ABD’li edebiyatçı Francis Marion-Crawford, İstanbul’un pek çok semtini etraflıca anlattığı çalışmasında (1890’larda İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev: Şeniz Türkömer, 2007) Galata, Pera ve Haliç kıyısındaki yerleşim alanlarına çok az değinir; zira kendisi buraların epeyce Batılı görünüm arz ettiklerini ve bu yüzden çok da ilginç olmadıklarını dile getirir. Bölgenin, Bizans döneminden bu yana Konstantiniye’nin bir parçası sayılmadığını ve Osmanlı egemenliğinde de bu özerkliğin sürdüğünü belirten yazar; özellikle Galata’da her türlü kanunsuz işin döndüğünü de sözlerine ekler.
Venediklilerin, Cenevizlilerin kontrol ettiği dönemlerden beri bir serbest ticaret noktası olan ve 2. Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra da nüfus yoğunluğunu hep yabancıların oluşturduğu bu muhitin çekirdeği Galata’dır. Rumcada “karşı, öte yaka” anlamına gelen Pera ise, (ilk önceleri) Galata’dan bugünkü Galatasaray Meydanı’na kadarki alanın adıdır. 1925’te kent ve mahalle adlarının Türkçeleştirilmesi sürecinde Beyoğlu adı verilen bölge, yazarın bahsettiği gibi, çok eski yüzyıllardan bu yana, İstanbul’un bir adası gibidir.
Bu adanın sınırları “kuzeydoğuya (Taksim, Cihangir), kuzeye (Tarlabaşı, Yenişehir) ve daha sonra kuzeybatıya (Tarlabaşı’nı Kasımpaşa’ya bağlayan sokaklara) doğru 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra genişlemeye başlamıştır.” (Özdemir Kaptan, Beyoğlu Kısa Geçmişi, Argosu, İletişim Yayınları, 1998) Bunda, 1838 tarihli Balta Limanı Anlaşması ve 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı oldukça etkilidir. “Bu iki olayla başlayan süreçte Osmanlı ve İstanbul, Batılı tüccarların uğrak yeri haline geldi. Binlerce tüccar mal alıp satmak üzere Doğu’nun bu ucuz kentine akın etti. Hatta İngiliz, Fransız, Hollandalı, Alman ve İtalyan tüccarların bir bölümü İstanbul’a sadece gelip gitmekle kalmadılar, zaman içinde kente yerleştiler… ‘Levanten’ diye adlandırılan bu grubun yerleştikleri bölge, limana ve Karaköy’deki işyerlerine yakınlığı dolayısıyla Pera oldu.” (Onur İnal, Pera’dan Beyoğlu’na, E Yayınları, 2014)
Osmanlı’nın gayrimüslim halkları, yabancı tüccarlar, açılan elçiliklerin görevlileri, az da olsa Müslümanların, üzerinde müstesna bir kültürün ortaya çıkmasını sağladıkları Pera; lokantaları, kafeleri, barları, metrosu, tramvayı, tiyatro ve opera binaları, farklı dillerde yayınlanan gazeteleri ile bir Avrupa kenti gibidir.
Beyoğlu’nun bu yapısı, Osmanlı’nın son döneminden itibaren farklılaşmaya başlar. Zira ilk burjuva devrimimizin gerçekleştiği tarihten yani 1908’den sonra, ticaretin Türkleştirilmesi çabaları başlar. Yabancılara verilen ayrıcalıklar kaldırılır. Cumhuriyet’in ilanı ile bu konuda daha radikal adımlar atılır. “Levantenlerin gönderilmesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, 1964’te Yunan pasaportluların sınır dışı edilmesi.” (Turan Akıncı, Cumhuriyet’te Beyoğlu Kültür, Sanat, Yaşam 1923-2003, Remzi Kitabevi, 2019) başlıklarıyla özetlenebilecek dört dönemde Beyoğlu hızla dönüşür.
Paranın kimde olacağı konusu, asıl belirleyendir elbette, bu ayrı; ama tüm bu süreçlerde Pera’nın renkli yapısı ve o yapıyı oluşturanlar hep zarar görür. Çünkü Cumhuriyet, kısa bir devrimci atılım döneminden sonra gerilemeye başlar. Sağcılık bir virüs gibi ülkemize yayılır. Gayrimüslimler bundan en çok etkilenenlerdir. Onların mallarına yönelik yağmacılığın kaynağı ekonomi-politikle açıklanabilir belki ama canlarına kastın ideolojik belirleyeni, dincilik ve milliyetçiliktir. Yaşananlar bir anlamda, yüz elli yıllık modernleşme çabalarının karşısında yer alan mürtecilerin önünün, Cumhuriyet elitlerince, bilerek veya bilmeyerek açılmasının doğal sonucudur.
Bu topraklarda sınıf mücadelesinin ilk kez ivmelendiği yetmişlerin ardından, seksenlerde, Amerikancı Türk Ordusu ve onun himayesindeki neoliberal ANAP hükümeti sahnededir. İstanbul Anakent Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Tarlabaşı Bulvarı denilen yolu yaparak, kendi ifadesiyle, “trafiği rahatlatmak” ayrıca “Beyoğlu’ndaki fuhuşu, suç eylemlerini, uyuşturucu ticaretini bitirmek” için yüzlerce tarihî binayı yıkmaya karar verir. Suçsa da cezamı çekerim, diyerek ve yargı kararlarını hiçe sayarak dileğini hayata geçirir. Böylece Beyoğlu’nun demografik yapısından sonra mimarîsi de artık değişmeye başlar. (Bu yıkımlara, Attila İlhan gibi kafası hep karışık aydınlar, binaların zaten Türk yapısı olmadığı gerekçesiyle destek verirler.)
Beyoğlu’nun uğradığı bu saldırı, sanıldığından çok daha önemlidir. Sağcıların “halka rağmen halk adına” her istediklerini yapmaları ilk değildir belki ama günümüzde artık sıradanlaşan kent talanı, yaşam alanlarının rant için yeniden düzenlenmesi dönem itibarıyla yenidir. (Bununla ilgili, Hilmi Etikan imzalı, 1989 yapımı Tarlabaşı Tarlabaşı belgeseli muazzam bir tarihî vesikadır.)
Doksanlar ise, kimilerine göre, Beyoğlu için güzel bir dönemdir. 1991’de İstiklal Caddesi’nin trafiğe kapatılmasıyla başlayan dilimde; film festivalleri, yeni açılan rock barlar, kitapçılar, imza günleri, söyleşiler Beyoğlu’nda farklı bir hava yaratır. Kenan Evren–Turgut Özal diktasına karşı, seksenlerin ikinci yarısında, kültürel düzlemde filizlenmeye başlayan cılız itirazların, sivil toplumcu paradigmanın etkisiyle biraz daha görünür olduğu bu seneler, bir kuşağın özlemle andığı kesite dönüşür. Murat Meriç örneğin, bir yazısında dönemi, “80’li yılların karanlık ikliminin oradan uzaklaştığı, uzaklaştırıldığı yıllar” olarak anar. Çünkü seksenlerde o sokaklarda türkü barlar, pavyonlar, çorbacılar, kebapçılar, arabesk vardır (!)
Neoliberalizmin etkisiyle soldan, sınıftan uzaklaşıp kültürelciliğe saplanan bu kuşağın “Beyoğlu rüyası” çabuk sona erdi. Zira 2002’de muktedir olan yeni ve en tehlikeli, yıkıcı, sağcı teşkilat; asıl önemli işlerini bitirdikten sonra, 2010’lara doğru, yaşam tarzlarına saldırmaya başladığında, Beyoğlu ilk hedeflerden biriydi. Gezi eylemlerinden sonra ise burası artık cenk alanına dönüştü ve hem politik baskılar, tehditler hem de ekonomik zorluklar, bölgenin işletmecilerini buradan kopardı. (Aynı sürecin şu an Kadıköy’de yaşandığı söyleniyor.) Beyoğlu’nda vakit geçiren kitlenin de buradan ayağı kesildi. Yine çok güzel evet ama İstiklal Caddesi, artık Arapça tabelalarla süslü dükkânlarıyla eski kimliğini kaybetmiş bir görüntü sunuyor.
Tabii, bu değişimi elbette ki daha geniş boyutlarıyla düşünmek gerekir. İktidar partisinin, Taksim’de, şu an namevcut Topçu Kışlası’nı yeniden yapma girişimi, bilindiği gibi, 2013’te büyük bir direniş neticesinde akamete uğramıştı. Ama yine bilindiği gibi, bugün dengeler hayli değişti. Bu alanın mülkiyeti, yakın zamanda, devlet zoruyla İBB’den alınıp sadece tabelası olan bir vakfa devredildi. Yani dinci yobazların, 2. Meşrutiyet’in ardından şeriat istemiyle ayaklanan dedelerinin önemli direniş noktalarından biri olan o kışlayı yapma hevesleri hiç dinmiyor, dinmedi.
Taksim’de bulunan ve eski Türkiye’nin önemli kültür sanat mekânlarından biri sayılan Atatürk Kültür Merkezi de 2018’de “çatlayın patlayın” denilerek, sırf inat için yıkıldı. AKM’nin çok da estetik sayılamayacağı açıktı ama tarihsel değeri gereği, modern biçimde restore edilebilirdi… Yerine yapılan binanın adında elbette ki Atatürk olmayacak.
Ve Taksim Meydanı’nın diğer köşesine yapılan cami… Siyasal İslamcıların elli yıllık rüyası olan ve Taksim’in simgelerinden biri olması hayal edilen bu yapı da, yine Beyoğlu’nun kentsel koruma alanı statüsü hiçe sayılarak, kanunlar değiştirilerek inşa edildi ve açıldı. Böylece Cumhuriyet’e ve değerlerine karşı yürüttükleri ideolojik mücadelede, dinci yobazlar, bir kazanım daha elde ettiler… Peki, Beyoğlu özelinde, bundan sonra ne olabilir?
Bir duyumum yok ama ben bu konuda, sıranın Taksim Meydanı’nın tam ortasında yer alan Cumhuriyet Anıtı’na geldiğini düşünüyorum. Çünkü etrafı kuşatılmış bu yapı fazlasıyla “yalnız” olsa da yine de direniyor. Bu direnişin, muarızlarına fazlaca rahatsızlık vereceği açık. Yapının özellikleri göz önüne alınırsa, demek istediğim daha da netleşecektir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, ulusal değere sahip bir anıt yapılması fikri hep gündemdedir; meydanın törenlere uygunluğu ve zaten bölgenin “Batılı” atmosferi ise anıtın Taksim’e dikilmesinde etkili olur. Anıt, devlet bütçesinden değil halkın bağışlarından oluşan bir fonla yapılacaktır. Düzenlenen yarışmayı kazanan, İtalyan mimar Pietro Canonica olur; yardımcısı, Sanayi-i Nefise Mektebi (bugünkü MSGSÜ) heykel bölümü öğrencisi Sabiha Ziya’dır.
8 Ağustos 1928’de açılışı yapılan anıt, dört taraflıdır. Anıtın bir yüzünde, askerlerinin önünde yürüyen, kalpaklı; diğer yüzünde sivil giyimli (paşalar, iki Sovyet generali ve halkla beraber) Mustafa Kemal vardır. Bunlar, 30 Ağustos Zaferi’nin ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temsilleridir. Doğu ve batı cephelerinde ise, birinde savaş, diğerinde barış sancağı taşıyan iki asker ve bunların üzerinde birer kadın yüzü görülür. Doğudaki kadın peçelidir ve vatan toprağının işgaline ağlamaktadır; batıdaki kadın ise peçesini çıkarmış ve özgürlüğün gönenci ile gülümsemekte, geleceğe umutla bakmaktadır… –Taksim Cumhuriyet Anıtı için tehlikenin farkında mısınız?
Cumhuriyet bu topraklarda yaşayanlara, yurttaş olmayı, bağımsızlığın değerini öğretti; onuru, erdemi, fazileti tattırdı. Ülkemiz için bundan sonraki hedef, Cumhuriyet’in (demokrasiyle falan değil) sosyalizmle taçlandırılmasıdır. Nitekim bunun için milyonlarca insan daha kırk yıl önce mücadele ediyordu. Taksim artık, işçi sınıfının da meydanıydı. Sonrası ise malum… Şöyle bir düşününce, karşı-devrimcilerin Beyoğlu’na neden bu kadar ilgi duyduğu açık değil mi?..
Yukarıda çok değinmediğimiz, Beyoğlu’nun karanlık, korkulur, kötü bir dönemi olduğu konusunda farklı kesimlerce uzlaşı sağlanan seksenli yıllara geri dönmek ve o döneme ilişkin sinema tarafından birkaç şey söylemek gerekir ise, Beyoğlu’nun Arka Yakası (1986) filmini hatırlamamak olanaksız.
Yetmişli yılların başından bu yana, belirli bir dönem başarılı toplumcu eserlere de imza atan ancak genel olarak filmografisi tematik ve biçimsel bir bütünlük arz etmeyen Şerif Gören’in “iyi” filmlerinden biri olan yapımın senaryosu, Eyüp Halit Türkyazıcı ve Hüseyin Kuzu tarafından kaleme alınır.
Beyoğlu’nun Arka Yakası; işinde, evinde, evliliğinde mutlu olamayan (Tarık Akan’ın canlandırdığı) memur Haydar’ın, iş dönüşü karısıyla tartışmasından sonra sinirle evden çıkmasıyla başlayıp gün ağarırken karakola düşmesiyle son bulan bir gecenin hikâyesidir. Haydar, evden çıktığında Beyoğlu’na gitme planı yoktur belki kafasında; ama ayakları onu oraya sürükler. Gençliğinden bu yana yönelmemiştir hiç o sokaklara. Biraz mahzun, kalbi kırık, şaşkın adımlar yolları. Bu sırada yarı belgesel nitelikli bir Beyoğlu filmi çeken sinemacıları görür. Bir süre onları izler. (Filmcilerle Haydar, gece boyunca pek çok kez karşılaşacaklardır.) Nihayet bir mekâna oturup “bir bira, bir kokoreç” söyler. Birasından ilk yudumu aldıktan sonra biraz rahatlar. Hayat herkes için zor mudur acaba, yoksa kaderin garezi sadece ona mıdır? Seyyar bayiden bir çeyrek piyango bileti alır, bileti özenle katlayıp cebine koyar. Ne kadar küçük ve sıradan eylemler de olsalar, bunlar Haydar’a iyi gelir.
Bir iki bira daha içip evine dönecektir Haydar muhtemelen ama onun, yakınında dans eden on beşlik bir oryantal kıza dikkatle ve açlıkla baktığını fark eden bir sokak çocuğunun yanına yanaşmasıyla olaylar başka türlü gelişmeye başlar. Kendisine bira ve köfte söyleten, yeni arkadaşının Maltepe’sinden yakan Badi lakaplı çocuk, Beyoğlu’nun tadına nasıl varılacağının şifresini paylaşır memur Haydar’la: “Çarli Abi’mi bul, gecenin kralı sen ol!”
Çarli, (Erdal Özyağcılar) disko dediği ve sokaklara arabesk nağmeler saçarak ilerleyen taksisiyle, Beyoğlu’nda hem şoförlük hem de pezevenklik yapmaktadır. Haydar’ı bir randevu evine götürür. Mama, Haydar’a kızları tanıtır; sırayla “muamelesi çok iyi olan” Serpil’i, “saksofoncu” Sevtap’ı ve “diğerlerine benzemeyen, çok kültürlü” Özlem’i gösterir. Memur Haydar, herhalde kültürlü oluşundan etkilendiği Özlem’in odasına girse de henüz üstünü bile çıkaramadan polis evi basar. Pencereden kaçan Haydar, tekrar Çarli’yi bulur. Çarli onu bu kez, birlikte çalıştığı konsomatris ve yarı zamanlı fahişe Zümrüt’e (Oya Aydoğan) götürür.
Haydar’ın asıl macerası bu olayla başlar. Haydar; sabaha dek pavyonlar, kumarhaneler, ucuz oteller, koltuk meyhaneleri, kötü birahaneler, karanlık sokaklar görecek; travestiler, torbacılar, hapçılar, polislerle karşılaşacaktır.
Emirhan Kula, “Türkiye’de Yeraltı Film Türünün Oluşumu ve Film Örnekleri” başlıklı; bu türün doğuşu ve tanımına değindiği, ardından ülkemiz özelinde bu türe girdiğini söylediği altı filmi incelediği makalesinde, Beyoğlu’nun Arka Yakası’nı, “Türk sinemasının ilk yeraltı filmi” olarak niteler ve “Türk yeraltı film türü, Beyoğlu’nun Arka Yakası filmiyle sinemasal kodlarını oluşturmuştur.” der.
Beyoğlu’nun karanlık sokaklarının başrolde olduğu; sınırlarda yaşayan insanların, neon ışıkların yalancı aydınlığının gölgesinde süren kederli yaşamlarını bütün çıplaklığı ile gösteren; öyküsü, anlatımı, karakterleri ile sinemamızın müstesna filmlerinden biri olan yapımdaki isimlerin oyunculuklarına da ayrıca değinilmelidir. Özellikle Erdal Özyağcılar, oyunuyla Türk sinemasının en başarılı pezevenk performansını sergiliyor, desek herhalde yanlış olmaz. Oya Aydoğan’ın konsomatrisi, Tarık Akan’ın kendi halindeki memuru gayet iyi canlandırdığı filmin bir yerinde, oldukça sıra dışı bir karakterle sahneye (kısa ve zor yaşamının büyük bölümünü zaten o sokaklarda geçiren) Yadigâr Ejder çıkacaktır ki onun bu oyununu izledikten sonra, onu komikli filmlerde dayak yiyen adam rolüne mahkûm eden “Yeşilçam sistemi”nin sığlığını bir kez daha anmak kaçınılmazdır.
Filmde; sokaklarda, karakterlerin evlerinde, taksilerde, pavyonlarda duyduğumuz şarkılar Beyoğlu’nun Arka Yakası’na renk katar. Bunlardan ikisinin, “Seni sevmeyen ölsün” ve “I love you”nun filmde özellikle öne çıkarılması ise elbette nedensiz değil. Bu iki çalışma, o yılların en çok dinlenen, satan şarkılarıdır zira.
Ümit Besen, sonraları, “I love you”nun istemeden okuduğu tek eser olduğunu söylese de, 1986’da, şarkının çok tutacağını bildiğini, arabeskin sanatsal ağırlığı azsa da sanat sanat diye tutturup satışları düşürmenin anlamsız olduğunu dile getirir… Şakir Askan’ın sözlerinden Yılmaz Tatlıses’in bestelediği; Tüdanya, Gökhan Güney, Kamuran Akkor, Atilla Kaya tarafından seslendirilen “Seni sevmeyen ölsün” de o dönem her yerde çalınıp söylenmektedir. Filmde Ceylan’dan dinlediğimiz şarkı, 1986-87 sezonunda, Ali Sami Yen tribünlerinde bir marşa bile dönüşecektir. (Derya Bengi, “Yaprak Döker Bir Yanımız” Seksenli Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük Yapı Kredi Yayınları, 2019)
Özetle; tarihten geleceğe, Doğu’dan Batı’ya, karanlıktan aydınlığa… bir köprü gibi uzanan Pera’da; iş ve aile yaşamının zorunlulukları ile iliklerine kadar yabancılaşmış, tek gecelik de olsa kendi hayatının başrolüne soyunmuş bir memurun, kısa yükseliş ve düşüş öyküsünü merkeze alan Beyoğlu’nun Arka Yakası, pek çok yönü ile sinemamızda farklı bir yerde duruyor.
Nerede okuduğumu ve yazarını maalesef hatırlayamadığım bir metinde, Türk edebiyatında memur tipinin yeterince iyi anlatılamadığı söyleniyordu. Bu tezin, Türk sineması için de öne sürülebileceğini ama Beyoğlu’nun Arka Yakası’nın bundan azade tutulması gerektiğini düşünüyor ve filmi her izlediğimde, değerli şair Ahmet Erhan’ın, Öteki Şiirler 1976-1991 kitabında yer alan, (Bilgi Yayınevi, 1993) filmin çekildiği yıl yazdığı “Memurların Güneşi” adlı şiirinden şu dizeleri anımsıyorum: “Bir iki sallanıp sonra toparlıyor kendini / Cebinden boyunbağını çıkarıyor / Ceketindeki tozları silkeliyor / Bir tutam maydanoz istiyor garsondan / Ve çıkıp gidiyor / Kalıyor geride bir zincirin ayak izleri…”