Son Cruise – Hamdi Murat Karakütük

Geçenlerde Azizm Sanat Örgütü’nün sinema yazıları arşivine bakarken sevgili Onur Keşaplı’nın Son Samuray ile ilgili bir yazı kaleme aldığını gördüm ve heyecanla açıp okumaya başladım. Nitekim Dinler Tarihi ile ilgili geniş bir seri kitap çalışması kaleme alıyordum ve Şintoizm cildindeydim, Son Samuray filmini yeniden seyredip batılı bakışın kurulduğu yerleri araştırıyordum. Hocamızın yaşadığı nostalji ve sinemasal heyecan bana da öylesine tanıdık geldi ki oturup bambaşka bir açıdan film üzerinden katkı sunmaya dair güçlü bir tutku hissettim. Bugünden bakıldığında tam 19 yıl olmuş bu epik iş vizyona gireli. 

Oldukça başarılı bu Hollywood filmine farklı açılardan göz atmanın post-truth çağında belki de tam sırası. Zira bu öyle bir film ki Japonlara bile Japonya’nın samuray atalarını (?) yeniden sevdirmiştir. Edward Zwick’in 2003 yapımı The Last Samurai (Son Samuray) filmi Modernleşme dönemini kendisine arka plan yapıyor. Hikâye, batının sömürmek (iş birliği yapmak yahut demokrasi götürmek) ya da her türden ilişki kurmak istediği çağların ayyuka çıktığı hammadde dönemiyle başlıyor. Amerikalılar pek severler savaş açıp yok ettikleri kültürlerin son temsilcilerini “yankees” yaparak filmleştirmeyi. Son Mohikan (1992) nasıl Kızılderilileri epik bir Amerikan kahramanına dönüştürüyorsa Son Samuray‘da Tom Cruise’un oynadığı Yüzbaşı Nathan Algren de böyle bir misyonu taşımakta.

Konu ise yüzeyde oldukça anti-emperyâl bir hava taşıyor. 1860’lı yıllarda Amerikan ordusunda görev yapmış bir yüzbaşı olan Algren, askerden ayrılmıştır. Alkolik bir haldedir, Kahramanlık kutlamalarında ve silah fuarlarında Winchester[1] Tüfek Firmasının teatral tanıtımlarını yapmaktadır. Vahşi ve eli kanlı Kızılderilileri nasıl bu tüfeklerle öldürdüklerini temsil üzerinden anlatırken başarılı nişancılığı ile gelenleri etkilemektedir. Her şey ‘anlatılanların ucuz bir yalan temsil’ olduğu gerçeği üzerine kuruludur sekansta. Zaten mutsuzdur Algren zira anlattıkları esasen iki yüzlülükten ibarettir ve tabelalardan okumaktadır oynadığı eski kahraman rolünü. Nitekim öldürdükleri Kızılderililer yalnızca silahlı vahşiler (isyancılar) değil silahsız masum halklardır ve bunun bilincinde olduğu için de tüm bu yaptıkları katliamlardan dolayı bir tür bunalım, vicdan azabı[2] yaşamaktadır. Amerikalıların yine çok sevdiği savaş sonrası stres bozukluğunun Sioux (Siyu) sonrası versiyonu vardır karşımızda. “Amerikan İç Savaşı” olarak bilinen dönemdeki tüm bu kıyımlardan rahatsız, ölmek isteyen yakışıklı, ukala, gerçekçi bir kahraman hatta Amerikan karşıtı görünen bir kahramandır Algren. Kâbuslarında, öldürdükleri kadın, çocuk ve bebekleri görüp acı çekmektedir. Bir de onun üstü olan Albay Bagley (Tony Goldwyn) vardır ki kendisi tamamen kibirli, açgözlü, soğukkanlı bir katildir. Yaptıkları sistematik katliamları Algren ve diğer süvarilere o emretmiştir. Kabuslardan birinde aralarında şöyle bir tartışma geçmiştir katliam öncesi:

-Bu bir ceza harekâtı Yüzbaşı.

-Albay Bagley, bu insanların işgallerle ilgisi yok.

-Sessizce gidin çocuklar…

Yıllar sonra Japonlar da modernleşmek ve kendilerine bu noktada isyan eden diğer muhafazakâr unsurları yenmek için Amerika’da çare aramaktadır. Bakan ve imparatorun da danışmanı olan Omura, Algren’in methi yüzünden silah fuarına gelip onu ve takımını Japonya’ya götürerek ordularını eğitmelerini istemektedir. Bunun için yüklü paralar teklif ederler, sürünmekte olan kahramanımız maceraya ikinci çağrısında elbette Bagley’i dinler ve gelen Japon heyetinin önce reddettiği teklifini sonra kabul eder.

Bagley: Nathan! Savaş sırasında bana emredileni yaptım ve pişman değilim. Geçmişi unutmaya ne dersin?

Nathan: Japonları öldürmemi mi istiyorsun? Öldürürüm.

Bagley: Kimseyi öldür demiyorum…

Nathan: Japonların düşmanlarını öldürmemi istersen onları da öldürürüm. Asiler, Siyular ya da Şayenler. Ayda 500 dolara kimi istersen öldürürüm. Ama bir şeyi sakın unutma. Seni bedavaya seve seve öldürürüm…

12 Temmuz 1876 yılında zaten yazar, dilbilimci ve tam bir silahşor da olan Algren ve sadık adamı, kötü albayları Bagley’in komutasında Japon ordusunu eğitmek üzere Tokyo’ya varırlar. İngiliz çevirmen Simon Graham (Timothy Spall), Yüzbaşı Algren’in mihmandarıdır.

Simon: Yirmi yıl önce burası sakin bir kasabaydı bir de şimdi bakın. İmparator, batılı olan her şeye düşkün. Fakat Samuraylar değişimin fazla hızlı olduğunu düşünüyor. Sanki tarih ile modern çağ Japonya’nın ruhu için savaşıyor gibi. Bu yüzden yeni patronumuz Bay Omura, bulabildiği tüm batılı uzmanları getiriyor. Fransa’dan avukatlar, Almanya’dan mühendisler, Hollanda’dan mimarlar ve şimdi de Amerika’dan askerler.[3] Buraya yıllar önce İngiliz ticaret gemisiyle gelmiştim. Kısa süre sonra işimden alındım çünkü kimsenin asla gerçek niyetini söylemek istemediği bir ülkede gerçeği söylemek gibi bir şanssız bir alışkanlığım vardı. Şimdi başkalarının yalanlarını doğru bir şekilde tercüme ediyorum. İki bin yıldır halktan kimse imparatoru görmemiştir. Bunun ne kadar büyük bir onur ve ayrıcalık olduğunu anlamalıyız. Bir ayin havasında yapılıyor tabii. Ona bakabilirsiniz ama o sizinle konuşana kadar siz susacaksınız. Ayağa kalkarsa eğilmelisiniz, o eğilirse daha aşağı eğilmelisiniz…

Algren daha ilk çatışmada lafı dinlenmediği için Samuray ordusuna esir düşer ve nihayet efsanevi kahraman Katsumoto (Ken Watanebe) ile tanışır.[4] Bir yıl boyunca dağ köyünde bu savaşçı Samuray klanının esiri olarak yaşayan Algren burada huzura varır, Budha’ya ulaşır, şaman ritüelleri ile adeta arınır, ölür baştan dirilir ve kılıç sahibi bir samuraya dönüşür. Üstelik esir düştüğü savaşta öldürdüğü yüce bir savaşçının karısı bakmaktadır yaralıyken kendisine. Elbette bu güzel kadın ile ilişkiye girer ve artık resmen Samuray olur, öldürdüğü adamın zırhını kuşanarak aslında onun ruhunu yer, içinde kabzeder. Burada Samurayların çok iyi, kusursuz insanlar olduğunu, başta Amerika olmak üzere bütün diğer unsurlardan daha kibar, gelişmiş, onurlu olduklarını kavrar. Algren onlara Amerikan adetlerini öğretir onlar ise Algren’e samuray olmayı. Bir yıllık esaretin daha doğrusu eğitimin sonunda Algren taraf değiştirir ve Katsumoto’nun davasına yardım etmek için canını ortaya koyar. Tipik bir öze dönüş, yeniden doğuş, katarsis hikayesi izleriz yaklaşık iki buçuk saat ve teknik olarak her şey neredeyse mükemmeldir. Bütün duygular geçer izleyicisine. Sonunda Algren’i ve yanındaki Katsumoto’yu ayakta alkışlar, önlerinde genç imparator, tanrı kral, güneş soyu Meiji gibi bizler de eğiliriz. Film öylesine güzel ve etkili bir Hollywood monomitisidir ki bir de bangır bangır anti-emperyal oluşuyla, anti-Amerikan duruşuyla bizlerin ilk seferde gönlünü fethe taliptir. Öyle ki Bagley, taraf değiştiren Algren’e şöyle der: “Kendi halkında bu denli nefret ettiğin şey nedir?”

Oldukça etkileyici ve iş gören diyaloglardan birkaç örnek daha sunmak istiyorum.

-Silahlarını kimler temin ediyor?

-Diyor ki: “Katsumoto artık ateşli silahlar kullanarak onurunu lekelemiyor.”

-Ne, ateşli silah kullanmıyor mu?

-Anlamalısınız. Katsumoto kılıcını imparatoru korumaya adadı. Bir samurayın kılıcı onun ruhudur derler. Samuraylara akıl ermez, onlar hakkında yazmaya çalışıyorum ama hiçbir şey anlatmıyorlar. [5]

-Sersemler hâlâ zırh kuşanıyor.

-Evet, ama İrlandalıların hâlâ peştamal taktıkları dönemlerde bu adamlar dünyanın en gelişmiş savaşçılarıydı.

Filmi ilk seyrettiğimde çok etkilendiğimi hatırlıyorum zira bütün sinemasal unsurlar, klasik anlatı yapısı öylesine yerli yerindeydi ki yıllarca ne vakit Samuray ya da Japon Kültürüne ait bir şey duysam aklıma Son Samuray geliyordu. Filmde Samuray kültürünün de ciddi bir öğesi olarak anlatılan Bushido yani “Savaşçının Yolu” felsefesi ise ayrıca heyecan vericiydi. Filmde hem Şinto hem Budist hem de dönüşüm aşamasındaki Japonya resimleri öylesine iyi ve iç içe verilmişti ki (gerçekte de durum biraz böyledir) izleyen her kitle kültürü insan dolaysız bunlardan etkilenerek kendini meditasyon yaparken yahut çay seremonisinde dinlenirken, katana ile tâlim yaparken ya da afilli lafları defterlerine yazarken bulabilirdi. İşte “soft power” yani “yumuşak güç” dedikleri kültür emperyalizmine ve erozyonuna muhteşem bir örnek. The Last Samurai filmi tüm kusursuzluğu ile havsalamızda yükseliyor ve nasıl da anti-Amerikan, zaten ondan “Oscar” vermemiştirler. Bir bakıma gerçekten de akademi bunu ilk katmanda algılayacak denli sığ olabilir bu bahsi diğerdir fakat asıl aşağılara indiğimizde gördüklerimiz tam bir yumuşak güç ve kültür sahiplenme hatta işgal etme, üstüne üstlük bunun üzerinden bir arınma yaratma çabasıdır. Meğer “son samuray” bir Amerikalı aktör hatta Tom Cruise imiş işe bakın. Üstelik sistematik şekilde yapılan Kızılderili soy kırımlarının bütün sorumluluğu Anglosakson bir subay ile onun gibilerin keyfiyetine yüklenmiş durumda. Meğer Bagley ve onun temsil ettiği bazı düşüncesiz askerler yüzünden yaşanmış koskoca bir soykırım öyle mi?

Algren, tam bir melek daha doğrusu Amerikan monomitisinin ve dahî tüm sonsuz yolculuk yaşayan kahramanların batılı İsa’sı. Halkındaki azgınların suçlarını omuzlarına almış ve çarmıhını sırtında taşıyan örnek oğuldur yine Nathan (yani Nathanel) karakteri. Zaten bu düzeni durduramadığından alkolik olmuştur o, vefakâr, cefakâr, zeki, güzel, kaslı, ironik, kimseye eyvallahı olmayan, günah keçisi ilan edilmeye uygun, mağrur ve tabii ki mağdur ama güçlü, onurlu, gururlu, küllerinden doğan, asil zira asaletini hak ederek kazanmış bir “American Hero.” Dert nedir, bir ülkenin iç işlerine müdahale ve silah paketi satmak için gelmiş paragöz, katliamcı özel birlik askerlerinin iktidar mücadeleleri. İçeride de Modern mi (laik mi) olalım yoksa muhafazakâr mı (şeriatlarımız dursun mu) kalalım diye dövüşen bir siyasi, askeri cenahların rant, iktidar kavgaları. Bize anlatılan bir derebeyi ile ulusalcı, batıcı bir imparatorun kavgasındaki Amerikalılar aslında. Sonunda ne yapılacakmış, Algren gelip onların saygılarını kazanacak ve işgal de böyle gerçekleşecekmiş, mesaj aslında bu, nitekim sonunda kaybeder samuraylar.

Kanadalı iletişim teorisyeni, düşünür Marshall McLuhan’ın (1911-1980) o çok önemli sözünü hatırlayalım: “The Medium is The Message.” Seyrettiğimiz şey bir klasik Hollywood gişe filmidir ve dramatizayonu, stilizayonu, kurgusu “Box Office” için tasarlanmıştır. Zaten ontolojik olarak da bu bir ülkenin en büyük ve global ölçeği gereği de devasa olan sektöründeki yapımcıların, şirketlerin çalışanlarına yaptırdığı bir işe dayanmaktadır. Muhatabı içeride ve dışarıda bilinerek var edilmiş her yere de ona göre servis edilmiştir. Ülkemizde ve tüm dünyada Amerika’nın Irak’ı işgalindeki insanlık suçları ve bilhassa da Abu Gharib adlı cezaevindeki akıl almaz işkenceleriyle bunların servis edilmiş kanıtları konuşuluyordu. Hatırlıyorum da sinemaya gidebilen kesimlere bu filmdeki Amerikan eleştirisi ilaç gibi gelmişti… 

İşte Amerikalıların oryantalizm tutkusuyla önünü alamadığı ve unsurunu kendisine katmaya çalıştığı, Baudrillard’ın tabiri ile “kültür sahibinin kültürüne ahıra dalar gibi dalmaya” kalkışmasına tipik bir örnek. Hakiki tarihe ve Japonlarla benzeşip benzeşmediğimiz, karşılaştırmanın yerinde olup olmayacağı meselesine dönersek şuradan devam edebiliriz, Winchester marka silahlar, Plevne Müdafaasında da (1877 yani Algren Samuray köyünde çocuklara beysbol öğretirken) kullanılmış ve belini bükmekte âciz olduğumuz Rus ordusu yenilgiye uğratılmıştır. Rus ordusu bu etkili tüfek karşısından mağlubiyetine son vermek için Mosin-Nagant tüfeğini geliştirmiştir ki bu macera AK-47’ye kadar katlanarak sürmüştür orada. Biz mi? Biz Plevne’deki zafere marş yazdık, müsamereler düzenledik. Silah almaya devam ettik. Ruslara karşı kaybetmeye devam ettik. Sultan Abdülaziz’in huzurunda denize indirilmiş ve sultan 2. Abdülhamid’in emriyle Japonya’ya gitmişti Ertuğrul firkateyni. 1890 senesinde İmparator Meiji tarafından görkemli törenle karşılanmıştı ve gemide 100 adet Winchester tüfeği vardı. Hem firkateyn faciasındaki yakınlaşma hem de Japon kültüründeki derinlik ilişkileri arttırmıştı. Sene 1904-1905 olduğunda Çarlık Rusya’sı Japonya’ya hem kara hem de denizde ağır şekilde yenilince dönüp ne olduğuna bakmaya başladık. Bozkurt Güvenç’in belirttiğine göre durumu “mucize” olarak değerlendirmişiz ve hem “Japon Mucizesi” mottosu hem de Japon’a karşı bir hayranlık o zamandan başlamış. Yine Güvenç’in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Kültürün ABC’si” isimli eserinde geçtiğine göre 1960’larda Princeton Üniversitesindeki bir toplantıda Japon ve Türk Modernleşmesi karşılaştırılmış ve sonucunda da bu iki toplumun birbirine hiç benzemediği o yüzden kıyaslamanın mümkün olamayacağı sonucuna varılmış. Zaten bir toplumun dinamiklerini, kültürünü, avantaj ve dezavantajlarını içselleştiremeden onun hiçbir gelişim ürününü alıp kalanını bırakamazsınız.


[1] Katsumoto kaplan ile ilgili bir Haiku yazmaktadır ve Algren’in gelişi şiirde bir şeyleri hareketlendirmiştir. Çok hoş bir anekdot. “Shodo” ve “sado” gibi diğer sanatsal unsurlarla ritüelleri ve bunların filme serpiştirilişi etkileyiciydi. Hollywood’un görsel efekt ve sanat yönetimi süpervizörlerinden Jeffrey A. Okun ile ekibinin incelikli çalışması kendini belli ediyor bu yapımda da. Kabuki tiyatrosundayken köye yapılan Ninja baskını, Tokyo’daki Ronin dövüşleri de filmdeki Japanology itinasına başka plastik örnekler. Zaten Zwick filmi Kurosawa’ya ithaf etmiş, yönetmenin izini de filmde hissettirmiştir. Filmin kültürel referansları belli yerlerde fena olmasa da genelde Hollywood özensizliği yine detaylarda kendini belli etmektedir. Sözgelimi Meiji’nin huzuruna filmde üç kez kılıçlarıyla yani silahla varıyorlar.

[2] “Supernaturel” izleyenler hatırlayacaktır bu markayı. Amerikan “Neo-Con” anlayışının zihniyetinde bulunan güzide silahlanma ve ötekileri öldürme anlayışının başarılı stilizasyonlarından olan bu kült dizi 327 bölümle 15 sene devam etmiştir. Dizide Samuel “Colt” karakteri ve onun “altıpatlar” icadı da kutsal nesne olarak sunulmaktadır. Mottosu şöyledir dizinin: “Önce ateş et, sonra soru sor…” 

[3] Tipik monomity erdemi. İsa sonrası bu motivasyon ve erdem “passion” denilen süreçle yeniden ve daha dini şekilde kurgulanıp “Stigmata” ile şematize edilmiştir. Mâlûm birilerinin bu keşmekeşin sorumluluğunu tanrı-sal bir sıfatla üstlenmesi gerektir. Onların günahları için “hero” acı çekecektir…

[4] Simon ve diğer oryantalistler için durum böyle olsa da ne o zaman ne de genel olarak Samuraylara akıl da sır da ermekteydi. Onlar, savaşçılardan müteşekkil soyluların önderlik ettiği klanlardır ve hiç de filmde idealize, romantize edildiği gibi değildir durum. Filmdeki onur eğretilemesinin karakterlerden de öte mekân boyutunda eğretilendiği muhteşem köy aslında o kadar da muhteşem olamaz. Oradaki insanların da derdi Japonya’nın o dönemindeki her egemen odak gibi toprak ve iktidardır. Evet, Japon Kültürü, Samuraylık müessesesi etkileyicidir ve fakat bunun için oralı birinin gözünden meseleye yaklaşmak daha gerçekçidir. Bu noktada en iyi örneklerin başında da elbette Kurosawa gelmektedir. “Seven Samurai” & “Rashomon” ve “Ran” filmleri ile başlanabilir. Zatoichi, Seppuku v.b. filmler…

[5] Elbette bu kısım da aslında siyasal bir kurgudan ibaret. Diğer bir deyişle Amerika’dan yardım istenmemiştir ve işin Algren dahil Amerikalılar kısmı tarihsel gerçeklerle ilişkili değil. Zaten o dönemde Amerikan askerinin gelişmişliği durumu da pek filmdeki gibi algılanmıyordu. Japonya’nın bu türden askeri taktik ve uzman ihtiyacını karşılayan o dönemde Prusyalılardı.

Bunu paylaş: