Sinemada ilk kez, Yavuz Özkan’ın Umut Yarına Kaldı (1986) filminde balerin genç kız olarak görüldü ama asıl, her devrin yönetmeni Atıf Yılmaz’ın çektiği Düş Gezginleri’nde (1993) tanındı. Antalya’da en iyi kadın oyuncu seçildi. Kendi deyimiyle, bir anda Türk sinemasının aranan orospusu oldu. 2004’te içinde yer aldığı Gece Yürüyüşü dizisi başladığında, ilk kez fahişe olmayan bir karakteri oynadığını söyledi. Niye böyle dediği sorulduğunda; niyesi var mı, nerede bir orospu, kanun kaçağı, bir marjinal karakter varsa gelip beni buluyor, dedi.
Doksanlı yılları hayvan haklarına ilişkin konuşmalar yapmak, İstiklal Caddesi’nde Özgür Gündem satmak gibi ufak tefek “aktivist”liklerle geçirdi. 2002’den sonra ise esas kimliğine kavuştu. Zira politika sahnesinde büyük cenk o zaman başladı. Ülke her anlamda ikiye bölünmüştü: Bir yanda F tipi yapının da desteklediği dinci-neoliberal diktaya tutunmuş etnikçi, mezhepçi, sivil toplumcular; diğer yanda antiemperyalist, yurtsever cumhuriyetçiler, devrimciler, sosyalistler vardı. Tabii ki ilk grubun içinde yer aldı.
Türk Ordusu’nda kalan son birkaç yüz NATO karşıtı subayın tasfiye edildiği Ergenekon-Balyoz tertiplerini destekledi. Ülkenin yargısının, lideri okyanus ötesinde ama fikirleri iktidarda olan çetenin militanlarına bırakıldığı 12 Eylül referandumunda yetmez ama evet güruhunun içinde yer aldı. Emperyalist odaklara minnoşluk mesajları gönderilen, Ermenilerden özür dileme kampanyalarına katıldı. AKP’nin, Barzani ve İmralı’daki işbirlikçisiyle beraber Türkiye Kürtlerini kafakola alıp iktidarına eklemleme planlarından ve bu çatışmasızlık ortamı sayesinde Orta Doğu’da Araplara abilik ederek büyük güç olma heveslerinden müteşekkil, adına da çözüm süreci denilen orta oyununda akil kadınlığa soyundu.
Çok değil birkaç yıl içinde söylediği her şey, bittabi yanlışlandı ama mensubu olduğu yetmez ama evetçi, sol liberal tarikatın diğer üyeleri gibi o da bundan asla utanç duymadı. Şirretliğe devam etti. Uzun süre taraflarında yer aldığı iki İslamcı fraksiyon, ezecek yok edecek kimse kalmayınca birbirine düştü; bunlardan biri 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulundu, beş gün sonra da diğeri bu kalkışmayı fırsat bilerek kendi darbesini yaptı. Buna rağmen o bir adım bile geri atmadı. Vaktiyle Atatürkçüler de dindarları çok ezdi, gibi zırvalarla geride kalan yıllardaki suçlarını mantığa bürümeye çalıştı.
Hiçbir zaman, hiçbir bedel ödemedi. Atatürk’ü sevmek başka, ona tapmak başka, gibi saçma aforizmalarını her yerde kusmaya etti. Fakat muhalif denilen gazetelerde laf ebeliği yapmayı sürdürebildi. (Havuz medyası zaten elinin altındaydı.) Evvelki yıl TELE1’e konuk oldu. Daha sekiz on yıl önce, CHP’ye günahımı bile vermem, demişti ama geçen sene, CHP’nin yönetiyor Adana Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği Altın Koza’da onur konuğu gibi ağırlandı… CHP kapatılmalıdır, diyerek ortaya çıkan ama şu an CHP’nin en üst kademelerinde görev alan tuhaf tipler gibi onu da 2023’te Murat Belge üstadıyla beraber altılı masanın bir yerlerinde görebiliriz; neden olmasın, karakteri ve dönem buna gayet uygun.
Başrolünde oynadığı ve şu günlerde çok konuşulan, niteliksiz Müjde filminin ardından; Türkiye’de çok ırkçı var, laflarıyla yeniden gündemde olan Lale Mansur’dan bahsediyoruz. Devletin bankasından aldığı ve geri ödemediği anlaşılan krediyle medya patronluğuna terfi eden, şimdilerde de legal kumar oynatıcılığına soyunan Tüpçü’nün Posta gazetesine konuştu bu kez: Filmin IMDB puanı 9,2 idi ama ırkçılar nedeniyle iyice düştü, dedi ve ekledi: Türkiye’nin hali bu, ne yapacaksın?
Müjde’nin yönetmeni, aynı zamanda senaristlerinden biri olan Alphan Eşeli, Altyazı dergisindeki mülakatında anlatıyor; filmi önyargıları yıkmak için çekmiş… Ancak önyargıyı yönetmenin bizzat kendisi üretiyor. Bu ülkede yaşayan insanları mesnetsizce aşağılamaktan, tıpkı sivil toplumcu abileri ablaları gibi, geri durmuyor. Bir de lüzumsuzca, filmde Türkleri kötü göstermedim, Suriyeli Seyyid’e sahip çıkan da sonuçta Türk diyor. Ne kadar yüce gönüllü, bakın görün (!) O karakter olmasa zaten filmi çekemeyecek, bir de marifetmiş gibi konuşuyor. Siyasi konularda kendisini eleştirebilirsin bu ayrı ama en azından entelektüel namusu olan bir aydını, Erol Mütercimler’i hedef göstermek, önyargının ta kendisidir ayrıca. Milyonlarca Suriyeli ülkelerinden uzakta ne yapıyor, neden topraklarını terk etmek zorunda kaldılar; dönemin dışişleri bakanı küçük eniştenin bunda bir dahli var mı yok mu, neden tartışmıyorsun? Rus uçakları Seyyid’in evini vurmuş, bu yüzden o da Türkiye’ye gelmek zorunda kalmış… Suriye’yi bölüşme yarışına girmiş şeriatçı terör örgütleri, ABD destekli Kürt grupları, kendi kendine vazife çıkarıp Esad’ı devirmeye çalışan ve yüzlerce Türk askerinin ölümüne sebep ve hâlâ ülkemizi yönetiyor olan hükümet bu işin neresinde, bir de bunları anlatsa ya bu ödüllü sinemacı!
Filmde bütünlüklü bir hikâye, olay örgüsü olmadığı gibi, karakter de yok. Bunun yerine Müjde, yani Lale Mansur var. Yönetmen ona yaslanmış. Seyirci Lale Mansur’u görünce zaten Eşeli’nin ne anlatmak istediğini hemen anlayacak. İroni yapmıyorum. Andığım röportajda yönetmene sorular yönelten Burçin S. Yalçın’ın şu girizgâhına dikkat edelim: “Filmle ilgili hoş sürprizlerden biri de, gençliğinde hep cüretkâr rollerde izlediğimiz Lale Mansur’un burada yine benzer bir rolde karşımıza çıkması. Etrafındakilerin dediklerine aldırmadan kalbinin peşinden giden, cinselliğini yeniden keşfeden bir kadın portresi bu.”
Seyircinin bilinçaltında işgal ettiği yer aşikar ve son yirmi yıldaki politik duruşu malum olan Lale Mansur’la, sığınmacılara empati duyma temalı film çekmek… Yönetmeninin, senaristinin, eleştirmeninin seviyesi bu olan bir ülkede Türk sinemasının geleceğinden söz edilebilir mi?.. Buna bir de Türkiye’de kalmak isteyen sığınmacılara nasıl vatandaşlık verileceğini tartışalım, diyen Ercüment Akdeniz gibi sosyalist parti liderlerini, bu konuda eleştirel tavır takınan herkesi yabancı düşmanlığıyla suçlayan Mithat Sancar gibi sözüm ona muhalif kişileri, altılı masa müsameresinde oynayan ve olan biteni büyük bir kayıtsızlıkla izleyen figürleri ekleyin. Her şeyin müsebbibi iktidarı zaten söylemiyorum bile. Türk sineması şöyle dursun, acaba böyle bir ülkenin geleceği olabilir mi?
Son üç yüz yıldır, “insan” hakları diye bir şey var. Etnik, dinsel, cinsel kimliğinden bağımsız, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insanın nefes almaya başladığı anda kavuştuğu bu haklar dokunulmazdır. Hiçbir bireyin yaşama, var olma özgürlüğü asla kısıtlanamaz. Dolayısıyla bu bahiste Suriyeli, Afganistanlı, Ukraynalı fark etmez; herkes her zaman her koşulda eşittir. Ancak bir ülkenin sosyolojik, demografik, kültürel yapısı da önemlidir ve korunmalıdır. Emperyalist ve alt emperyalist hesaplaşmaların merkezi haline gelen Orta Doğu’da barış gereksinimi her zamankinden daha acildir. Türkiye de petrol kuyularının başına geçip sıcak para vurgunculuğu yapma hevesiyle sürüklendiği bu bataklıktan derhal geri çekilmeli; Suriyeliler ülkelerine gönderilmeli, vatanlarına kavuşturulmalıdır. Bunu ısrarla söylemek ve de gerçek kılmak için eyleme girişmek elzemdir.
Eğer bugün coğrafyamızda sürdürülen savaşlara, bu savaşların mağduru insanlara bir “iyilik” etmek niyetinde iseniz, barış ve kardeşlik gibi tekrarlana tekrarlana anlamını yitirmiş sözcüklere sığınmak yerine; önce kendi ülkenizdeki emekçilerin birlikteliğini, kapitalist düzene karşı topyekûn mücadelesini teşkil etmeniz; sonra bölge ülkeleri ile bir araya gelerek emperyalizme karşı direnecek büyük paktların tesisi için çaba sarf etmeniz gerekir. Böyle bir niyetiniz de olmayabilir elbette, bu sonuçta ideolojik-politik bir tercihtir. Ama Yeşim Ustaoğlu’ndan rol çalarak (Güneşe Yolculuk filmi hatırlansın) ve mağdur insanların hikâyesini anlatıyoruz, diyerek filminizi beğenmeyen herkesi ırkçılıkla itham edemezsiniz. O sefil, çürümüş, kokuşmuş liberal tezlerinizi sanat yapıyoruz diye pazarlayamazsınız. Ha şimdilik gün sizin gününüz ama bugünün yarını da var. Sanmayın ki yaptıklarınız unutulur. Durun bakalım. Kavga daha yeni başlıyor.