Yönetmenliğini Audrey Diwan‘ın yaptığı L’événement bu yılın adından çokça söz ettiren ve genel gösterimi en beklenen filmlerinden biriydi. Geçen sene 78.si düzenlenen Venedik Film Festivalinde Altın Aslan’ı kucaklayan yapım, güçlü rakipleri olsa da pek sürpriz yaratmadı zîrâ birçok festivale kadın yönetmenlerin ekserisi iyi olan eserleri damga vurdu. “L’événement” Fransızca: “Olay, vukuat” anlamına geliyor, diğer bir deyişle pejoratif bir durumu işaret ediyor. Çok zekice bir isim zîrâ filmi izlerken de bu manidar isim bir dilemmaya yol açıyor, acaba bu olay, sorun, pürüz: Anne’in hamile kalmasını mı işaret ediyor yoksa kürtajla ilgili yaşadıklarını mı? Yoksa tastamam hicvetmek için dışarının süreci yaftalamasının bir yansıması mı? Nitekim bu genç kadının hamileliği oldukça egzistansiyalist bir perspektifi de içinde barındıran güzel bir diyalogla özetleniyor. Anne’e edebiyat bölümündeki hocası: “Hasta mıydın” diye soruyor. Genç kadın ise şu cevabı veriyor: “Evet, sadece kadınları yakalayıp onları birer ev hanımına dönüştüren bir hastalıktı. Şimdi iyileştim.”
1960’lı yılların Fransa’sında evlilik dışı ilişkilerde kürtaj yasak ve Anne ise gebe. Kısa zamanda hikâyenin içindeki anlamlar ve olayların, durumların belirsizliği giderek daralıyor ve odak Anne’in hamilelik sorunsalına kayıyor. Eğitim hayatı parlak, taşralı, fakir genç kızın hayallerinden mahrum olmaması için bebeğini aldırması şarttır. Bu açmazdan hareketle de Anne’in yakın ve uzak çevresiyle yaşadığı sorunları, nihayet kürtaj durumunu ve sonrasındaki gerilimli olduğu söylenen sürecini izliyoruz.
Film, samimice konuşulmaktan, otopsisi yapılmaktan ziyâde PR göstergeleri üzerinden anılmaya devam ediliyor. “Sert” bulunan kürtaj sahnelerinin ve bunlar yüzünden gösterimlerde fenalaşıp hastaneye kaldırılan seyircilerin hikâyesi filme yaramış belli ki. Peki bu sahneler travmatik boyutlarda mı, body horror estetiğinde mi ya da çok mu gergin kompoze edilmişler, cevap aslında hiçbiri. Nitekim cevap filmin içinde değil; filmi de içine alan dışarıdaki bir yerde. Bence cevap politik doğruculukta ve aslında kitsch’te, zira gelinen noktada artık açıkça Epidemic Histeria yaşadığımız aşikâr. Neyse bunlara da örneklerle geleceğiz nitekim bu eleştirel makale Türkçedeki filmle ilgili muadillerinin aksine gerçekten de film hakkında da maddî bazı yorumları içerecek. Bununla birlikte film üzerine, film dışında ve Film Eleştirisi hakkında da bazı konulara değinecek…
“L’événement” Filminin Girişi Hakkında
Kadının ve ağırlıklı olarak da onun bedeninin politik bir alan olarak kullanılması, tahakküm edilmeye çalışılması meselesi üzerinden bir sahneyle başlıyor L’événement. Ekran henüz karanlıkken genç kızların temkinli tonda konuşmalarını duyuyoruz. Sahne açıldığında oldukça yakın bir planda, ayna karşısında üç kızın sutyen deneyişine tanıklık ediyoruz. Daha girişten itibaren duygusal ve politik bir drama izleyeceğimiz ses kuşağından âşikâr olsa da yakın çekimlerle başlanması, sıkışık kadrajlar, boğuk ve eksik ışık, aktüel kamera; bir çelişiklik hissini de beraberinde getiriyor. Ergen, edebiyat öğrencisi kızlar bara gidecekler ve yurt odasında hazırlanıyorlar. Hakkında konuşulan konu da göğüsler, sutyenler ve seks ile bu noktadaki baskılar. Üç kızdan biri dışa dönük ve cinsel arayışı baskın (Brigitte), diğeri korkak ve belli ki biraz da duygusal (Helene), üçüncüsü yani Anne (esas kızımız) ise ketum ama girişken. Üç Güzeller’in bu alenen ortalarındaki, ağızlarındaki, avuçlarındaki cinselliğin simgesel elmaları retro bir havada veriliyor. Anne, sigara içiyor ve bir yandan da Brigitte’in büyük göğüslerine dar sutyeni oturtmaya çalışıyor. 1960’ların Fransa’sındaki kızların heteroseksüel cinselliğe mesafeli kılındığı üzerine kurulmuş başarılı bir prolog izliyoruz esasen. Gençlik ve özgürlükle dolup taşan göğüsler; sutyene sıkışmakta güçlük çekerken Foucaultyen ve bir o kadar da feminist bir göndermeye de uygun hale geliyor sahne. Viktoryen Dönemdeki korse sorunsalına denk bir biyopolitika, orta sınıf ahlakınca bir kalıba sokulma, modern düzeydeki versiyonuyla ise isterik olabilmek, arzunun cinsel objesine dönüşebilmek için kadınlığı baskılama, sıkıştırma eylemini başarılı kompozisyonuyla sahne tam manasıyla hissettiriyor muhatabına. Hâl böyle olunca akıllara özgürlüğün bilhassa da zaman içinde kadın özgürlüğünün açık bir timsali olmuş olan Delacroix’nun meşhur “La Liberte Guidant le peuple” (Halka Yol Gösteren Özgürlük) tablosu geliyor. Arkadaki duvarda belli belirsiz bir pop-art duyurusu var ama esas açıkça Rodin’in “The Crouching Women” (çömelen kadın) adlı bronz heykelinin resmi asılı. Konunun ilgileri neden Auguste Rodin’in ve bilhassa da söz konusu eserinin seçildiğiyle ilgili bu çözümleme vesilesiyle belli bir fikir sahibi olmuştur. Ayrıca “The Crouching Woman” göstergesel olarak bizi bir sonraki sahneye ve genel duruma da esasen gizlice hazırlamakta…
“L’événement” Filminin Tasarım Ögeleri Hakkında
Film boyunca arka plandaki objelere ama bilhassa da duvarlardaki grafik materyallere belli anlamlar yüklenmiş kî bu sanat yönetiminin de sayılı artılarından. Bir başka incelik kendini başarılı kostüm seçimlerinde gösteriyor. Sözgelimi Annedevamlı aynı kıyafetleri (sınıfsal durumundan dolayı) giyip duruyor. Sıfır kol pembe bluzu ise izleyicinin gözüne fazlaca sokulmakta. Başkarakterimiz Anne’in annesiyle olan sarılması ve ceninin babası olan Maxime ile konuşması gibi önemli noktalarda aynı kostümle gösteriliyor. Akla hemen Dardenne Kardeşlerin 2014 yapımı muhteşem filmi Deux jours, une nuit (İki Gün, Bir Gece) geliyor tabii zira Cotillard’ın üzerinde de buna çok yakın bir kıyafet vardı ve aleyhine işleyen bir sürede, kadının hakkını arayışı boyunca da üstünden pek çıkmamıştı. Hazır buralara kadar gelmişken ve prolog da gerimizde kalırken şu soruyu soralım, L’événement de ileride aynı düzeye çıkabilecek mi ve övüldüğü kadar iyi bir başyapıt mı?
Teknik anlatı bakımından dönemin kürtaj hakkındaki dışsal göstergeleri (sözgelimi haberler, siyasi anekdotlar, kitle iletişim uyaranları) tastamam atlanmış ve/veya tercih dışı bırakılmış. Bütünüyle kopuk ve karanlık ama bir o kadar da masalsı bir evrende (sözgelimi karanlıktan kopup gelen kızın Anne’e yardım için Madam’ın numarasını verişi vb.) çevre üzerinden hissettirilmeye diğer bir deyişle “mahalle baskısı” boyutunda verilmeye çalışılmış yasağın gerginliği. İyi ama bu yasak zihniyete dair olduğu kadar asıl bir yasa yani ideolojik, fakat buna dair bir emare yok filmde. Dolayısıyla da ataerkinin içine sıkışmış bir kadın dünyası hissini yeterince yaratamıyor alımlayanında, sadece sıkışmış bir Anne görüyoruz o kadar. Film boyunca edebiyat öğrencilerinin kendi aralarındaki konuşmalarından ve derslerdeki şiir içeriklerinden politik, döneme has şeyler duyuyoruz. Bu bağlamda ve diğer atmosfer duyumunun anlatıyla bütünleşmesi noktasında filmin ses kuşağı fena değil. Ne ki söylenen her şey aslında bizi yönlendirmeye ve belli bir tavır almaya itmek üzerine. İyi ama bu zaten dolaysız diyaloglardan ve gösterilen tüm sahnelerdeki direk yönlendirmelerden hiç de farklı ve yaratıcı değil. Üstelik filmin tüm ilham noktaları, mesajların dikte edildiği tarihsel kaynaklar erkek ve erkeksi…
Film, etkili giriş sahnesindeki atmosferi, sahte dengenin sarsılışına değin yaklaşık 10-12 dakika boyunca sürdürüyor. İzleyicisine bunun tipik bir tarihsel drama olmadığını, sıkı bir kadın öyküsü olduğunu, içinde önemli dönemeçler barındırdığını vaat ediyor. Bu noktada tüm film boyunca yapılan aktüel ve yakın plan çekim tercihlerinin, iyi ışık kullanımının; serim bölümü boyunca oluşan beklentideki en büyük payı sağladığının altını çizmek gerek. Seyircisini Anne’in ruh haline, yaşadıklarına söze ve diğer unsurlara başvurmadan, yakın ve aktüel çekimlerle, onun mimikleriyle dâhil edişi filmin en başarılı teknik baskınlığı. Takip ettiğimiz Anne’i insan gözü mesafesinde ardından, önünden izliyor, sıkışmışlığına ortak oluyoruz. Anne’in arkadaşlarıyla sahilde olduğu sekanstaki yüzme sahnesi bana göre filmin iyi çekilip doğru kurgulanmış olan (giriş kısmıyla birlikte) diğer en iyi planı. Tek çekim olarak tasarlanmış (kesmeler var ama ustaca gizlenmiş) olan bu yüzme planı Anne’in Maxime’i görmeye geldiği sayfiye yerinde gerçekleşiyor. Onu ve her şeyi gerisinde bırakarak dalgaların arasında ileriye doğru yüzüşü, arkasındakiMaxime’in çok uzağa açıldığını devamlı ikaz edişi güzel bir parça.
Başroldeki Anamaria Vartolomei hâlihazırda bu tarz filmlerde 10 yılı aşkındır bulunuyor. Proje seçimlerine bakıldığında aktrisin bir duruşu olduğu, nerdeyse aktivist sayılacak rolleri, benzer yönlerdeki tarihsel, politik işleri kaçırmadığı görülüyor. Hakkını teslim etmek gerek kî bu filmde de gayet başarılı bir performans sergiliyor. Çok konuşmayan ve bir o kadar da cesur bir karakteri var Anne’in. İki arkadaşından ve belli ki sınıftaki hemen herkesten daha zeki ve atılgan bir kızı canlandırıyor. Bu yüzden de daha üçüncü sahneden onu çekemeyen başka kötü kız gruplarının olduğunu, üzerindeki baskı unsurlarının da giderek artacağını anlıyoruz. Bu noktada işi epeyce zor ve o sadece mimikleriyle bu işin altından kalkıyor, gözleriyle konuşarak modern bir Holy Mary alegorisi yaşatıyor kî bir başka modern Holy Mary alegorisi olan 1985 yapımı “Je Vous Salue, Marie” filminde Godard’ın rolü teslim ettiği Fas’lı oyuncu Meryem Resul’e de pek benziyor.
Anne, dışındaki diğer pek çok karakter için aynı şeyleri söylemek güç. Nitekim kızın yakın iki arkadaşı Brigitte ve Helena, Jean, Profesör Bornec (Pio Marmai) ve iki jinekolog gerek karakter gerekse de performans açısından vasatın üzerine çıkamıyorlar. Bunda en büyük payın filmin dilinde olduğu da ortada ki oraya geleceğiz. Filmdeki başrole performans noktasında eşlik edebilen iki tecrübeli kadın oyuncuyu ve ceninin babası rolündeki Maxime’i (Julien Frison) saymazsak diğer herkesin performansı oldukça yapay. Yüksek oynayışlar ve karakterlerin çizilişleri; seyri yer yer adeta bir tiyatro eserine dönüştürüyor. Anne’in annesi rolündeki Gabrielle ile kürtajı gerçekleştiren Mme (madame) Riviere’in (Anna Mouglais) çizilişleri ve performansları gayet yerinde kî anne modeli için Agnes Varda’nın efsanevi yapıtıyla özdeşleşen “Sans toit ni loi” (1985) filminin muhteşem aktristi Sandrine Bonnaire’nin tercih edilmesi epeyce manidar aynı zamanda. Filmde performans açısından yüz akı olan bu üç güzel, başarılı aktris dışında ne iyi yazılabilmiş ne de iyi işlenip performans kotarılabilmiş kimse yazık ki yok ve bu durum izlenen şeyi kartonlaştıran başat unsurlardan biri maalesef. Sözgelimi Jean (Kacey Mottet Klein) isimli neşeli kazanova karakterinin anî dönüşümü başlangıçta güzel görünse de filmin devamında neredeyse üniversiteli kızların ama esas Anne’in ergen, eşcinsel sırdaşına dönüşmesi, libidosunun kastrasyonu, inandırıcılıktan uzaktı. Yine de Anne’in yakınlarından değil de başkalarından yardım görmesi güzel bir durum örneği lakin bu da belli ki filme esin olan otobiyografik romanın ve gerçek hayattaki yansımanın bir marifeti nitekim sinemasal anlamda iyi işlenememiş. Görsel olarak dönemsel olması hasebiyle de bana Itır Esen’i anımsatan Brigitte’in abartılı mimiklerine,Anne’in aile doktoru da eşlik ediyor. Oyunculukların bu denli teatral ve vasat oluşunun esas sebebi ise filmin bakışı, politik duruşu yani estetiği.
“L’événement” Filminin Estetiği ve Bakış Hakkında
Böylece esas meseleye de gelmiş olduk. Bu öyle bir mesele ki filmin ontolojik durumunu da kapsayarak maalesef hızla yutuyor. O mesele elbette ‘Bakış’ (Gaze) meselesi. Karşımızda politik unsurları ve bu bağlamda tüm estetik tercihleri itibariyle Feminist olmaya çalışan bir iş var. Filmleri diğerleriyle karşılaştırmayı sevmesem de söz konusu hassas “feminizm” meselesi ve içerik; bunu tartışmayı gerekli kılıyor. Malûm-u aliniz son dönemde pek çok sosyal duyarlılıklı, daha çok da LGBTİQ ağırlıklı bir film furyası var ve olacak da ve olmalı da. Ne ki bu durum aynı zamanda işin uzmanlarınca ve düşünenlerince artık dalga geçilen, bir o kadar da sıkıcılaşan, bazen de ürküten bir Netflix TV sorunsalına, kalitesizliğine, pazarına dönüşmeye başladı. Üstelik bu sorunsal sadece sinemada değil diğer modern sanat alanlarında da ciddi bir yozlaşmayı ve tartışmaları da Postmodernizm ve Politik Doğruculuk salgını üzerinden yaratmaya çoktan başladı. Bu durum sosyolojik, felsefi, estetik ve entelektüel bir tartışma ve üretim sahası yönüyle değerli ve potansiyelli de. Lakin mesele, PC ve Post-truth çağında bunlara bulanmış bir hâl aldığı için esasen yoğun derecede popüler. Üstelik bu pop kültürünün daha epeyce üstünde tepinilecek, sulandırılacak olan bir öğesi aynı zamanda. Buna acıklı ve kan donduran bir örnek vermeye çalışacağım ama evvela kuram, kurulum ve bakış meselesini film nesnesi üzerinden biraz daha düşünelim.
‘Feminist Kuram ve/veya bakış’ çerçevesinde hazırlanmaya çalışılan bu vasat biçim içerik uyuşmazlığı yapım, esasen anlatım dili açısından çağımıza epeyce uygun. Zira cartoon fiction’dan bozma süper kahramanların çoklu evren furyasında ya da 2021 yapımı Titane gibi “sanat filmlerinde” sıkça görüyoruz anlamın, içeriğin; görselliğe feda edilişini, türlerarasılığın nasıl anlam yoksunluklarına, çelişkilerine yol açtığını. L’événement de bu tuhaf ayrıksılıktan, özgürleşemeyen gösterge sorunsalından nasibini almış maalesef. Nitekim filmin en başarılı yanı olan kamera kullanımının ve ışık-renk kompozisyonlarının anlattığı daha doğrusu gösterdiği şey ile uzaktan yakından ilişkisi yok, üstelik belli ki bu kasıtlı bir çelişki de değil. Çekimler ve atmosfer: “4 Months, 3 Weeks and 2 Days” filmi ya da Trier’in bazı Dogme’den kalma sekansları gibi lakin içinde gösterilen ve ilerletilmeye çalışılan durumlar ve özellikle de final; neredeyse propaganda filmlerindeki kadar didaktik ve soup opera düzeyinde duygusal. Güzel parçalar, klipler var artık yeni dönem pek çok filmde bütünlük ve/veya estetik düzeyde parçalılık ya da ritim değil. Feminist Bakış meselesine gelirsek de maalesef sınıfta kalıyor yapım zira filmde ciddi ve etkin bir kadın dayanışması hiçbir türlü kurulamıyor diğer bir deyişle dişil olana has konsensüs kuramı yetkin olmak şöyle dursun beceriyle oluşturulamamış bile. Sözgelimi 2020 yapımı Shiva Baby adlı film bunu üstelik ana odağı sadece feminizm ve Queer olmadığı halde muhteşem başarmıştı, Danielle’nın (Rachel Sennot) çocukluk aşkı ve yakın arkadaşı olan Maya’yı (Molly Gordon) tercih edişi daha doğrusu ondan aldığı destekle el ele tutuşup aslında lezbiyen bir aşka, bir dişil konsensüse gidişi müthiş politik, etkin ve etkileyiciydi. Yahut son dönemde en çok hakkının yenildiğini düşündüğüm 2019 yapımı Swallow isimli (bence açıkça) feminist filmi hatırlayalım. Orada da ataerki, koca modeli ve benzer birçok konu açıkça, cesurca, vahşice eleştiriliyordu ama sırıtmıyordu nitekim dengeli ve samimiydi, filmin finalindeki kürtaj sahnesi ve mekânın umumî bir kadınlar tuvaleti oluşu açıkça dâhineydi, feminist dayanışmaya, ustaca eğretilenmiş kadın evrenine içkindi bu final. L’événement filminde ise Anne tüm yardımı, dönüşümü inandırıcı olmayan bir erkek üzerinden aldığı gibi finalde de bir erkek doktorun keyfî kararı üzerinden devam ediyor yaşamaya. Üstelik tüm bu anlatılmayan gösterilen ama anlatılıyor-muş gibi çekilen süreç açıkça didaktik. Ercan Kesal’ın hatırlattığı gibi: “Sinema (hele de böylesi bir sinema) öğretmez, tehdit etmez, telkin etmez, el sallamaz, akıl vermez, sinema yapmaz böyle şeyler. Çok ayıp bir şeydir bunu yapmaya kalkışmak, seyircisini ahmak yerine koymaktır. Sinema, kendi içimdeki hâlâ cevabını bulamadığım bazı soruların arayışını seyirciyle paylaşmaktır…”
Sözgelimi filmi izledikten sonra üzerine dişe dokunur bir şey paylaşılmış mı diye ararken Beyazperde sitesinin eleştiri kısmında Hande Kara’nın yazısına denk geldim. Filmden iki paragraftan mürekkep şekilde bahsediyor yazar ki bu anlaşılır bir durum zira üzerine konuşulacak pek bir şey de yok, o yüzden bu iki paragraf da daha çok yanlı ve epeyce de duygusal tanımlamalar içeriyor. Kara, yazısının neredeyse yarıdan fazlasını kürtajla ilgili istatistiklere ayırmış ve konuyla ilgili muhataplarının daha bilinçli olabilmesi adına bir de bağlantı adresi vermiş. Finale ise itiraf niteliğinde şöyle bir paragraf düşmüş: “Normal şartlar altında bu kadar bilgiyi bir film eleştirisinde kullanmayı sevmem, ancak gerçekten hassas bir konu olduğu için paylaşmak istedim. Zira bu bilgiler ışığında izlendiğinde, filmin zaten tokat gibi çarpan etkisinin katlanacağını düşünüyorum.” Eleştiri adı altındaki didaktik güzellemenin girişi zaten filme methiyeler düzerek geçmiş. Mevcut sosyolojik şartların, Politik Doğruculuk ambiyansının yazarında yarattığı hislerin mübalağasından ibaret tüm yazı. Bilirim bizde hele de sanatta eleştiri kurumu yoktur, olamayacak da lakin toplumundan ve onun geçmişi ile şimdisinden bu denli kopuk ve amatörce, çalakalem bir yoruma doğrusu son dönemde pek rastlamamıştım. Sözgelimi Kara için: “o dönemlerde yaşayan kadınların hayatlarındaki zorluklara tanık olmak gerçekten kan dondurucu” imiş. Üstelik bunu “sinema” mediumu genelinde belirtiyor; Yeşim Ustaoğlu’nun Araf’ını seyretmemiş ya da unutmuş. 4 Months, 3 Weeks and 2 Days ya da Juno veya Vera Derake ya da Swallow veya Obvious Child ya da Chabrol’un Une Affaire de Femmes yapıtı ya da bari en azından Hollywood yapımı If These Walls Could Talk filmlerini görse belki konuyla ilgili önceden hazırlıklı olabilirmiş diye düşündüm. Yazıdan son bir alıntı yaparak konumuza dönelim: “Filmin açık havada yapılan ilk gösteriminde, üç izleyici bayıldı, sağlık ekipleri müdahale etti, filme iki kez ara verilmek zorunda kalındı. Böyle bir ünle diğer festivalleri gezen film, izleyicilerde de bir merak unsuru uyandırdı tabi. Öncelikle belirtmeliyim ki, evet filmin birkaç hassas sahnesi var ve konu ile ilgili ekstra bir hassasiyeti olanları da etkileyebilecek sahneler.”
Açıkça söylemeliyim ki film, yukarıda zikrettiğim örneklerin bilhassa da bir sinema şaheseri olan, Cristian Mungiu‘nun yönettiği 4 Months, 3 Week and 2 Days filminin yanında epeyce sönük ve rahatsız edicilik açısından da ortalama bir duygusal dramanın cesaretine sahip. Fakat hem bu yazı ve benzerleri hem de Altın Aslan gösteriyor ki bazı kuramcılar, düşünürler, sanatseverler endişe ve isyan etmekte haklılar zira sinema başta olmak üzere iletişim ve sanat hızla yeni ve epeyce de manipülatif bir ajitasyona, dil faşizmine, estetik bayağılığa varan bir yere doğru hızla sürükleniyor. Daha çok göreceğiz böyle didaktik, tarafgir hezeyanlar, sapmalar. Gazete Duvar’da sanat yazıları yazan Cennet Sepetçi’nin övgüleri arasında dürüstçe analiz barındıran yegâne kısım şu iki cümleydi: “Bir film konuşuyor olsak da her ne kadar aslında evrensel bir ‘mesele’nin kör göze parmak misali sunuşu.” Sonrasında Sepetçi’nin gönlü bu didaktiklik itirafını razı gelmiyor olsa gerek ki filmin anlatısını cesarete ve doğrudanlığa bağlıyor… Film Lovers sitesinin Genel Yayın YönetmeniUmur Çağın Taş’ın filmi eleştiri altında kültleştirme dışavurumlarında attığı başlığa dikkat buyurunuz: “Kürtaj: Bu Ne Tahakküm, Bu Ne Izdırap!” Abdullah Yüce’nin hüzzam bestesi meşhur arabesk şarkı “Bu Ne Sevgi Ah, Bu Ne Istırap” benzeri bir duygusal saplantı adeta.
Daha evvel yönetmen ve yazar bir arkadaşımla “art house” sinemanın bu Politik Doğruculuk meselesini abartışı ve bunula bağlantılı olarak da ataerkinin daha doğrusu eril bakışın, heteroseksüel bakışın dışında başka bir bakış ihdâs etmeye çalışışını tartışıyorduk. Ödüller toplayan, büyük sükse yaratan bu yeni anlatı furyası yüzünden bir sanat olarak sinemanın yani sinemasallığın, onun estetik kurulumlarda, kuramsal anlamda aldığı yaraların boyutları gerçekten de tartışılmaya değer zira her beklenti yaratan film; benzer bir modaya hizmet eder hale gelmeye başladı. Art House ya da Auteur Sineması ya da Bağımsız Filmler gibi pek çok adlandırmanın popüler kültüre karıştığı ve bu noktada kitsch’in müsilaj misali yaratıcılığın, sanatın, sinemanın üstünü kapladığı noktanın tipik bir yansıması aslında olan. Hülasa iki temel soruya yanıt aradım film bittiğinde. L’événement ya da Türkçe verilen ismi ile “Kürtaj” yapı ve yapıt bağlamında yeni ve yenilikçi mi: Hayır. Peki, daha iyi örnekleri var mı: Evet. Bu film bize yeni bir şey söylüyor mu: Hayır.