Beste – Afet Büşra Yıldız

“Öyle pat diye sorulmaz ya…”

“Aman, sen de! Neden sorulmasın? Sen konuyu açınca devamı gelecek, gör bak. Yeter ki şöyle…”

Bunu söylerken dudaklarını büzüp memelerini sıkıştırır gibi yapıyordu adam, komik olduğunu düşünmüştü.

Kadın dik dik baktı.

Terlemiş, yer yer ruj izi olmuş kadehinin tabanıyla masada şekiller çıkarıyor, kendince fal bakıyordu.

Önce bir çığlık duyuldu. Yaşadıkları apartmanda bu onlar için şaşırtıcı bir şey değildi ama yine de kulak kabarttılar. İkisi de sarhoşken böyle şeylerle eğleniyordu çünkü. Duvara bardak dayayıp komşularının sevişmelerini dinledikleri olmuştu, kapı merceğinden bir adam karısını koridorda döverken izledikleri de.

Ayak seslerinden birilerinin koştuğunu anlamak zor değildi. Kadın yine kapı merceğinden izlemek için ayağa kalkacak oldu, adam kolunu kavrayınca yerine oturdu, çünkü koşan her kimse kapılarının önünde durmuştu. Nefeslerini tuttular, şimdi hiç ses çıkmıyordu. Yazın ısıttığı odada, ince camdan kadehin içinde eridikçe birbirine çarpıp şakırdayan buzlar onları ele vermeye çalışıyor gibiydi.

Közü izmarite yaklaşıp, küllüğün plastik kenarını yakarak odayı kokutan sigara sönmüştü.

Adam ayağa kalktı. Bu sefer kadın onu durdurmak istiyordu, gözleri dolarken başını iki yana salladı.

Bu duruma geleceklerini çok kez düşünmüş, bu geceyi kurgulayarak uykularından vazgeçmişlerdi. Çözümler, kaçış yolları üreterek ve bunlarla birbirlerini ikna ederek uyuyabiliyorlardı kimi zaman. 

Birbirlerine bakıyorlardı. Gerçekten uyumak için kurdukları bu senaryolar onları kurtarabilir miydi? Sonra ne olacaktı? Tadı birbirinin damağına kazınmış bu iki sevgili, yaşıyor olmanın sevinciyle sevişirlerdi muhtemelen; ağlayarak.

Adam bunlarla kendini kandırıyordu. Başka olasılıklar da vardı elbette. Sesin sahibi belki ayakları yere sert basan şişman bir çocuktu veya sarhoş bir adamdı ve gücü kalmayıp oraya yığılıvermişti.

Hatta belki bundan-başına geleceklerden- da sıyrılabilirlerdi ki bu ilk olmazdı onlar için.

Emin olmanın tek yolu vardı: kapı merceğinden bakmak.

Baktığında ya içmekten/koşmaktan kıpkırmızı olup yığılmış bir adam göreceklerdi ve okkalı bir küfür eşliğinde kadeh tokuşturup geceye devam edeceklerdi ya da sol gözüyle birlikte beyninin bir kısmı duvardaki yerini alacaktı.

Derken o tanıdık sesi duydular. Kapının önündeki her kimse, önce boğazını temizlemek istemişti.

Yüzündeki derinin gerildiğini hissedebiliyordu adam, gözleri büyüyerek arkasına baktı.

Kadının kan oturmuş gözlerinden yaşlar boşalıyordu ve hıçkırıklarını bastırmak için iki elini ağzına siper etmişti. Adam daha önce hiç böyle görmediği kadının yüzüne bakınca daha da korktu, ona acıdı. Kapıyı açacak kişinin kendisi olacağını, öyle olması gerektiğini biliyordu. Bu kadına 12 yıl borçluydu, yanına gelmesi için yeterli bir süre, yeterince adil, diye düşündü.

“Zaten o da benimle gelecek.”

Kapıyı açmadan önce vedalaşabilirlerdi ama doğru düşünemiyordu. Son kez kadınını öpebilirdi, yine son kez derisini paramparça ettiği koltukta keyifle uzanan tek kulağı yırtık kara kedileri Camilla’nın başını okşayabilirdi. Bunları sırayla yapacak olsa öncelik kedinin olurdu. Hem bu koltukta birlikte şekerleme yaparken kadının şefkat dolu bir gülümsemeyle ikisini izlediğine çokça şahit olmuştu.

Bunların yerine içkisinden son bir yudum aldı, büyük bir yudum.

Çığlığı ilk duyduğunda kıstığı müzik çaların sesini yükseltti. Çalan şarkıyı mırıldanarak kapıya yöneldi.

Kadın oturduğu yere bir kazık gibi çakılmış, saniyeler önceki titremeyle karışık ağlaması yerini derisini yakan bir heyecana bırakmıştı. Adamın bu cesareti ona aptalca geliyordu. Uyuklayan kedilerine baktı, gözleri kapalıydı ama onun da kulakları kapıdaydı. Az önce tekrar açılan müzik dikkatini dağıtmamıştı. Adam kapıyı acele etmeden açarken, anahtarın delikte döndükçe yarattığı çınlamayla kedinin kulakları seğiriyordu. Kapı kendiliğinden sonuna kadar açıldı. Misafirleri, önce tanıdık serin bakışlarıyla adamı ve kadını süzdü.

Az önce öfkeyle koşan ayaklar ona ait değilmiş gibi hissettiriyordu şimdi ağır adımlarla içeri girerken. İçerdekilerin hissetmediği ama girdiği anda yüzüne vuran yanık küllük, kedi boku ve bira kokusu yüzünü buruşturdu.

Adam oturması için paramparça koltuğu gösterdi, kedi yerinden olmuştu. Misafirleri otururken huzursuz bir tavırla yerinden kalktı, içki şişeleri ve çerezlerin olduğu küçük masanın altına kıvrılıp esnedi. Yere düşmüş birkaç fıstığı koklayıp ilgisini çekmeyince gözlerini yumdu. Yine ortama kulak kabartmıştı.

Adam belki uzun bir konuşmayla bu geceyi atlatabilirler diye düşünüyordu, neticede içeri girmişti ki bu onları dinlemeye niyetli olduğunu gösterirdi. Hem konuşmayacaksa neden kapının önündeyken boğazını temizlemişti ki? Sabah da hiç burada yaşamamış gibi, ihtiyaçları dışında pek bir şey bulundurmadıkları bu daireyi terk eder; sık sık yaptıkları gibi başka bir yer bulurlardı.

Kadın hiçbir şey düşünmeden karşısında oturan adamı izliyordu, iki aşığını.

Adam misafirlerine bir şey söylemek için ağzını açtığında gözlerini yumup nefesini tuttu.

Henüz başladığı cümlesi, ağzından girip ensesinden çıkan kurşunla bölündü. Sıcak kanı duvara tutunamadan yere devrildi.

“Ağzını açarsa onu öldüreceğimi söylemiştim sana.”

Kadının ruju iyiden iyiye seyrelmiş ince dudakları gülümserken kayboldu:

“Geç kaldın, biram kalmadı. Bekle de üstümü değiştireyim.”

Adamın başının etrafında giderek büyüyen kan birikintisinin üzerinden atlamaya çalışırken topuğu sıcak kana temas etti:

“Siktir!”

Makyajını tazeleyip yeni aldığı kıyafetlerini giydi, önceden hazırladığı sırt çantasını da yüklendikten sonra masanın üzerinde duran açılmamış şarap şişesini kaptı. Misafirleriyle birlikte evden ayrılmadan önce etrafta son kez göz gezdirdi ama kedi görünürde yoktu.

Kapıyı kapatma ki çıkabilsin, dedi çantasının koluna takılmış saçlarını kurtarmaya çalışırken, zaten burada olmayı hiç istememişti.

Sigaralarını yaktıktan sonra çıkıp birkaç bira ve bir tirbuşon aldılar.

Kedi saklandığı yerden çıktığında, yerde yatan adamın tüm kanı donmuştu.

***

Resim: Lucian Freud, Uyuyan Kedi (1944)

Bunu paylaş: