Ülkemizdeki bütün önemli politik olayları, sınıf mücadeleleri üzerinden değil de ceberut devlet dedikleri soyut bir kavramı özneleştirerek ve sözüm ona bu öznenin demokrasi düşmanlığından dem vurarak okuyan; sol içerisinde, özellikle 12 Eylül yıkımının ardından maalesef hayli etkili olan sivil toplumcu sapmanın temsilcilerinin yaygınlaştırdığı iddialardan sadece biridir; içinde askerlerin bulunduğu her eylemin darbe sayılması ve bu darbe denilenin yöneldiği siyasî grubunkoşulsuzca savunulması gerekliliği.
Bunlara göre; Türkiye’de burjuvazi ve proletaryanın olmaması, kendini bu ülkenin sahibi zanneden askerlerin özellikle mütedeyyin kitlelere düşmanca yaklaşması, halka tepeden bakan bir grup Batıcı despotun demokrasi kültürünü içselleştirememesi gibi nedenlerle, çok partili yaşam darbelerle sürekli kesintiye uğramıştır…
Haksız çıkmamak için, devleti paylaşamayıp birbirine düşen iki İslamcı fraksiyonun 15 Temmuz dalaşmasının ardında dahi Ergenekoncu arayacak kadar kendini küçülten bu “solcu”lar artık sadece mide bulandırıyor ama asıl üzücü olan; bu lafızların, iktidara ulaştıkları her dönemde muarızlarına zulmeden fakat yine de kendilerini mağdur gösterebilen ikiyüzlü yobazların da “kadayıfın altı kızarana kadar” ağızlarından düşmemesi ve bu zırvalar sayesinde kendileri adına bir politik meşruiyet üretebilmeleridir.
Sınıfsal aklı henüz yitmemiş, her şeye rağmen sosyalizmde ısrar ediyor olan az sayıda bireyin-grubun, bu düşünsel çamura bulaşmamak için yapması gereken, evvela, bu “askerî darbe”ler bahsinde kendi teorik-politik analizlerini üretmesi ve cesurca savunabilmesidir. Bu bağlamda; “seçilmiş politikacılar-darbeci ordu” ikilemine sıkıştırılıp farklı bir tez öne süren herkesin mahkûm edildiği bu konuyla ilgili dile getirilebilecek ilk şeyse, askerlerin sahneye çıktığı her süreçte, ülkemizdeki sermaye birikim modelinin revize edildiği olmalıdır.
Yoksul ve cahil bırakılan halkın ilkel güdülerini, dincilik ve milliyetçilik soslu söylemlerle oya dönüştüren ve bu sayede ülkemizin değerlerini küresel kapitalizme gümüş tepsiyle sunan bezirgânların, Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisinde somutlaşan “Demokrat Parti zihniyeti”ni daha da çirkinleştirerek sürdürdüğü bugünlerde; onlara ve de 2010’da yenilenen, sinirleri alınıp yumuşacık yapılan CHP’nin genel başkanına, hatta pek çok sosyaliste göre, 27 Mayıs da herhangi askerî bir darbedir…
Ancak, bu gevezeliklerin bizim için bir değeri yoktur. Askerlerin öncülüğünde yapılan politik bir eylemin, siyasî literatürde adı ve anlamı ne olursa olsun; 1960 müdahalesi, öncesine ve sonrasına bakılmadan sivil toplumcu ezberlerle anılamaz ve analiz edilemez.
Bu vesile ile dikta heveslisi Demokrat Partililerin vukuatlarına kısaca göz atmak; ama önce, DP’yi var eden dönemsel koşullara değinmek gerekir.
Korkut Boratav’ın kaleme aldığı ilgili kitap bölümünden özetlersek: Dünyadaki ekonomik gelişmelerle yakından ilintili olarak, genç Cumhuriyet, 1930’ların başından itibaren kapalı, korumacı ekonomi politikalarını tercih etti. Bu sayede, 1946’ya kadar, devletin hiç açığı oluşmadı. Hatta o sene 100 milyon dolar dış ticaret fazlası vardı. Ancak, 2. Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından Soğuk Savaş konsepti devreye girdi ve CHP’nin yönettiği Türkiye de tercihini “hür dünya”dan yana yaptı.
1946’daki ilk büyük devalüasyon ile Türk lirası dolar karşısında değersizleştirildi. 1947’de IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadî İşbirliği Örgütü’ne üye olundu. Yabancı sermayenin ülkeye girişinin kolaylaştırıldığı, uluslararası ticaretin serbestleştirildiği, ithalat ve ihracat arasındaki dengesizliği artıran ama büyümeyi de beraberinde getirdiğinden bir dönem bolluk yaratan (1946-1953 arasında uygulanan) yeni ekonomi yönelimi nedeniyle Türkiye; 500 milyon dolar dış ticaret açığı olan, Truman doktrini ve Marshall planı kapsamındaki yardımlarla ancak ayakta kalabilen, ABD’ye bağımlı bir ülkeye dönüştü. (Türkiye Tarihi 4: Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, 2013)
CHP’nin açtığı yoldan ilerleyen DP, bu yedi yılın ardından yeni arayışlara meyletse de çıkış olanağını yavaş yavaş yitiriyordu. 1953 sonrasında gündeme gelen devletçi politikalar da elbette halka değil özel sektöre kaynak aktarımından ibaretti. Yarım yamalak da olsa tarım sektöründeki modernizasyon kol emeğini gereksizleştiriyor, bu yüzden köyden kente göç başlıyor, işsizlik sorunu ortaya çıkıyor; öte yandan ABD’den ithal, üretim fazlası ikinci sınıf gıda malları çok ucuz olduğundan ve bu nedenle iç pazarda çokça tercih edildiğinden, DP’nin doğal tabanı sayılan köylülerin ürettikleri, sağ popülizm gereği devletçe yüksek fiyatlardan satın alınıyor, bunun sonucunda devamlı para basma veya dışarıya borçlanma mecburiyeti doğuyordu… Başka seçeneği de zaten kalmayan DP, 1958’de, IMF’nin oldukça ağır şartlar içeren “istikrar programı”nı kabul etti. On yıllık iktidarının sonuna geldiğini sezen Adnan Menderes, devrilmeden hemen önce SSCB ile yakınlaşmayı düşünecek kadar çaresizdi.
DP önderleri, bu bataklıkta çırpınırken, çıkarları tarım ve ticaret burjuvazisi ile çelişen, dahası “Demokrat Parti zihniyeti”nin tam olarak kapsayamadığı sanayi burjuvazisi kent merkezlerinde yavaş yavaş güçleniyordu… Ve 27 Mayıs analizlerinin merkezinde yer alması gereken de bu olguydu.
Menderes’lerin devrini sonlandıran ihtilal “basit bir askerî darbe olmaktan uzak, bir burjuva hareketidir. 27 Mayıs’ın ortaya çıkışında, Türkiye’de kapitalizmin artan çelişkileri önemli bir rol oynuyor. 27 Mayıs ile başlayan dönemde yeni kurumsal yapı ve yeni toplumsal hedeflere, Türkiye’de sanayi kapitalizmi rengini ve damgasını vuruyor… 27 Mayıs, Türkiye kapitalizminin, pazar ve realizasyon sorunlarına yurt içinde çözüm arayan bir dönemin başlangıcı oldu.” (Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 3, Salyangoz Yayınları, 2007)
Tabii bu görüşler, bir grup askerin toplanıp “burjuvazinin pazar realizasyonunu çözmek için” ihtilal yaptığını iddia etmek anlamına gelmez. “Kriz dönemlerinde devleti kurtarmak için öne çıkmak”, Osmanlı-Türk asker ve sivil bürokrasisinde bir gelenektir. Ama bu “öne çıkış”ın karakteri, ancak, dönemin ekonomi-politiği ile anlaşılabilir. Sınıfsal pozisyonları, ideolojik konumlanışları, siyasal söylemleri ne olursa olsun; 27 Mayısçıların müdahalesinin, ancak, çöken birikim modelinin yerine yenisinin konmasının zamanı geldiğinde yapılabilmesi tesadüf değildir.
Özetle söylemek gerekirse, 27 Mayıs; yine kapitalizm içinde kalınarak, dünyanın geri kalanıyla iktisadî ve siyasî bağımlılık ilişkilerinin kesilmediği ama ulusal ve planlı bir kalkınmanın da hedeflendiği, devlet işletmelerinin ve özel sektörün birlikte var edilmeye çalışıldığı, yeni bir ekonomik modelin önünü açan eylemdir.
27 Mayıs’ın ardından; bir uzmanlar grubunca hazırlanan ve güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, cumhurbaşkanının tarafsızlığı, akademinin ve TRT’nin özerkliği, sendika ve grev hakkı, dernek kurma özgürlüğü, çift meclis, anayasa mahkemesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi… gibi başlıkları politik yaşama sokan, dönemine göre dahası bugüne kıyasla bile “özgürlükçü” olan 1961 Anayasası ise, yukarıdaki modelin üstyapıdaki karşılığı olan temel metindir.
Demokrat Parti’nin, on yıllık iktidarının ilk gününden itibaren, yandaşları dışında kalan her kesime aralıksız baskı ve şiddet uygulaması, 27 Mayıs’ın, kendiliğinden bir toplumsal rıza ve sevinç ile karşılanması sonucunu doğurmuştur. Bu da gayet anlaşılırdır… 28 Nisan 1960’ta DP’nin polislerince katledilen Turan Emeksiz’in, dizeleriyle onu geleceğe taşıyan Enver Gökçe’nin, 555 K’nin yazarı olan Cemal Süreya’nın, Menderes’e “İnsan olan vatanını satar mı?” diye soran Nazım Hikmet’in, 1961 Anayasası’nı Morison Süleyman’a karşı savunmak için eylemler yapan ‘68 kuşağına mensup devrimcilerin yolundan yürüyenler için bu konu nettir.
27 Mayıs’ın ertesi günü “Anayasa Ön Projesi Hazırlama Komisyonu” adıyla toplanan akademisyenler heyetinin DP dönemine dair ilk raporunda; “Hukukun siyasi gücün eline geçerek gerçek vasfını kaybettiği, devletin ihtiras ve nüfuz alanı haline getirildiği, kurumların partizanlaştırıldığı, ordu-üniversite-adliye ve baroların geri plana itildiği, iktidarın kendi polisini oluşturduğu ve her ortamda bunu zulüm aracı olarak kullandığı, vatandaşa, muhalefete ve basına baskıların had safhada olduğu, hak ve hukukla alakasını kesen iktidar zümresinin devleti menfaat alanı haline getirdiği, hükümet ve iktidar partisinin anayasaya aykırı çıkardığı kanunlar ile kurumları ve halkı birbirine düşürerek meşruiyetini kaybettiği, milleti temsil etmesi gereken TBMM’nin şahıs ve zümre menfaatine hizmet eder hale dönüştürüldüğü” ifade edilir. (Metin İlhan, Demokrat Parti İktidarının Son Ayı ve Tarihi Mektup, Akademi Titiz Yayınları, 2016)
Ezanı tekrar Arapça okutmaya başlayan, Halkevleri’ni ve Köy Enstitüleri’ni kapatan, CHP’nin taşınmazlara el koyan, muhalif gazetecilere kan kusturan, İsmet Paşa’ya defalarca saldırı düzenleten, 6-7 Eylül olaylarını tertipleyip iş çığırından çıkınca suçu komünistlere yükleyen, Said-i Kürdî adlı mürteciyi el üstünde tutan, Necip Fazıl gibi tetikçileri kamu kaynaklarıyla besleyip semirten, yurttaşları fişleyen, devlet radyosunu propaganda aracı yapan, vatan toprağının ABD üsleriyle dolmasına sebep olan, Türk askerini Kore’de kırdıran, örtülü ödeneği talan eden, rüşvet ve iltiması sıradanlaştıran… Demokrat Parti’nin varlığı tarihten silindi ama “Demokrat Parti zihniyeti” maalesef iktidardan hiç inmedi.
Bu sebeple, o on yıllık istibdattan bahsetmek bugünlerde bile çok zor; bunu edebiyata, televizyona, beyaz perdeye taşımak da öyle elbette. O yüzden, Mirgün Cabas’ın bir kitabına verdiği adla, “Eski Türkiye’nin Son Yılı”nda yani 2001’de çekilen, Semir Aslanyürek imzalı Şellale filmi bizim içim oldukça kıymetlidir.
Antakya’da doğup büyüyen, Suriye’de Tıp eğitimi alırken bir burs kazanarak gittiği Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nde okuyan Aslanyürek, aslında Şellale’yi bitirme projesi olarak tasarlar; uygun şelale orada olduğu için Azerbaycan’a gider ama filmi o dönem (1985-86) çeşitli nedenlerden ötürü çekemez.
Bu süreci şöyle anlatır: “Başımıza gelmeyen kalmadı. Sanırım o zamanki Sovyetler Birliği’nin yapısının çok büyük etkisi vardı yaşadıklarımızda. Bir de SSCB’de Azerbaycan’ın çok özel bir durumu vardı. Benim gittiğim, gördüğüm Azerbaycan’da çalışan kimse yoktu. Belki bana öyle geldi. Ama filmi yapmak için çok kaldım orada, dört ay debelendik. İlk gittiğimde gerçekten çok iyi karşıladılar beni. Filmin bütçesini de devlet vermiş. Mekân bulmamız için bakanlık arabası bile verdiler. Gösterilen ilgi inanılmazdı. Ama gittiğim ilk 1,5 ay hiçbir şey yapamadım. Sadece evden eve, restorandan restorana dolaştırıldım. Yemek, içmek, sarhoş olmak ve eğlenmek… Ancak 1,5 ay sonra kendime gelebildim. Ben Hazar Denizi kenarında sızıyorum, ayıldığımda bakıyorum ki başka bir yerde yemeğe oturmuş, içki içiyorum. Sonunda diploma projesi olarak ‘Şellale’yi çekemedim.”
Türkiye’ye geldikten sonra da sinema alanında akademik kariyeri başlar yönetmenin. Bu yüzden Şellale biraz gecikmiş bir çalışmadır, Aslanyürek’in filmografisinde.
7 Temmuz 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan, Özlem Altınok’un Semir Aslanyürek’le filme dair yaptığı söyleşinin başlığı “Suya yazılan kırık bir öykü…”dür. Yönetmen burada şunları söyler: “Filmde yer alan olayların çoğu birebir yaşadığım şeyler. Şellale ise bir amaç yüzünden yeniden yaratılan bir özümseme. Hayatımın en önemli yıllarını, çocukluğumun asla unutamayacağı kareleri burada yaşadım. Mesela kardeşimin yandığı sahneyi çekerken bir köşeye saklanıp ağladım ben. Ve aslında amcam ve babam barışmadı, birbirleriyle konuşmadan öldüler. Benim rüyamdı onları kardeş gibi görmek ve bu filmde barıştılar.”
Arapçada sıcak yer anlamına gelen Harbiye’de çekilen film, yönetmenin söylediği üzere, partileri nedeniyle birbirlerine küsen, birbirlerini görmemek için evlerinin arasına duvar ören iki kardeşin öyküsüdür. Merkezine bu olayı alan eser, Amerikancı DP’nin uygulamalarının toplumsal, politik, gündelik yaşamdaki izdüşümlerini de seyirciye aktarır. Öğrencilerine zorla Amerikan sütü içirmeye, öğretmen arkadaşlarını komünist oldukları iddiasıyla ezmeye çalışan muhbir okul müdürü; müşterilerine kedi eti yedirmekten beis duymayan kasap; halkın gözünün içine baka baka yalan söyleyen bürokratlar ve siyasetçiler; aşağılanmaktan adeta haz alan sıradan yurttaşlar incelikli bir hicivle sunulurlar Şellale’de.
Filmdeki, kimseden sözünü esirgemeyen, dükkânında boğma rakı içip ney üfleyen, yarı deli berber Kel Selim karakteri ise ayrıca anılmayı hak eder. Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı, çekmecesinde J. Stalin fotoğrafı saklayan Kel Selim, komünist bir yurtseverle dünya malından elini eteğini çekmiş, marjinal sûfiliğe meyletmiş bir Anadolu dervişinin adeta birleşimidir.
Filmde, halkın rüyalarını, hayallerini anlattığı şelale, DP’lilerce, önemli bir icraat yapılacağı iddiasıyla dinamitlenir. Ancak bu eylem şelaleye zarar verir, su kesilir. (Bu dinamitleme ve tahrip olayı ise gerçektir. İlerleyen yıllarda, Demirel döneminde yaşanmıştır.) Şelale ancak 27 Mayıs’tan sonra yeniden gürüldemeye başlar… Bu metafor ise, aslına bakılırsa ilk kısmıyla yani DP’nin ülkenin kaynaklarına verdiği zarar yönüyle gerçeğe fazlasıyla yakındır. Gerici hükümetin, çoğunlukla büyük toprak ağalarına yarayan, kamu arazilerini tarıma açma ve köylüleri ormanlarda hayvan otlatmaya teşvik etme politikaları ile doğa yıkıma uğratılır; ormanlar azalır, akarsular kurur. (Seçil Karal Akgün, 27 Mayıs: Bir İhtilal Bir Devrim Bir Anayasa, ODTÜ Yayıncılık, 2009)
Ülkenin ırmaklarının, derelerinin, taşının toprağının yağmalandığı, daha önemlisi insanlarının bilinçlerinin iğdiş edildiği DP döneminin son günlerinin anlatıldığı Şellale “çok farklı, seyri sabır ve özen isteyen, ama sonunda insanı ödüllendiren bir yapım, çok farklı duyarlılıklarla kotarılmış bir film…”dir. (Atilla Dorsay, Sinemamızın Çöküş ve Rönesans Yılları, Remzi Kitabevi, 2005)
Aykut Oray, Ali Sürmeli, Ege Aydan, Fikret Kuşkan, Nurgül Yeşilçay, Pelin Batu gibi önemli oyuncuları bir araya getiren yapım, 16 Kasım 2001’de gösterime girer ve 230.404 seyirci tarafından izlenir. (Deniz Yavuz, Türkiye Sinemasının 22 Yılı, Antrakt Sinema Kitaplığı, 2012)
Son olarak, Şellale vesilesiyle genel hatları üzerinden, DP döneminin ekonomi-politiği ve DP’nin alaşağı edildiği 27 Mayıs müdahalesine ilişkin notlarımızı, bu sürecin sonrasına ilişkin birkaç sözle bağlamak gerekirse… İhtilal, on yıllık istibdat dönemini bitirmiş ve herkese bir nefes aldırmış olsa da elbette ki emekçi halkımız için nihai bir çözüm yaratmamıştır. Zira süreçle ilgili, hep bahsedilen o “nispi özgürlük” ortamı sadece sola değil, her kesime; en çok da düzenin asıl sahipleri olan burjuvalara yarayacak ve onlarca, ihtilalden çok değil beş sene sonra, yeni bir Amerikancı lider bulunacak ve bu kez iktidara o taşınacaktır.
Bu bir kaidedir: “Burjuvazi açısından, kapitalist toplumlardaki demokrasinin ne kadar geniş ya da dar olacağını, demokratik işlevlerinin ne kadar özgür ya da baskı altında hayata geçeceğini, demokrasinin somut karşılıklarının ne ölçüde halka açık ya da kapalı halde tutulacağını belirleyen de soyut bir ilke olarak demokrasi ve katılım düşüncesi değil, sermaye birikim rejiminin gereklilikleridir.” (Can Soyer, Marksizm ve Siyaset, Yordam Kitap, 2020) İthal ikamesi odaklı modelin işlevinin yitmeye başladığı yıllarda 12 Mart yarı darbesinin, topyekûn kaldırılması ihtiyacı hâsıl olunca da 12 Eylül darbesinin yapılması, başlarken de söyledik, düzen için zorunluluktur.
Gerçek kurtuluş mu; bütün ezilenlerin ve sömürülenlerin, işçi sınıfının arkasına düşüp ülkemizin sokaklarında şelale gibi çağıldamasındadır.
Turan Emeksiz ve Ali İhsan Kalmaz’ın değerli anılarına saygıyla…