Günlerin Köpüğü’nü okurken aldım Ferhan Şensoy’un ölüm haberini. Uçuk kaçık aşk anlatısının satır aralarında, bendeki Ferhan Şensoy’u düşünmeye koyuldum. Pardon’u beyazperdede değil, 1990’ların sonunda, İzmir Fuarı’nda, İsmet İnönü’de, sahnede izlememle böbürlendiğimi anımsadım. Toyluk başa bela. Şans Kapıyı Kırınca talihsizliği bir kenara, – her nedense görme güçlüğü çekenler için yazılmışçasına büyük harflerle basılmış – Hacı Komünist’i 2005’te okumak keyifliydi. Fidel’i el âleme – el âlem ne dedi? – anlatmada faydalıydı.
Boris Vian’ı Şensoy’la okurken, Azizm Sanat’ta bugüne dek Ferhan Şensoy’la ilgili ne yaptığımıza baktım; bakmaz olaydım. Hâlbuki Gökhan Baykal’ın örgütün ilk yıllarında Şensoy için yazdığına emin gibiydim, yanılmışım; hiçbir şey yazmamış, yapmamışız – ayıp.
Şensoy’u benden daha fazla sevenler, tanıyanlar pek çok şey yazdı, yazacaklar. Bu kadar sevilmesi ve sahiplenilmesi ne hoş. Hoşluğa çelme takan durumsa, Şensoy’u övgü, sevgi ve özlemle ananların hatırı sayılır bir kesimi için Şensoy’un övgü, sevgi ve özlemle andığı kişi ve değerlerin bu kitle adına burun kıvırmak için var olmaları. Öyle ya, Türk devrimi, Mustafa Kemal, Cumhuriyet, Aydınlanma tu kakalar; yersen.
Günlerin Köpüğü tamamlandığında, Özgür Keşaplı Didrickson’ın kütüphanesinden kendime yeni kitap bakarken gözüme Ferhan Şensoy’un öykü kitabı Düşbükü ilişti. 1989 basımı kitabın kapağını açınca tanımadığım birine imzalı olduğunu gördüm. 1992 İzmir’inde “Ferhan Şensoy’dan Ercan K.’ya dostlukla” imzalan kitabın sayfalarını karıştırdığımda ise, ablamın arkadaşı olduğunu varsaydığım Ercan Bey’in Şensoy’la çekilmiş bir fotoğrafına rastladım. “İzfaş, Eylül 1992” notunun düşüldüğü ve Şensoy’un bir diğer imzasını taşıyan fotoğrafın ardından, ablamın arkadaşı Ercan’ı niçin tanımadığıma kafa yordum.
Düşbükü’ne başladığımda ablam Karaburun arazisinde kuş çalışmalarını sürdürüyordu ve sorumun yanıtı ancak o dönünce alabilecektim. Kitabı “Kitapçı” köşemiz için değerlendirebileceğimi varsayarak okurken, sayfalar arasından dökülen küçük siyah taşlar dikkatimi çekti/dağıttı. Ahmak bir erkek çocuğu tepkisiyle, taşları bir kenara koymak yerine sokağa atmama ne demeli? Neyse ki daha dikkat çekici şeyler beni bekliyordu; kitabın içine bir aşk hikâyesi iliştirilmişti çiziktirmelerle. Ercan ve Ayçin aşkı yaşandı mı, tamamlandı mı, erilen muratlar oldu mu bilmiyorum ama istemsizce tüm bu alakasızlıkların arasında ikilinin 1990’ların saf-salaklığında sade ve zarif bir birliktelik yaşadıklarını düşünüyor, hatta bunu talep ediyorum. Belki de hiç gelmemiş ve geçmemiş şeyler hanesine yazılı bu karşılıklılık, Düşbükü odağını gündüzdüşleriyle seyreltti.
Kitapçı için değerlendirmemi imkânsız kılan bu durum yine de Şensoy’un 1960’lar ve 1980’lerde yazdıkları arasındaki farkları görmeme engel olmadı. Şensoy’un meşhur mizahının, Aziz Nesin etkisini yadsınamayacak öykülemelerle işlendiği ve Düşbükü’nün aslını oluşturan, 1980’lerin öykülerinde toplumcu bir eleştirel güldürü çerçevesi fazlasıyla belirgin. Kitabın sonunda, Şensoy’un “Kitabın Parasız Eki” duyurusu ve Şensoy’un kendisine yazarlık kapısını araladıkları için teşekkür ettiği Tahir Alangu, Vedat Günyol ve Halil İbrahim Bahar’a yönelik notuyla başlayan, 1968-1970 arasına tarihlenmiş dört öykü ise başka bir edebi çepere işaret ediyor. Ferhan Şensoy’un Yeni Ufuklar ve Soyut dergilerinde yayınlanmış bu öyküleri, dergilerin adlarına yaraşır şekilde soyut, çağdaş bir dile sahip.
Düşbükü sayfaları boyunca, şahsen daha çok beğendiğim bu “parasız ek” kısmına baktığımda, dünyanın en başarılı ve en aşağılık darbesi olan, faşist uçlu serbest piyasa ekonomisi özlü 12 Eylül askeri müdahalesine lanet okumamak elde değil. Elbette Şensoy’un edebi ilerleyişinin toplumcu bir hal almasını salt 12 Eylül’e bağlamak niyetinde değilim – haddim değil – ancak bambaşka, gerici bir darbeye maruz kalmamış alternatif bir gerçeklikle Şensoy’un kaleminin nasıl soyutlamalara yol alacağını merak ettiğimi yadsıyamam. Dâhil olduğumuz gerçeklikte ise Ferhan Şensoy’un yüksek bir aydın bilinciyle nasıl bir direnç mevziisi yarattığı, süpermarketlerden şeriatçılara, düzmece liberallerden düzmece milliyetçilere karşı nasıl bir savaşım verdiği, sahiplenilmesi ve sürdürülmesi gereken bir miras olarak önümüzde duruyor, aydınlatıyor.
Düşbükü’nü bitirmeme yakın bir araya geldiğim ablama, Ercan’ı sordum. Sahaftan aldığı kitabın içindeki imza ve imzalı fotoğrafın onu da şaşırttığını ancak Ercan’ı – ve pek tabi Ayçin’i – tanımadığı ortaya çıktı. Üzerinde pek durmadık. Ablam, bundan sonra ne okuyacağımı sorduğunda, Ferhan Şensoy arasından sonra Ve Bütün Çirkinler Öldürülecek ile Boris Vian’a geri döneceğimi söylediğimde ise işler biraz karışmaya başladı. Ablamın çocukluğumdan beri bildiğim Vian sevgisinde meğer Şensoy’un Vian’ı anması, atıflaması etkili olmuş. Bu alakasızlığın ışıldattığı synchronicity’le flörtleşip – synchronicity’lerin şahbazıyımdır şaşarım! – kendi kendime mest olurken, ablam Ercan ve Ferhan fotoğrafının Eylül 1992 olmasına odaklandı ve Pearl Jam’in tam da o yıl ve ayda, MTV’nin Video Müzik Ödülleri’nde tanıdıklarını söyledi. Ben hemen tam tarihini verdim; 2 Eylül olarak – nedenini sormayın – çünkü o tanışıklığı canlı canlı VHS kasetlere kaydettiklerini ve evde defalarca izlediğimizi biliyorum. Bir bakıma benim de Pearl Jam ile tanışmama vesile olan bu 6 yaş maceramda Neil Young ve Eddie Vedder’ın Keep on Rocking in the Free World’ü seslendirdiklerini çok iyi biliyorum. Grunge etkisiyle o dönemki Lego oyunlarımın nasıl çatışmalı ve başkalaşmış bir hal aldığını düşündükçe Ferhan Şensoy’un 1980 sonrası dönüşümüne söz söyleme hakkım kalmadığını hissediyorum. Ve merak ediyorum; acaba Ercan ve Ayçin birbirlerini, benim onları düşündüğüm ve düşlediğim kadar düşünüp düşlüyorlar mıdır – 2021 Eylül’ünde, 1992 Eylül’üne dönerek?..
***
Not: Yazıyı yayına vermeden önce son kontrollerimde bazı bölümleri ve ilgili yükselişleri çöpe atabilecek bir epifani yaşadım, hafızamın beni yanılttığını öğrendim. Pearl Jam’in Neil Young ile 2 Eylül’de sahne aldıkları Video Müzik Ödülleri, 1992’nin değil 1993’ün Eylül ayıymış… Ablamın doğru hatırladığı ise Pearl Jam’in 1992 törenlerinde Jeremy’yi sahnelemesiymiş. Şimdi aslında yapmam gereken, yazıdaki bu kısımları atmak ve başlığı değiştirmek öyle değil mi? Peki, yapacak mıyım – hayır; neden yapayım ki?
Not 2: Yazıda adı geçen kişiler ve fotoğrafın gerçek olduğundan ve benim bunları haliyle izinsiz kullandığımdan hareketle, gerekli uyarı aldığım takdirde adları değiştirmeye ve fotoğrafı kaldırmaya hazır olduğumu belirtmeliyim – belirttim.