Ölmüşün üzerine konuşmak kolaydır. Par Lagerkvist tanrısını öldürüp iyiyi, kötüyü, insan hırsını, inancı ve yaşamı sorgulamayı onun üzerinden yapmak gibi kolay görünen ama cesaret isteyen bir yol seçtiğinde okuyucuda bu kadar çarpıcı bir etki bırakacağını öngörmüş müdür bilemeyiz ancak artık hayatta olmadığı için hakkında konuşmanın kolaylığı ile ve onlarca eseri arasından sadece dört adet romanının ve birkaç şiirinin Türkçe’ye çevrilmişliğinin kısıtlayıcılığıyla yazarı ve dertlerini anlamaya çalışabiliriz.
Toplulukları sıraya dizmek ve yasaya uydurmak için daima üstün ve erişilmez bir kaynağa ihtiyaç duyan insanoğlunun iki yüzünü yaşamının çok erken yıllarında görüp dile getiren ve o aşkın kaynağı sarsıcı biçimde sorgulayan Lagerkvist’in Türkçe’ye çevrilen ve günümüzde baskısı bulunmayan romanları Cüce, Tanrı Gelini Sibyl ve Barabbas’ı okuyup bitirdiğinizde tanrısalı kavrayıp tanrıyı kaybetmeye hazır olmalısınız.
Son sırada okunması gereken otobiyografik eseri Yeryüzü Sürgünü ile de Lagerkvist’in çocukluğundan ilk gençliğine aile hayatının ve yaşama dair hissettiklerinin hangi sembollere bürünüp çarpıcı romanlara dönüştüğünü anlamak mümkün.
İsveç’in Vaxjo şehrinde 1891 yılında dünyaya gelen yazarın çocukluğu aynı şehirde bir köyde babasının tren istasyonunda memuriyeti nedeniyle trenleri ve garda duraklayan misafirleri izleyerek geçtiği için eserlerinde merak ettiği başka hayatları anlatıyor olabileceği düşüncesi bir yandan okuyucuyu rahat bırakmazken bir yandan Yeryüzü Sürgünü romanında adını Anders koyduğu kendi çocukluğunun istasyon çevresindeki ormanda canlılığı ve hayatı tüm benliğiyle hissedip sonsuza dek yaşamak isteğinin tüm dünyayı sarsan savaşlarla ve ölümlerle nasıl da lanetlendiğini ve artık yaşamanın lanetli bir hikayeye dönüştüğünün kanıtı olsa gerek erişebildiğimiz eserleri.
1912 yılında Manisskor adlı kitapla başlayan yazarlık yolculuğunu başka şehirlerde sürdürdüğü yaşantısıyla onlarca şiir, tiyatro metinleri ve romanlarla devam ettirip 1944 yılında yayınlanan ve dünyada adını duyuran Cüce romanıyla haklı çıkaran yazar 1951 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü ve 1974 yılında hayat veda etti. Tüm bu süreçten bizlere bıraktığı miras insan doğasının, iyilik ve kötülüğün, doğrunun ve yanlışın, aşkın ve nefretin, inandığımız ve reddettiklerimizin, hırsın ve sabrın nasıl da vahşice içimizden fışkırdığına ayna tutması.
Dünyanın dört bir yanında adını duyuran Cüce romanında yaklaşmakta olan faşizmi, efendi köle ilişkisinin nasıl yer değiştirebileceğini ve insan hırsının neler yapabileceğini tüm süslemelerden uzak en yalın ve çarpıcı haliyle dile getirirken Tanrı Gelini Sibyl romanında bizzat şahit oldukları hem tanrıdan hem de insandan ümidini kesmiş iki yabancının hikayesini anlatan Lagerkvist’e hissedip dile getiremediklerimizi söylediği için hayranlık duyuyoruz;
“İnsanın kaderi vardır; ama bir tane. Tamamlanınca hiçbirşey kalmıyor. Yalnızca tanrılardır birçok kaderi olan ve ölümü gereksemeyen. Onlar her şeyle doludur ve herşeyi denemişlerdir. Herşeyi… insan mutluluğundan başka. Yalnız onu bilmezler ve bu yüzden de insanlara çok görürler mutluluğu. İnsanların mutlu olmaya kalkmaları ve bu dünyasal mutluluk uğruna onları unutmalarıdır tanrıları bunca zalim, bunca kötü kılan, başka bir şey değil. Bundan ötürü de alıyorlar işte öçlerini ve ağaçlarının bir dalını da sıkıştırıveriyorlar kurbanlarının eline.
Tanrı amansızdır. İyidir diyenler onu tanımayanlardır. En insansal olmayan şeydir o, vahşidir, yıldırım gibi hesaba kitaba gelmez. Kimsenin içinde yıldırım var mı yok mu bilmediği bir buluttan çıkan yıldırım gibi. Apansız vurur, apansız vurur insana, tüm zulmünü ortaya çıkararak. Ya da aşkını. Zalim aşkını. Herşey gelebilir ondan. Herhangi bir zamanda, herhangi bir şeyde gösterir kendini.
Evet tanrı anlaşılmaz, zalim ve korkunçtur, tanrı kötüdür. Kalpsiz ve uğursuz. Ondan başkasını sevmeye kalkan herkese karşı öçle dolu. “Başını evime dayama” demeye cesaret edene karşı. Zalim ve amansız. İnsanları hiç düşünmez; yalnız kendini düşünür ve hiç bağışlamaz, hiç unutmaz.”(Tanrı Gelini Sibyl)
Sayısız eserde konu alınmış olan insanın bir mesih bulma endişesini ve inanç kavramını 1950 yılında yayınlanan Barabbas romanında eşsiz bir şekilde dile getiren Par Lagerkvist’e romanından bir alıntı ile veda edip keyifli okumalar dileğiyle kitaplığın baş köşesindeki yerine yerleştiriyorum;
“- Benim tanrım yok, diye cevap verdi sonunda, öyle hafif söyledi ki bunu, güçlükle duyuldu. Ama Sahak da, Romalı da duydular. Ve Sahak bu inanılmaz sözlerden ötürü ona umutsuzluk, acı ve şaşkınlık dolu bir bakışla baktı. İki kölenin gözleri karşılaşmamıştı, ama Barabbas, Sahak’ın bakışının içini delip geçtiğini duydu.
Romalı da şaşırmıştı.
-Ama anlamıyorum, dedi. Öyleyse neden “Christos Jesus” adını kazdırdın halkana?
Barabbas:
-Çünkü inanmak istiyorum, diye cevap verdi, ikisine de bakmadan”