“Ucuz pudra, ağır parfüm ve geniz yakan saç spreyi kokularının sigara dumanlarına karıştığı, penceresiz ve havasız soyunma odasındaki askılara asıp hayatını, renkli ışıkların aydınlattığı ihtişamlı sahnede, yüzlerce gözü her saniye üzerinde hissederek şarkı söylemek, sonra salonu çınlatan alkışlar giderek duyulmaz olurken, dar ve uzun koridorun sonundaki odaya geri dönüp tekrar kendin olmak, hayatını astığın yerden yeniden alıp giyinmek, üstelik her gece, her gece bunu bir daha yapabilmek kolay değildi.”
Norveç’te bir kentin adını, Bergen’i yani, Kasım 1976’da sahne ismi olarak belirleyen, gerçek kimliğiyle Belgin Sarılmışer’in kısa ve zor yaşamını özetleyen bu cümlelerin sarf edildiği; müzik yazarı Yavuz Hakan Tok’un kaleme aldığı “belgesel roman” Acıların Kadını Bergen (Alfa Yayınları, 2014), son yıllarda, sanatçıyla ilgili bir şeyler söyleyen, yazan herkesin temel referans kaynağıdır. Bunun nedeni ise, Bergen’in yaşadıklarıyla ilgili konuşmayı tercih etmeyen aile üyelerinin tanıklıklarının ilk kez bu kitapta yer alması, ayrıca şarkıcının doktoru, patronları, yapımcılarının da Tok’a ayrıntılı bilgiler vermeleridir. En azından iddia bu… Ama buna rağmen Bergen’in öyküsüne ilişkin net olmayan hâlâ pek çok başlık var. Kitapta da zaten bazı konuların derinlemesine ele alınmadığı, filtreden geçirildiği, atlandığı, anlatılmadığı da aşikâr.
Romanın içeriğine bakarak bir özet yapmamız gerekirse; Bergen, 6 yaşında iken, babasından ayrılan annesiyle beraber, Ankara’ya gelir. Annesi onu şarkıcı yapmak istemektedir. İlkokulun ardından konservatuvara girse de başarılı olamayan Bergen, ertesi yıl okuldan ayrılır. 1976’da, 16 yaşında iken, yaşı büyütülerek, bir kulüpte sahneye çıkmaya başlar. Öncesinde, PTT’de çalışmaktadır. Başlarda sevilse de arabesk okuması onu o dönem Ankara’sında çok da kalıcı kılmaz. 1978 yılında, birkaç aylığına Adana’da bir pavyonla anlaşır. Burada, ileride evleneceği Halis Serbest’le (sonunda t var) tanışır. HS, ona hayrandır. Bergen önceleri istemese de HS ile evlenir ve sahne yaşamını sonlandırır. Ancak çok geçmeden, HS’nin evli olduğunu öğrenir; kıyılan nikâh sahtedir, kandırılmıştır. Ankara’ya döner. Hem orada hem başka illerde çalışmayı sürdürür. Ancak HS peşini bırakmaz. O da HS’ye hâlâ çok âşıktır. Eşinden ayrılır HS. 1982 başında, Adana Kozan’da, bu kez gerçekten evlenirler. Mutludurlar. Kocasının sahneye çıkmama şartını da kabul etmiştir Bergen, artık ev kadınıdır. Fakat eşinin onu ihmal etmesi, yalnız bırakması, dövmesi nedeniyle ve annesinin telkinleri ile evinden ayrılır ve sahnelere döner. Aynı yılın kasım ayında, İzmir’de, HS’nin azmettirdiği kişi Bergen’in üzerine bir kova kezzap döker. Sanatçının vücudunun pek çok yerinde bu saldırının izi kalır. En kötüsü ise sağ gözünü kaybetmiş olmasıdır. Buna rağmen Bergen, eşinden şikâyetçi olmaz. Olayın ardından gazeteler şarkıcıya ilgi gösterir, fırsatı değerlendirmek isteyen yapımcılar, Bergen’e plak doldurturlar. Bu ise onun hayatında büyük bir kırılma yaratmaz. Alt solist olarak gazino, pavyonlarda çalışmayı sürdürür. 1985’te İstanbul’a taşınır, daha iyi mekânlarda çıkmaya başlar. O yılın sonunda ve 1986’da yaptığı albümler, İnsan Severse ve Acıların Kadını ile büyük başarı kazanır. Kasetler hem çok satılır hem de ona şöhreti getirir. Eşi ile boşanmamıştır. Onu kaldığı hapishanelerde hep ziyaret eder, ona devamlı para gönderir. Başka bir ilişki yaşamasa da bazı erkeklerle arkadaşlık eder. Buna ilişkin bir haberin ardından Adana’da sahnede bıçaklanır. Aralık 1988’de, HS hapisten çıkar. Bergen onun için sahneleri yine bırakır, beraber Mersin’e yerleşirler. Ancak geçimsizlik, kavga, şiddet sürer. Çok sevişseler de bir arada yaşayamazlar. Boşanırlar. Sanatçı, sahneye çıktığı ilk günden beri hep yanında olan annesi ile tekrar yollara düşer. Turnelere devam ederken, HS yine şarkıcının peşindedir. Onu çok sevdiğini ama sahneye çıkmasına tahammül edemediğini söyler. Sürekli dövse de sövse de bunca yıl kalbinden atamadığı HS’yi geri çevirir bu kez Bergen. Anlaşmaları iptal etmesi mümkün değildir. Bir ay boyunca eski eşini takip eden HS, 14 Ağustos 1989’da Tarsus-Çamaltı mevkiinde, bir dinlenme tesisinde Bergen’e ve annesinin üzerine kurşun yağdırır. Sanatçı yaşamını kaybeder, anne yaralı kurtulur.
Olayların diğer kahramanı HS ise, birkaç yıl önce kendisi ile yapılan röportajda, başka bir hikâye anlatıyor. Sahte nikâh kıyıp Bergen’i kandırmasının söz konusu olmadığını söylüyor ve filmi 1982’den başlatıyor. Evlenmeyi o değil Bergen istiyor. Mutlu da oluyorlar. Ama kendisi de bir vakit pavyonlarda çalışan anne Sabahat Hanım, kızını ne yapıp edip kandırıyor, sahnelere döndürüyor. Bu saatten sonra HS için Bergen bitiyor. O sadece, namusunu korumak için, onun kendisinden boşanmasını istiyor. Çünkü karısının gazinolarda şarkı söylemesi ona ters geliyor. Bergen ise ne sahneyi bırakıyor ne de boşanmaya razı oluyor. Kezzap dökme olayının sebebini de bu teşkil ediyor. Hapse girdikten sonra HS, Bergen’den boşanmak için yine elinden geleni yapıyor ama bunu başaramıyor. Hapiste Bergen onu bir ya da iki kere ancak ziyaret ediyor. Çıkınca tekrar bir araya gelseler de yolları ayrılıyor. Ancak Bergen rahat durmuyor; eski eşini arayıp kendisinin çok yakın arkadaşlarıyla yattığını söylüyor, onu tahrik ediyor. Bunlara dayanamayan HS, malum gece, Bergen ve annesi ile tartışıyor; aslında anneyi öldürmek istese de Bergen’in yaşamına altı kurşunla son veriyor. Ayrıca, bundan bir pişmanlık duymadığını, o şeyleri yine yaşasa yine Bergen’i öldüreceğini ekliyor.
Hem Tok’un kitabında hem HS’nin anlattıklarında adı anılmayan bir kişi daha var ki onun söyledikleri konuyu daha da çetrefilleştiriyor. Bu kişi, Adana’nın ünlü pavyoncularından Topal Selahattin namlı Selahattin Erbaş. O da bu konular gündeme geldikten sonra ortaya çıkıyor ve Yavuz Hakan Tok’un olayları çarpıttığını iddia edip kendi doğrularını paylaşıyor. Erbaş’ın pek çok haber sitesinde yer alan anlatımlarına göre olaylar aslında şöyle gelişiyor: Topal Selahattin, 1976’da, mekânına yeni yüzler bulması için, Ankara’ya bir elemanını yolluyor. O da Bergen’i keşfediyor ve mukavele imzalatıp Adana’ya getiriyor. Pavyonda sahne alma yaşı 20 olduğu için, Bergen şarkılarını gizli gizli söylüyor; baskın anlarında müşteri gibi davranıyor. Bu süreçte patronunun dostu oluyor, onunla yaşamaya başlıyor. Bergen’in çok fazla içki ve sigara içmesi, Erbaş’ın hoşuna gitmiyor, ayrılıyorlar. Sonrasında Bergen, HS ile tanışacağı gazino ile anlaşıyor. HS, Bergen’le evlenmek isteyince, şarkıcı gelip konuyu Topal Selahattin’e açıyor. O da, o dönem manifaturacılar kralı olarak bilinen HS’nin evli ve üç çocuklu olduğunu söylüyor. Ama Bergen bunları bile bile gidip HS ile evleniyor. Kocası bir sadist çıkıyor, işi Bergen’in bacaklarında sigara söndürmeye kadar vardırıyor. Sanatçıyla annesi Erbaş’a sığınıyor, o da onları himayesine alıyor. Ama Bergen rahat durmayıp İzmir’e gidiyor vs.
Her ikisi de karanlık tipler olan HS ve Topal Bey’in söyledikleri, tarihleri ve olayları karmakarışık bir hale getirdiği gibi Bergen’in aile üyelerinin verdikleri bilgilerle de uyuşmuyor. Görüldüğü üzere herkes konuyu farklı anlatıyor. Yani Bergen, belgesel nitelikli olduğu iddiasıyla kaleme alınan kitapta saplantılı bir aşkın öznesi iken; HS’nin anlatımında kocasını küçük düşüren, onun onurunu hiçe sayan, muhteris annesinin elinde oyuncak olmuş bir kadına; HS’den önceki sevgiliye göre ise tutarsız ve alkolik bir şarkıcıya dönüşüyor. Dahası var: Bergen’in gerçek yaşamından uyarlandığı iddialarıyla çekilen iki de filmin olması, konuyu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Bunlardan ilki; onlarca yapımın altında imzası bulunsa da Türk sinemasına kayda değer bir katkı sağladığını söyleyemeyeceğimiz Ülkü Erakalın’ın yazdığı ve yönettiği, sanatçının çok popüler olduğu 1986 yılında çekilen, video formatlı Acıların Kadını. Para kazanmak derdindeki yapımcılar onu bir şekilde ikna ediyor ve filmin başrolünü Bergen bizzat kendisi üstleniyor. Yalçın Gülhan ve Asuman Arsan’ın da sevgili ve anne rollerinde olduğu filmin hikâyesi epeyce ilginç. Bergen, çalıştığı pavyonun patronu ile beraberken genç bir müşteriyle yakınlaşıyor. Sonra ceza avukatı ve bu gencin abisi olan karakter ortaya çıkıyor. Anne, kızını bu adama adeta pazarlamaya çalışıyor. Avukat abi, Bergen’i kardeşinden uzak tutuyor, ardındansa ona kendisi âşık oluyor. Patron, bu yakınlaşmaya dayanamayıp şarkıcının gözünü kör ediyor. Bergen’in, geçmiş yıllarda annesinin baskısından kurtulmak için evlendiği ama sonra boşandığı kocasından bir kızı var ve şarkıcı onu annesinden habersizce büyütüyor. Filmin sonunda evli olduğu ortaya çıkan avukat, Bergen’e bir kâğıt imzalatarak kızını ondan alıp evlat ediniyor… Çeşitli yerlerinde, Bergen’e beş şarkı söyletilerek zaten süresinin yarısı eritilen bu 69 dakikalık film, işte bu deli saçmalarıyla başlayıp bitiyor.
Faruk Aksoy’un yapımcılığını üstlendiği, Canan Gerede’nin yazıp yönettiği Aşk Ölümden Soğuktur’un da (1994) yine Bergen’in yaşam öyküsünden esinle oluşturulduğu iddia ediliyor. Yapımda; yönetmeni annesi olan filmin başrolünde oynayan ve yurtdışında büyüdüğü için Türkçeyi düzgün konuşamayan Bennu Gerede’ye Kadir İnanır eşlik ediyor. İlki kadar olmasa da yine de tuhaflıklar içeren bu film de aslında bir Bergen hikâyesi olmaktan öte, Canan Gerede’nin, kadına şiddet bahsinde duyarlılık sergileme aracı izlenimi veriyor. Filmin başında, dansöz olan Belgin, gazino işleten Ali ile tanışıyor. Ali onu sahnelere taşıyor. Sonra evleniyorlar. Kocasının daha önce evlenmiş ve çocuk sahibi olduğunu öğrenen Belgin, Ali’ye çok kızıyor. Araları kötüleşiyor. Eşi tarafından sürekli dövülen Belgin, büyük mekân sahipleri ve yapımcılarla tanışıyor. Bunu kabullenemeyen Ali, Belgin’e saldırıyor ve hapse giriyor. Belgin bir gözünü kaybediyor. Özgür ve bağımsız bir kadın olma yolunda ilerlerken arabeski unutuyor, şiddet gören kadınlar için şarkılar söylemeye başlıyor. Sahneyi bırakmayı kabul etmediği için, hapisten çıkınca da Ali ile arası düzelmeyen Belgin, filmin sonunda eşince öldürülüyor.
Özetle her iki yapım da tam manası ile Bergen filmi olma özelliği taşımıyor. Ayrıca anlatılanların ne kadarının, hangilerinin sanatçının gerçek yaşamından alındığı sorusu, haliyle, yanıtsız kalıyor. Ve tam da burada işte, nihayet, üçüncü ve yeni Bergen (2022) filmine bakma vakti geliyor. Ama önce birkaç şeyi not etmek gerekiyor.
Müslüm Gürses’in yaşamının filme alınması işini de ilk başta üstlenen (sonra projeyi Mustafa Uslu’ya kaptıran) Orchestra Content şirketi adına Mine Şengöz’ün yapımcısı olduğu Bergen filminin senaristleri Sema Kaygusuz ve Yıldız Beyazıt. Milliyet’ten Ali Eyüboğlu, aylar önce, Şengöz’ün Yavuz Hakan Tok’la çalıştığını yazmıştı ama Tok’un ismini herhangi bir yerde görmüyoruz. Senaristlerin danışma ekibinde ise Tuğrul Eryılmaz, Nida Karabol, Meral Özbek, Murat Özyaşar, Yavuz Ekinci, Cemal Dindar ve Murat Meriç varmış. (Nasıl ekip ama! Darbeye Karşı 70 Milyon Adım yürüyüş korteji gibi.) Filmde başrol için önce Serenay Sarıkaya düşünülmüş ancak programının uymaması nedeniyle onun yerini Farah Zeynep Abdullah almış. Filmin yönetmenleriyse Zenne (2011) ve Çekmeceler (2015) filmlerinden tanıdığımız M. Caner Alper ve Mehmet Binay.
Aylardır çekildi, çekiliyor, bitiyor, HS yapımcıyı tehdit etti haberlerinin ardından nihayet 4 Mart’ta gösterime giren filmin dağıtımcısı, tahmin edileceği üzere Mars Group. Bu sayede firmaya ait Cinemaximum sinemalarında olabilecek en fazla kopyayla seyirciye sunulan yapımdan beklentiler fazla. Yeni bir rekor gelir mi, bilemeyiz. Ama Şengöz’ün gözünün yükseklerde olduğu kesin. Tanıtım, reklam, pr çalışmaları da bunun işareti. Filmin vizyon tarihi bile özenle seçilmiş. 4 Mart’ın ne gibi bir özelliği var, denilebilir. Bence de yok, 8 Mart’tan önceki son cuma gününe denk gelmesi dışında tabii. Ki konu da zaten bu.
Muktedir ve Orta Çağcıl politik odakların da etkisiyle son yıllarda iyice artan kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin karşısında (elbette doğal olarak) belirginleşen bir öfkenin örgütleyicisi bazı kesimlerin zaman zaman andığı Bergen’in tüccar sinemacılarca malzeme edilme zamanı geldi de geçiyordu zaten! Bir insan, arabesk müzik icra eden bir sanatçı, çokça hata yapan ve bunun bedelini de ödeyen herhangi bir birey olarak Bergen’i zerrece umursamayacak tiplerin Bergen aşkının araçsal olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.
Film şirketinin, 8 Mart’ta yayınlanmak ve geliri Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na bırakılmak kaydıyla, 8 kadın şarkıcının söylediği 8 Bergen şarkısından oluşan bir de albüm hazırladığını vizyondan hemen önce öğrendik. Her şey planlı projeli yani, alışkın olduğumuz şeyler, şaşırmadık. Ama Popstar Alaturka’dan mezun Mehtap Yılmaz epeyce şaşırmış, yazık. Kendisi, Bergen’le özdeşleşen Sen Affetsen Ben Affetmem şarkısını seslendirmiş, buna klip çekmiş ve sanırım film sayesinde belki biz de ekmek yeriz, diye düşünerek klibi 4 Mart’ta yayınlatmak istemiş. Ama ne mümkün! Açıkgöz veya Şengöz’ler, olaya müdahil olup, şarkıcının yorumunu izleyiciye sunmasının iki ay geciktirilmesi kararını aldırmışlar… Bu süreçte, aynı şarkıyı, andığımız albümde seslendiren Gülşen’den dinlemekse serbest, hatta zorunlu. Evet, sahneye çıplak çıkacakken son anda en azından şu külotumu geçirivereyim bacağıma diyen; bazı aklı evvellere göre cesur tavrıyla eril zihniyete tokatlar atan ama aslında bedenini bir cinsel obje haline getirip piyasaya sunmakta beis duymayan, popüler kültürün en çürümüş isimlerinden biri olan Gülşen’den…
Filmi, namlı eleştirmenlerin beğendiğini de ekleyelim. Sinemaya sadece “teknik” açıdan bakmayı yeterli bulan, pek çoğu da kimlikçi olan tayfanın üyelerinin ideolojik-politik bir söz söylemesini beklemek de mantıklı değil gerçi. Bu vesile ile söylemiş olalım: Her şeye rağmen gazeteciliğin onurunu, etik ilkelerini savunmayı ısrarla sürdüren Faruk Bildirici, keşke şu solcu eleştirmenlere avucundan su içirse… Bağımsız bir sinema yazarı, özel gösterime gitmez diyemeyiz ama özel gösterimden çıkar çıkmaz bir filme övgü düzmez, düzmemeli. Bunun örtük bile değil açık reklam olduğunu bilmeli.
Bergen’e dönersek… Filmi yapanlar, hikâyeyi Bergen’in aile üyelerinden aldıkları bilgilerle oluşturduklarını söylüyorlar. Tıpkı Yavuz Hakan Tok gibi. Filmi özetlemeye gerek duymuyorum. Ancak her iki öykü paralelse de aralarında farklılıklar olduğunu söyleyelim. Kitaptaki pek çok olay filmde yok veya değiştirilmiş veya zamansal olarak ileriye geriye taşınmış. Sanatçının yaşamının bir kesitinin değil de tamamının perdeye aktarılmasının zor olduğu kesin. Buna, yapımcıların, bir elinde akıllı telefonu diğer elinde mısır kovasıyla koltuğuna gömülüp geviş getirirken film izleyen kişilerden oluşan sinema seyircisinin hassasiyetlerini gözetme çabası da eklenince, ortaya iyi bir film çıkmamış. Boşluklar, kaymalar, çelişkiler fazlaca. Bergen’in sanatçı kimliği neredeyse hiç mesele edilmemiş. Sahneye, müziğe tutkulu bu genç kadının kısa yaşamı, tatlı su muhalifliğinin “mor” hezeyanlarına boyanıp değersizleştirilmiş. Canan Gerede’nin yarım bıraktığı iş tamamlanmış.
Bergen’i beğenen eleştirmenlerin en çok dile getirdikleri konu, filmdeki İstanbul Sözleşmesi değinisiydi birkaç gündür. Oysaki yapımda böyle bir şey söz konusu bile değil. Filmin sonunda, kadın cinayetleri ile ilgili sayısal verileri içeren bir cümlede geçiyor sözleşmenin adı. Buna bir vurgu falan yok. Bergen’in konser afişlerinde kullanılan o özel karakterlerle “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!” bile diyememişler. Diyemezler.
Farah Zeynep Abdullah’ın performansı da yine olumlu anılıyor. Bu ise çok normal. Zira Farah Zeynep (çok güzel ve) çok iyi bir oyuncu. Ama burada başarı ölçütü bence, filmin tamamındaki değil (zira Bergen’in günlük hayatını zaten bilmiyoruz; Farah bunu kendi yorumuyla ortaya çıkarmış.) Bergen’in şarkı söylerken canlandırıldığı bölümlerdeki oyun. Çünkü sanatçının sahnesine ilişkin çok az görüntü kaydedilmiş o dönemlerde. Farah Zeynep’in bunları çok iyi izleyip hazırlandığını zannediyorum.
Filmdeki şarkıları oyuncunun kendisinin seslendirmesi de ayrıca önemli. Ama şu var: Filmin ilk kısımlarında söylenen şarkı türküler tamam da; sonlara doğru Bergen’i Bergen yapan arabesk şarkılara (Benim İçin Üzülme, Seni Kalbimden Kovdum) sıra gelince Farah Zeynep’in sesinin de yorumunun da yetersiz kaldığını görüyoruz. Bunda da tuhaflık yok. Zira Bergen, filmde hiç değinilmiyor ama çok önemli, özgün ve güçlü bir sesti.
O; ilk kez kendisinin söylediği veya sonradan okuduğu, klasikleşmiş pek çok şarkıyla hâlâ dillerde, kulaklarda. Kalmaya da devam edecek. Bergen, en popüler olduğu dönemde bile şehir şehir gezip kendisi gibi, halktan insanlarla buluştu. Acılarını satmadı, şarkılarına katıp ülkemizin başka acılı insanlarıyla, yoksullarıyla buluşturdu. Seksenlerde başlayıp seksenlerde biten kötü bir öykünün her şeye rağmen güzel ve nahif kahramanı olarak kalplerde yerini aldı. Paragözler, Şengöz’ler kim ki onu anlasınlar? Müslüm Gürses’in, Bergen’in hatıralarını, üstelik de tahrif ederek, paraya dönüştürmek derdindeler. Onları, hepsini birden, Tanrı affetse biz affetmeyiz.