinde, yeni sağ ideolojinin muhafazakâr ve liberal öznelerinin en önemli başarıları, karşıtlarını dar alanlara hapsederek onlara oyunu kendi kuralları ile oynatmalarıdır. Türkiye’de muhalif denilen grupların neden bir araya gelemediğinin yanıtı da zaten burada gizli.
Kabul edilsin ya da edilmesin; bugün etnik, cinsel, mezhepsel olarak birbirine hiç benzemeyen insanların tek ortak paydaları; üretim süreçlerindeki rolleri, üretim araçlarıyla ilgili mülkiyet konumları, özetle mensup oldukları sınıf. Hal bu iken, yaşamlarını emeklerini satarak sürdürmek durumundaki milyonlarca insanın -en azından bunların en bilinçlilerinin- kendilerini sömüren bir avuç parazite karşı bir araya gelmemek için bunca bahane üretmesinin mazur görülebilecek hiçbir tarafı yok.
Azra Deniz Okyay, bir röportajında, “Korospular” adlı müzik grubunun filminde yer almasının kendisi için önemini anlatıyor mesela. Koro ve orospu sözcüklerinden türetilmiş bir yok kelimeyle kendilerini ifade eden “kuir ve feminist” bireylerin, yeni Türkiye karanlığına karşı ne gibi bir “ışık” taşıdığını ben kendi adıma anlayamadım. İlgili grupların yaşam, eylem, ifade hakkına saygılıyım elbette ama filmde ince sazlar eşliğinde söylenen “Bu orospular susmayacaklar” şarkısına da el çırparak neşeyle eşlik edemiyorum. Edemediğim gibi ortada bir “önem” falan da göremiyorum.
Yakın zamanda başlayan ve büyüyen Boğaziçi protestoları, üniversiteli gençlerin yaratıcılıkları sayesinde bir anda hepimizi heyecanlandırdı. Sonra? Okul yerleşkesi St. Pauli tribününe döndü. Gündüzleri yedi renkli bayraklar heyecanla sallanırken, akşamları sosyal medya denilen çöplükte bazı gençler, “direnişe destek adına” donlu sutyenli fotoğraflarını paylaşmaya başladılar. Buna itiraz eden bazı solcularsa “başka bazı solcularca” eski kafalılıkla suçlanıp susturuldular! Bu nasıl bir komedidir? (Bkz. Güneş Gümüş, Meme-Popo Muhalefeti ve Solun İflası, Sosyalist Gündem, 24 Şubat 2021)
Kimlikçi yeni sol ideoloji, artık anlaşılmalı, yeni sağın karşıtı değil bütünleyenidir. Filmde gördüğümüz için söylüyorum: Cami manzaralı muhitte bira içmek, mahallenin parkında dans etmek, sevgiliyle yol ortasında öpüşmek, istenildiği vakit istenilen erkekle sevişmek kişisel tercihlerdir. Bunların hiçbiri suç teşkil etmez. Ancak bu eylemler, Türkiye’nin üzerine çöken karanlığı ışıtmaz. Sömürüyü azaltmaz. Gençleri, kadınları, azınlıkları, eşcinselleri özgürleştirmez.
Bir parantez; muhalif yazar, yönetmenlerin son iki üç yıldaki Suriyeli merakı da takdire şayan (!) Ortada büyük bir dram var evet ama bunun nedenlerine ilişkin tek söz etmeden, iki tane gariban sığınmacının üzerinden, çoğu zaman depolitizmi besleyen “sanatçı duyarlılıkları”nı üstümüze boca etmekten ne zaman sıkılacaklar acaba bu kişiler?
Tabii buraya bir günde gelinmediğini de ekleyelim. Z kuşağı bir kenarda dursun, bizler gibi Azra Deniz Okyay’ın da mensubu olduğu, 12 Eylül sonrası kuşaklara “aklı başında” hiç kimse öncülük etmedi. Teorik olarak sınıfta ve sosyalizmde ısrarı sürdüren bazı gruplar vardı evet ama onlar da siyaset yapma yeteneğinden yoksunlardı. Ortalıkta solcu, devrimci sıfatıyla gevezelik edenlerse ideolojileriyle birlikte değerlerini de çoktan yitirmişlerdi…
Bizlere solcu önder diye ÖDP’li post-Marksistleri, solcu gazete diye Radikal’i, solcu yönetmen diye Yeşim Ustaoğlu’nu işaret ettiler. Bu bir sınavdı ve maalesef pek azımız buna reddiye sunup tarihsel süreklilik içerisinde doğru yolu bulabildi. Bu yüzden işte, artistik yetenekleri aşikâr olan genç arkadaşlarımız, siyaseten çıkmaz sokaklarda kayboluyorlar. Üzüntümüzün ve hırçınlığımızın nedeni budur.
Bağlarken şunu söyleyeyim: Akademide yuvalanan, turuncu mecmualarda sık sık kalem oynatan, lobilerle içli dışlı ama solculuktan da geri kalmayan “tip”ler var ülkemizde. Popüler kültüre hayranlığını Gramsci’nin tezlerini tahrif ederek gizleyen ve mevzi, mücadele, hegemonya laflarıyla süslediği cümlelerle Marksçılık oynayan bu kimseler; sadece sanat yapıtları ile mevcut sisteme bir alternatif oluşturulabileceğini iddia ediyor, sınıftan kaçışlarını böyle gizlemeye çalışıyorlar. Oysaki ideolojik savaşım, onu güçlü kılacak politik akılla, konumuz açısından söylersek, bazıları yukarıda anılan diğer tüm ezilenlerle beraber elbette, işçi sınıfının iktidarı hedefiyle yürütülebilir. Bu, usulde değil ama esasta, tartışmaya kapalı bir konudur. (Ercan Kesal, Gülse Birsel’le aynı filmden aynı gerekçelerle hoşlanıyor olabilir. Ben hoşlanmam.)
Son olarak, eklememde yarar var; başlıktaki ifade, filmin tümden önemsizliğine değil, yönetmeninin bir röportajındaki cümlelerine gönderme. Okyay, filmin adını, öyküdeki karakterlerin varla yok arasında olmalarından yola çıkarak koyduğunu söylüyor zira.
Doların ve şeriatın, farklı tondan yeşilleri ile kararan gecelerimiz, hayaletlerin ellerindeki akıllı telefonların ölgün ışıklarıyla değil, hayal etmekten vazgeçmeyenlerin taşıdıkları kızıl meşalelerle aydınlanabilir ancak. Sokakta, okulda, fabrikada ve beyaz perdede…