“Amerikan Güreşi” ne kadar güreşse, Oscar da o kadar sinema.
Tam olarak ne zaman başladığını kestiremiyoruz ancak epey bir süredir özellikle sinema dünyasında bazı doğrular ya hiç söylenmiyor ya da doğru değillermiş gibi davranılıyor. Eleştiri dünyasının her şeyi beğenen, sinema adına her yapılanı selamlayan sindirim mekanizmasını anlamak gerçekten güç.
soL’un bu sayısını* elinize aldığınızda 87. Akademi Ödülleri veya yaygın adıyla Oscar ödülleri dağıtılmış veya dağıtılmak üzere olacak. Törenleri 75 ülkede canlı yayınla takip edildiğinden, altın heykelciği alanın hayatı değiştiğinden ve tüm sinema dünyasının nefesini tutup Cumartesi akşamı Los Angeles’daki Dolby Theatre and Highland Center’a kilitlenmesinden dolayı Oscar bir sinema olayı değil de, sinemanın ta kendisi sanılıyor. Oysa Oscar, bir sinema olayı bile değil.
Hollywood ve Oscar’ın ideolojik işlevselliği sadece solcuların uydurduğu bir öcü olmasa gerek. ABD’nin bir Kültür Bakanlığı olmadığı, bu işlerin başka araçlarla birlikte Hollywood gibi taşeronlar eliyle de yürütüldüğü bilinmiyor mu? Oscar ödüllerinin, bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığı unutuluyor mu?
Kuşkusuz unutulmuyor ama görmezden geliniyor. O zaman bize de görünür kılmak düşüyor.
Hollywood: Bir Ticaret Masalı
ABD 1900’lerin başından itibaren on beş yılda 15 milyon göç almıştı. Dünyanın her yerinden bir kurtuluş umuduyla gelen, yoksul ve cahil bırakılmış milyonlarca emekçi için dilini bile bilmedikleri bu ülkede o günlerde sessiz olan sinema bir anda tek ve ortak eğlence olmuştu. Burjuvazi, sinemaya has bu birleştirici ruhu, paraya dönüştürülecek fırsat olarak gördü. Böylece Hollywood daha başında geniş pazar olanakları ile ticari bir sektör olarak doğuyor ve gücü yeni yeni keşfedilen bir ideolojik araç olarak Burjuvazinin göz bebeği oluyordu.
Ancak 1929 ekonomik krizi yaklaşıyordu. “Star” sistemi ve etkili bir magazin ağı ile sektöre ilgi bir düzeyde tutulabiliyor ama krize bağlı olarak seyirci sayısının azalması önlenemiyordu. 11 Ocak 1927’de Los Angeles’da Ambassador Oteli’nde yapılan, sektörün temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda, sektörü canlandırmak, ilgiyi arttırmak için bir tören yapmaya ve bu organizasyonu sağlamak için Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisinin kurulmasına karar verildi. Bu temsilcilerin en kalabalık grubunu MGM, Warner Bros gibi yapım şirketleri sahiplerinin oluşturduğunu not edelim. Bu akademi 1928’den günümüze kadar her sene yapılan Oscar ödül töreninin organize eden kurumdur.
Oscar törenleri de böylece bir sanatsal faaliyet olarak değil bir ticari faaliyet olarak doğmuş oluyordu. Zaten dikkat edilirse tören bir festival olarak düzenleniyor değil. Yani film gösterimleri, sinema etkinlikleri vs. yapılmıyor. Sadece ödül vermek için bir gece düzenleniyor, o kadar. Bu 1928’de de böyleydi.
Oscar Asıl İşlevini Kazanıyor
İkinci savaş sonrasına kadar Amerikan halkı henüz tamamıyla esir edilmemiş, ülkede belirgin bir Sovyet sempatisi kırılmamıştı ve örgütlü işçi sınıfının gücü hala hissedilir durumdaydı. Dolayısıyla Oscar’ın seyri de tutarsızlık arz ediyordu. En İyi Film Ödülü, 1939’da Victor Fleming’in muhafazakâr eseri Rüzgâr Gibi Geçti’ye verilebiliyor 1941’de bu defa toplumcu gerçekçi yönetmen John Ford’un Vadim O Kadar Yeşildi ki’ye gidebiliyordu.
Ancak pek tabi bu salınımın bile bir sınırı var. Örneğin Oscar, sistemin doğrudan iç çelişkilerine saldıran Charles Chaplin’e hiç bir zaman verilmedi. Ne filmlerine, ne de oyuncu veya yönetmen olarak kendisine. 1970’te iade-i itibar niteliğindeki onur ödülünü saymıyoruz tabi. Oysa Chaplin filmleri epey popülerdi de. Ama Oscar ödülleri çoğu zaman popüler olana değil, dönemin ihtiyaçlarına göre en “kullanışlı” olana veriliyordu. Bu bugün de çok daha kontrollü bir şekilde böyledir.
İkinci savaş sonrası ise ABD emperyalist hiyerarşinin tepesine oturmaya hazırlanıyordu ve ekonomisini, toplumsal yaşantısını bir bütün olarak bu hedefe dönük örgütlüyordu. Soğuk savaş başlıyor ve tabi ilk başta komünistlerin kellesi gidiyordu.
1947’de kurulan HUAC (Amerikan-olmayan (Un-American) Aktiviteler Üzerine Soruşturma Komitesi) “Amerikan değerleri” diye bir şey icat edip bu değerlere uymayan tüm unsurları kültür sanat dünyasından temizlemekle görevliydi. Bu süreçte baskıya, işsiz kalmaya mecbur bırakılan onlarca sinema emekçisi içinden, Hollywood’un ilerici yönetmenlerinin bir kısmı (10 kişi – Hollywood On’ları) daha öne çıktı ve haklarında bir dizi karalama kampanyası ve ipe sapa gelmez suçlamalar ile davalar açıldı. Suçlamalardan biri de ABD Komünist Partisi ile olan ilişkilerdi. Davalar bu kişilerin tüm kariyerlerini bitirdi. Bu, başkaları için de gözdağı oldu. Eğer ABD’de film yapılacaksa filmler “Amerikan değerlerine” uygun olacak, kabul etmeyenler vatana ihanetle suçlanacaktı.
Böylece başlamış oluyor ABD’nin 1950’li yılları. Emperyalist hiyerarşinin adım adım tepesine yükselen ülke için artık Hollywood’un sadece dünya pazarını elinde tutması yetmiyor. Sıkı bir denetimle ülke için ideolojik işlevi arttırılıyor ve tüm dünyaya da Amerikan değerlerini satan bir organizasyona dönüşmesi gerekiyor. Emperyalist hiyerarşi bunu gerektiriyor. Eh, Oscar da bundan nasibini alıyor.
McCarthy Amerika’sında Ucuz Propaganda
Hollywood’dan sosyalistlerin temizlenmesi 1950’lerde McCarthy dönemi boyunca şiddetlenerek sürdü. Buna koşut olarak 1954’te cadı kazanının boyun eğdirdiği solcu eskisi Elia Kazan, bir nedamet simgesi olarak çektiği, işçi sınıfından bir beyaz erkeğin Amerikan değerlerine aykırı olanla savaştığı Rıhtımlar Üzerine filmi ile en iyi film dâhil 8 dalda ödül aldı. Ödül 1956’da 80 Günde Devri Âlem’e verilirken süpergüç olmanın altı çiziliyor, 1957’de Kwai Köprüsü ile Anglosaksonlar yüceleştiriliyor ve bu, 50’ler boyunca süren beyaz, ataerkil aile ve girişimci, savaşçı bireyler anlatısı 1959’da Ben-Hur’da katolik mitoloji ile harmanlanarak doruk noktasına çıkıyordu.
1960’ların ikinci yarısına doğru Siyah hareketi yükselmiş, feminist eylemler başlamıştı ve Vietnam savaşına karşı özellikle gençler arasında anti militarizm yaygınlaşıyordu. 1970’lerin başından itibaren petrol krizinin tetiklediği daralmayı da hesaba katınca baş emperyalist ülkenin yaklaşık 10 yıl boyunca toplumsal ve siyasal kriz içinde olduğunu düşünebiliriz. Bu, ABD gibi bir ülke için kabul edilemez bir durumdur.
Muhalif Olan Kapsanıyor
1970’lerde en iyi film ödülünü alan filmlerin çoğunun muhafazakârlık dozunun yüksek olması bu yüzdendi. Ancak bu filmlerin 1950’li yılların estetiğinden bir farkı vardı. Hollywood inandırıcı olmak istiyorsa 1960’ların muhalefeti ile ortaya çıkan yeni tipolojiyi kuşatarak ve politizasyonunu sulandırarak kapsamak zorundaydı. Hem bu yol neoliberalizmin şafağında burjuvaziye yeni bir ideolojik hamle yapmak için verimli ve yaratıcı olanaklar da sunuyordu.
1970’te bir yandan General Patton’ın İkinci Dünya Savaşı güzellemesine ödül vererek Vietnam’da dağılan ulusal onuru toparlanıyor öte yandan 1971’te Kanun Kuvveti’ne verilen ödül ile yasalardan bağımsız davranan polis figürü yüceltilerek devletçilik, bireycilik ile delinmeye çalışıyordu. Keynesyen dönem kapanıyordu. 1975’te Guguk Kuşu en iyi film ödülünü alırken liberalinden muhafazakârına herkesin gönlünü kazanıyor ve katı kurallı akıl hastanesi devletçilik metaforu oluyordu. Kazanan, ABD’nin tipik, başarılı, Anglosakson beyaz erkeği değil, marjinal, kurallara boyun eğmez ve sonuçta doğaya dönen (tıpkı hippiler gibi) bireyci erkeği oluyordu. Bir kaç dalda birden Oscar alan Baba I & II benzer tipte uyumsuz bir muhafazakâr erkeği överken, Rocky tüm ezilenlerin umudu oluyordu.
Marjinal olan kapsanmış, düzen dışı düzen içine çekilmiş ve 1980’lerin neoliberal dalgası için gerekli yakıt da sağlanmıştı.
Ve Hep Aynı Hikaye
Hollywood’un motivasyonu 70’lerden günümüze kadar kabaca bu hatta seyretti. Oscar sadece, ABD’nin içeride veya dışarıda en çok ihtiyaç duyduğu manipülasyonu sağlamak için biraz daha inceldi o kadar. Bu öyle ileri boyutlara vardı ki, 2012’de şimdi kimsenin hatırlamadığı, İran karşıtı epey önemsiz bir film olan Argo’ya en iyi film ödülü verildi ve ödül Beyaz Saray’dan ödül törenine video konferans ile bağlanan Michelle Obama tarafından ilan edildi. Bu tehdit gibi sunuş dünyanın her yerinden canlı izlendi.
Bu süreçte ABD iktidarının ihtiyaçları doğrultusunda yer yer muhafazakâr tonlar ağırlık kazanırken, kimi zaman liberal tonlar baskın geldi. “Yeni dünya düzeni” ilanından sonra, 1994’de Forrest Gump ile ABD tarihi yeninden yazılıyor ve 1970’lerin muhalefetine de “münasip” bir yer biçiliyordu. 95’de Avrupa’ya NATO bombaları yağarken, Avrupalı bir ulusal kurtuluşçu William Wallace, ödüle boğulan Cesur Yürek ile bireyci ve işbirlikçi olarak hatırlanıyordu. 1999’da Titanic’in alt sınıfları kollar görünen söylemi ile Hollywood hepimizin gönlünü alıyordu. Soğuk savaştan zaferle çıkılmış ve artık bir dünya imparatorluğu olarak her şeyi temsil etme kudretine sahip olunmuştu. Ayrıca özgürlükler ülkesinde her şey anlatılabilir olmalıydı da.
2000’li yıllarda, 11 Eylül sonrasına uygun olarak savaşçılığın yüceltilmesi (Ölümcül Tuzak), doğunun karanlık temsili (Yüzüklerin Efendisi) ülkede sempati ile karşılanıyordu. Ve bu yıllar boyunca zaman zaman ABD’nin imaj tazeleme ihtiyacı yine Oscar ödüllerine düştü. CIA, FBI gibi kurumların tüm pislikleri ortaya dökülüyor (Köstebek) ama inatla fatura kurumlara ya da sisteme değil kişilere çıkartılıyordu. Irkçılığın köklü bir geçmişinin olduğu ülkede Irkçılığı yeren filmler ödül alıyor (Çarpışma) ancak konu çok naif ve yüzeysel ele alınıyordu.
Görüldüğü gibi Oscar çoğu zaman ABD egemen sınıflarının elinde tuttuğu bir buzkıran işlevi gördü. Ve kırılan her zaman insanlığın geleceği ve umutları oldu. Biz yeni bir dünya ve yeni bir sinema kurana kadar da bu böyle olmaya devam edecektir.
***
Ödüller Nasıl ve Neye Göre Seçiliyor?
Hollywood sermayesi, ABD’deki sermaye pastasında önemli bir paya sahiptir. Filmler senaryo, yönetim, cast v.b. bütün süreçlerde sermayenin doğrudan denetimiyle yapılır. Yine de Hollywood’un bütün ürünleriyle ABD’nin güncel çıkarlarına boyun eğdiğini söylemek, burjuvaziye gerçeğin ötesinde bir güç atfetmek olacaktır. Ancak ödüller için bu şüpheyi biraz daha bonkör kullanabiliriz. Çünkü filmler seçilir(!). Filmleri, akademi üyeleri seçer. Akademi üyesi olmak için mevcut bir akademi üyesinin sizi önermesi gerekir. Yani yapım şirketlerinin ağırlıkta olduğu akademi, bir tür tarikat gibi örgütlenir. Ve seçimlerden önce, konjonktürün belirleyiciliğinin ötesinde, akademi üyeleri ile yoğun kulis faaliyetlerinin yapıldığını düşünmek hiç yanlış olmayacaktır. Çünkü Oscar önemlidir, o senenin piyasasında belirleyicidir ve piyasa liberalizmin iddia ettiği gibi görünmez bir el tarafından yönetilmez.
Reddedenler
Tarihi boyunca Oscar ödülünü reddedenler de oldu. The Informer filmi ile 1935 yılında kazandığı En İyi Senaryo ödülünü, senarist Dudley Nichols senaryo yazarları sendikasının grevine destek amacıyla reddetmiştir. Patton filmi ile En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan ancak reddeden George C. Scott da Oscarları “çiğ bir parodi” olarak nitelendirmiştir. Baba filmiyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Marlon Brando, Hollywood’un Amerikan Yerlilerine karşı takındığı ırkçı tavra tepki olarak ödülü reddetmiş ve bunu törene kendisinin yerine katılan Sacheen Littlefeather adında bir yerlinin kürsüden yaptığı konuşma ile duyurmuştur. Ayrıca İsveç sinemasının büyük yaratıcılarından Ingmar Bergman, Akademi ödüllerini “sanatsal aşağılama kurumu” olarak değerlendirerek 1957’de Yaban Çilekleri filminin adaylığını iptal ettirmiştir.
*Bu yazı ilk olarak soL Dergi’nin Şubat 2015 tarihli 29. sayısında yayınlandı.