Bir zamanlar, çocukların okul bahçelerinde, parklarda, sokaklarda oynadıkları pek çok oyun vardı. Yakan top, saklambaç, körebe, yağ satarım bal satarım, seksek, elim sende gibi. Belki derinlikli bir pedagojik analiz yapıldığında bazı sakıncaları tespit edilebilecekse de, genel olarak, sanırım çok da zararlı sayılamayacak bu oyunlar; ülkenin herhangi bir bölgesinde, şehrinde, semtinde, okulunda; aynı kurallarla oynanırdı.
Bunların yanında; misket, kibrit kâğıdı, gazoz kapağı gibi, belirli nesnelerle oynanan, yutmalı-yutulmalı oyunlar da mevcuttu. Bunların oyuncu kitlesinin kapsamıysa biraz dardı. Çünkü burada iş değişirdi. Kazanmak için eğilmek, yere uzanmak, toza toprağa değmek, kirlenmek, hatta kavga etmek gerekirdi. Haliyle zengin ailelerin çocukları, bunları oynarken pek görülmezdi.
İşte bu kitlenin, yani genellikle alt sınıftan ailelerin erkek çocuklarının oynadıkları, zımba diye bir oyun daha vardı ki bunu nasıl kategorize ederek anmak gerekir bilemiyorum.
Yüksek dozda şiddet içeren zımbada bir kişi ebe olurdu. Bir metre çapında bir dairede oyuna başlayan oyuncu, zımba diyerek bu alandan tek ayağının üstünde sekerek dışarı çıkar, etrafında dolaşan diğer kişilere değmeye çalışırdı. Ebe, daire dışında, henüz kimseye dokunamadan, yanlışlıkla veya yorulduğu için diğer ayağını da yere basarsa, derhal koşarak güvenli alana geri dönmeye çabalardı. Dönene kadar zira, kuralı ihlal ettiği için tekmelerle cezalandırılırdı. Tek ayak üstünde sekerken birine değmeyi başarırsa, artık ebe, o dokunulan kişi olurdu ve bu oyuncu da bir an evvel daireye ulaşmaya çalışırdı. Çünkü oraya varana kadar bu yeni ebeye de tekme atmak serbestti.
Bu saçma oyun oynanırken neler yaşanmazdı ki? Gerçek anlamda gözünün yaşına bakılmadan tekmelenen oyuncu bazen yere düşerdi; yine de o kişiye acıyan çıkmazdı. Dizine, bileğine, baldırına, bacağına çalını çalınıverilen tekmelerle o günün akşamına kadar topallayanlar bile olurdu. Herkes, ebeyken maruz kaldığı anonim dayağın hıncını yeni ebeden çıkarırdı… Doksanlarda, taşrada yoğunlukla yoksul öğrencilerin devam ettiği devlet okullarında sadece Meybuz’la Cino yenmezdi yani; teneffüslerde anlamsızca sopa da yenirdi.
Netflix’in şu yeni, Güney Kore dizisinebayılan entelektüellerimizden rol çalarak ben de buna ilişkin birkaç afonfisli laf etmek isterdim. Ama maalesef, dizinin başında ve sonunda gösterilen ve diziye adını veren kalamar oyununun çağrışımıyla aklıma gelen zımbaya takılıp kaldım… Bu arada, ilginçtir, her şeye itirazı olan solcular bile yapımı beğendiler. Çünkü onlara göre Kalamar Oyunu, diğer Netflix dizilerinden farklıydı ve özeldi. Dizide, kimlerine göre toplumsal şiddet, kimlerine göre şirketlerin işleyişi ayrıksı bir biçimde ele alınıyordu. Squid Game’in neoliberal kapitalist düzenin eleştirisi olduğu, hikâyesinin merkezinde emek-sermaye çelişkisi olduğu dahi iddia edildi.
Fakat genelin aksine ben zaten, Netflix denince, ilgili ürün ne olursa olsun, aklıma tüketimden başka bir şey getiremiyorum ve sıklıkla da “aracın mesaj olduğunu” düşündüğümden, küresel kültür endüstrisinin son icadı olan dijital platformların lideri konumundaki Netflix dizilerinde boncuk bulanlara şaşırmadan edemiyorum.
Zenginliğin, gücün, ihtişamın artık tatmin etmediği, masonik bir örgütlenmenin içinde yer alan sapkın para babalarının; gizli bir yere götürülen kaybetmiş insanların çeşitli oyunlar oynarken öldürülmelerini ve bazen de birbirlerini öldürmelerini zevkle seyretmelerinden nasıl bir sınıf anlatısı çıkardı bunca kişi, anlayamadım. Alegori, metafor gibi şeyleri az biraz bilirim ama 456 numaralı oyuncu finalde uçağa binmedi diye, onun sosyalist devrim için savaşmaya karar vermiş olabileceğini de düşünmem işin açığı. (Şükür, henüz kimse böyle bir şey yazmadı.) Bu karakterin, bir vakit çalıştığı fabrikada greve katılmasından hareketle diziye taşımadığı nitelikler atfetmenin akıllıca olmadığını sanıyorum.
Bununla birlikte, bütün mantık hatalarına rağmen, dizinin anlatısının incelikle örüldüğünü; senarist ve yönetmeninin iyi kötü bir politik bilince sahip olduğunu da inkâr etmiyorum. Sorun; Netflix’in pazarlama dâhisi yöneticilerinin stratejisinin ve Netflix’i var eden piyasacı aklın görmezden gelinmesinde. Kültürelci reflekslerle beyhude heveslere kapılmakta.
Sıcaklık artıyor. Denizler yükseliyor. Kapitalizm dünyayı felakete sürüklüyor. Birkaç on yıl sonra, orman yangınlarının bugünküne oranla sekiz kat artacağı söyleniyor. Bunların faili patronlar mı; yeşili, doğayı, insanı önemsediklerinden değil ama sömürmeye devam edebilmek için, artık dünyanın pek çok yerinde iklim anlaşmalarını destekliyorlar. Böylece hem ömürlerini uzatmak istiyor hem de doğa savunusunu kendilerine karşı kullanılan bir mücadele başlığı olmaktan çıkartıyorlar. Bilmem anlatabildim mi?
Ama işte bizim solcumuz; dijital platformlarda “sistem karşıtlığı” bulmaya bayılıyor. Tüketerek kendini var eden orta sınıf mensubu bireylerin zevklerine gönül indiriyor. Bu yapımların zaten onlar eğlensin diye önlerine konduğunu görmek istemiyor. Böylesi de işine geliyor. Çünkü aslında solculuğu pek sevmiyor.
Bir sol parti, geçtiğimiz günlerde, kim bilir kaçıncı kez, bir sabah, işçi sınıfı adına iktidara talip olduğunu açıkladı. Elbette ki işçilerin bundan yine haberi olmadı. Onlar, bu çağrının yapıldığı parlak bültenleri görmediler. Sömürülmekle meşgullerdizira yine o sabah. Sınıfın mavi yakalı mensupları, tıklım tıkış servislerle gün doğmadan fabrikalarına varmış, ter döküyorlardı. Sigortası yatmayan, lise mezunu tezgâhtar kızlar, çalıştıkları mağazaları açmış yerleri süpürüyorlardı. Üç harfli marketlerde çalışan üniversite mezunu delikanlılar, kolilerin arasında bisküvi yiyerek kahvaltı ediyorlardı.
İşçilere bilinç dışarıdan götürülür, bu kesin. Ama işçilere bilinç götüreceklere bilinç nasıl kazandırılır, onu bilmiyorum. Netflix dizisi izleterek değildir herhalde. Otuz yıldır konuşmaktan başka bir şey yapmayan çokbilmiş solcu tiplerin ve çıraklarının, işçi sınıfıyla hiç hemhal olmadıkları halde sürekli işçilerin namına cümle kurmalarına zerrece tahammülüm kalmadı. Bunların yüzünden solculuk, devrimcilik, üniversitede edinilip okul bitince unutulan bir hobiye; sürdürülürken eğlenilen zararsız bir oyuna dönüştü. Elim sende, yakan top gibi…
Oysa sosyalistlik misket oynamaya benziyor bence. Eğileceksin, dizlerin çamura değecek, eve gidip azar işiteceğini bilsen de vazgeçmeyeceksin. Kazanacağın hepi topu bir misket de olsa mücadele edeceksin. Hele ki rakibin iki üst sınıftan pis, çirkefliğiyle meşhur, iri bir oğlansa… Kollarını bağlayıp sağa sola akıl vermek, sizi ancak biz kurtarırız demekle devrimci öncü olunmuyor özetle.
Bu yazının başlığı, son yıllarda Cumhuriyet’i okunur kılan fakat bir süre önce gazeteden ayrılan değerli yazar Mine Söğüt’ün, Joker filmine ayılıp bayılanlara seslendiği, 23 Ekim 2019 tarihli yazısının başlığından (Şu Joker filmini lütfen sevmeyiniz) esinle oluşturuldu. Orada sözlerini “Bu dünyayı yakarsa mazlumlar yakmaz. Bu dünyayı yakarsa, ancak paketli hiçbir ürünü tüketmeyenler yakar. Bu pakete romanlar, filmler, hikâyeler de dâhil…” diye bitiyordu Söğüt.
Paketlenmiş bir diziye tav olanlara söyleyecek fazla şey yok. O yüzden ben de diyorum ki; bu dünyayı yakarsa, Kalamar Oyunu’nugüzelleyenler değil, çocukluğunda zımba oynarken yediği tekmelerin acısını unutmayanlarla; sınavlarda, mülakatlarda, yurt odalarında, işliklerde, sokaklarda, ofislerde… her gün kapitalist düzenin tekmelerini yiyenlerin Netflix dizilerine fit olmayanları yakar. Yakacağız.