Ahmet Kaya, 1997’de konuk olduğu Aynalar adlı belgesel-programda, politik düşünce ve söylemlerine uymayan bir yaşam sürdürdüğüne ilişkin eleştirileri şöyle cevaplar: “Tam otuz sene aç yaşadım bu ülkede, otuz yıl boyunca ve bütün lokantaların kenarlarına gidip, lahmacun dükkânlarının, o lahmacunların nasıl çıktığına baktım, nasıl insanlar yiyorlar diye baktım, nasıl üzerine soğan döküyorlar diye baktım, nasıl dürüyorlar nasıl büküyorlar ve nasıl ağızlarına götürüyorlar, nasıl bir hamlede o ayranı içiyorlar ve ben neden içmiyorum diye baktım hep. Otuz yıl boyunca bir dürüm, içine soğan atılmış bir lahmacun dürmeye hasret yaşadım. Artık ben bu saatten sonra bunu yerim ve bunu kimse engelleyemez.”
Habercilikte olduğu kadar siyaset düzleminde de Batı ölçütlerine uygun sayılı liberalden biri olan Mehmet Ali Birand ekolünden gelen, adı geçen programın yapımcısı, Can Dündar’ın tam da duymak isteyeceği sözlerdir bunlar. Çünkü on(lar)a göre zaten solculuk, ilkel ve aç insanların isyanı, düzenin nimetlerinden yararlanamayan varoşların siyasi dilidir… Oysaki solculuk, onların düşündüğünün ve Kaya’nın sandığının aksine, fakir çocukların büyüyünce zengin olma hayalleri değil; insanın, insanî özüne dönmesi, kendiyle, doğayla, toplumla arasına kapitalizmin ördüğü duvarları yıkma savaşımıdır. Sömürüyü, baskıyı, zulmü yaratan özel mülkiyeti sonlandırma, üretim araçlarını kolektifleştirme mücadelesidir. İhtiyacı kadar üretecek ve gereğinden fazlasını tüketmeyecek bireylerden oluşacak bir toplumu var etme kavgasıdır… Ancak hepimizin anılarına eşlik eden şarkıları, doğruları ve yanlışlarıyla, geçmişte ve bugün bizim bir değerimiz olan Kaya’nın bu cümleleri, Oscar Wilde’ın Sosyalizm ve İnsan Ruhu kitabındaki “Toplumda para üzerine zenginlerden daha fazla kafa yoran birileri varsa, bunlar yoksullardır. Yoksullar başka hiçbir şey hakkında düşünmezler. Yoksul olmanın sefil tarafı budur” (Aylak Adam Yayınları, 2013) tespitini akla getirir. Sanatçının lahmacun teorisi, maalesef, parasızlıktan bağımsız olarak düşünsel bir sefaletin göstergesidir ve bunun da solculukla bağdaştığını söylemek olanaksızdır.
Müzikal ve politik açıdan tarihî bir misyonu yerine getirdiğini söyleyen, kısa yaşamının her kesitinde devrimci olduğunu dile getiren Ahmet Kaya’nın, karakteri gereği, elbette kendisini eleştirenlere asla müsamahası yoktu. Fakat yaşamının son yıllarında; 12 Eylül mahkemelerinde idamla yargılanan bir gencin şiirinden bestelediği Şafak Türküsü’nü, şeriat propagandasından hüküm giyen RTE’yi Pınarhisar’a uğurlarken söyleyecek, yerli ve millî dolandırıcı Fadıl Akgündüz’ün desteğiyle konser verip klip çekecek, magazincilerin gecelerine ödül almaya gidecek kadar savrulmuştu. Ama o bunun ayrımında değildi. Solculuğunun nerede başlayıp nerede bittiği, neyi içerdiği, hangi teorik politik ahlaki ögelerle beslendiği belirsizleşmişti.
Bu durum ise aslında, Kaya’nın kişisel problemi olarak sınırlanamayacak kadar büyük ve başka bir olumsuzluğa işaret ediyor. Şöyle ki… Ülkemizdeki solcu sanatçı figürü oldukça sorunludur ve bu, yeni değil, çok uzun zamandır böyledir. (Ancak tam burada, akla hemen, içinde 12 Eylül ve silindir sözcükleri geçen cümleler gelmemelidir.) Günümüzde de yaşamı ile sanatsal üretimi, sözleri ile eylemleri birbirini tamamlamayan, dahası çelişen, tuhaf bir sanatçı topluluğuyla muhatabız ve bu topluluğun üyeleri, hayatlarından oldukça memnunlar. Çünkü ne ülkemize ne de emekçi halkımıza karşı bir sorumluluk duyuyorlar. Türkiye’nin muhtarı olan kişi ve yandaşlarının, sık sık, kültürel iktidarı alamıyoruz, diye serzenişte bulunmalarından da keyifleniyor, bundan kendilerine pay çıkarıp mütemadiyen sevindirik delisi oluyorlar.
Bu bağlamda, geçtiğimiz yıl, CHP’nin yönetiyor olduğu Maltepe Belediyesi’nin bir etkinliğinde konuşan Zülfü Livaneli’nin “Kültür alanını ele geçirmek için her şeyi yaptılar. Fakat kültür ve sanat yaratıları vicdanla ilişkilidir. Vicdanı olmayan, empati duymayanlar, insanın dertleriyle dertlenmeyenler sanat yapamaz. Kültür sanat bizim, yani solda olanların işi.” sözlerini yeninden anımsamakta fayda var. Çünkü Livaneli (öyle ya da böyle, tıpkı Ahmet Kaya gibi bizim için önemli ve sembol bir isimdir ve) “kültürel iktidar bizde” gevezeliğinin daimî örgütleyicilerindendir.
Bu birkaç cümlede öne sürülen tezlere bakıldığındaysa, bunların hiçbirinin iler tutar bir yeri olmadığı görülecektir: Sanat yapıtları, her zaman vicdanla ilişkili olmayabilir. Empatiden yoksun kişiler de pekâlâ sanatçı olabilir. Her solcu vicdanlı sayılamayacağı gibi, her sağcı da doğuştan gaddar değildir… Ama bu bir yana, Livaneli’nin, politika ve sanat alanındaki edimlerinin pek öyle solculukla bağdaşır nitelikler taşımadığı da açıktır. Gençlik dönemindeki müzikal çalışmalarını saymazsak, son kırk yıldır, filmleri ve kitapları ile hiç de öyle solcu sanatçı profili sunmayan Livaneli, solu bir meşruiyet aracı olarak aklına estikçe kullanmakta ancak iş sanat üretimine geldiğinde bir piyasa sanatçısına dönüşüvermektedir. Bu ise işte, sadece onun değil, “kültürel iktidar bizde” güruhunun genel özelliğidir.
Sanatçı ile yapıtını birbirinden ayırmak olası değildir ama bunların ayrı ayrı ele alınması gerektiği iddiası, günümüzün popüler argümanlarından biridir. Kökleri yapısalcılığa uzanan, postmodernizm teorisinde somutlaşan bu eğilim, sözüm ona sanatı özgürleştirmek savları üzerinden şekillenir. Oysaki sanat, doğası gereği, ideolojinin belirleyiciliği ile var olur. Bu da sanatın siyasete bağımlı kılınması anlamına falan gelmez. Sanat, verili ekonomik-sosyal koşullarda, insanın hayatta kalma, toplumsal yaşamda var olma, kendini gerçekleştirme, gelişme, ilerleme kavgasına koşut biçimde ortaya çıkan ve estetik algımızı oluşturan, besleyen yegâne araçtır… Özetle hayat ve sanat, eylem ve söylem, fikir ve zikir, sanatçı ve eser birbirinden ayrılamaz. Peki öyleyse, Livaneli’nin hangi yapıtına referans verilerek kendisinin solcu sanatçı olduğu söylenebilir?
Sinan Kutlu, Elveda Postmodernizm kitabında şöyle der: “Herkes kişisel belirlenimi doğrultusunda dilediği gibi düşünebilir. Örneğin insan idealist ya da gerçekçi olabilir, metafizik ya da diyalektik yöntemle düşünebilir; ancak hiç kimse hem idealist hem materyalist, hem metafizik hem de diyalektik düşünemez” (Papürüs Yayınevi, 2003, s. 52). Yani edebiyat anlayışınız çoksatar kitap yazma formülleriyle biçimleniyorsa, siyasete bir solcu gibi yaklaşmanız imkânsızlaşır. İnsanın bilinci, duyuşu buna müsaade etmez. Ayrıca herkes solcu olacak diye bir kural da yok. İsteyen mevcut düzenin sürmesini savunabilir. Sağcılık yapabilir. Bunda hiçbir beis bulunmuyor ve aslında işin özü sadece şu: Proletaryanın devrimci iktidarının kurulması, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi, bugüne dek sömürenlerin mülksüzleştirilmesi, düzenin topyekûn değişmesi için mücadele etmeyen ve bu mücadeleye yakışan bir hayat sürdürmeyen biri solcu; bu paradigmaya uygun sanat pratiklerine girişmeyen sanatçı da solcu sanatçı olamaz. Bu kadar.
Konunun Ahmet Kaya’nın halet-i ruhiyesi Zülfü Livaneli’nin egosantrik söylemleri olmadığını tekrar belirterek devam edersek; rahatlıkla söyleyebiliriz ki bugün Türkiye’de solcu sanatçı diye bilinenlerin neredeyse hiçbiri solcu sanatçı değildir.
Devam etmeden kültür sorunsalına ilişkin bir iki şey söylemek gerekiyor. Aslında kültür, malum, oturup kalkmayı, yeme içme alışkanlıklarını, gündelik yaşam eylemlerini… kapsayacak kadar geniş ve toplumsala ait bir başlıktır. “Kültürel iktidar bizde”ciler ise, kültürü sanatsal üretime hapsetme eğilimindedirler. Tabii bunun da bir açıklaması var: Hayatla sanatı birbirinden ayırmak kolay; politik sözleri ideolojik olarak temellendirmek, bunu (gerçek anlamda) kültürel düzleme taşımak zordur. Bu yüzden, halktan, işçi sınıfından kopuk bir avuç seçkinci ve solcu olma iddiasındaki sanatçının kültürel iktidardan anladığı, her zaman kendilerini izleyecek dinleyecek okuyacak birilerinin, yani müşterilerinin varlığıdır. [Yani Türkiye’de (dar anlamıyla bile) kültürel iktidar maalesef solda değil; piyasasının araçları ve yöntemlerine tutunarak kendini var eden ama muhalif gibi algılanmayı da hep becerebilmiş, bilinci liberalizmle kirlenmiş bir azınlıktadır.] Bu yüzden, politik görüşü ne olursa olsun, sanatçı diye bildiklerimizin neredeyse hepsi birden, kültür endüstrisinin askerleridir. Örneğin Hadise’yle Mert Fırat arasında özce hiçbir fark yoktur. Hatta Hadise bence daha tutarlı. En azından önce solculuk pozu kesip sonra banka reklamında oynamıyor.
Bir yerde, sanatın da toplumsal koşullardan bağımsız olmadığını söyledik. Ancak bu, çürümüş kültür sanat ortamına dâhil sözde solcu sanatçıların eylemlerini meşrulaştırmaz. “İnsanoğlu bütün bir Tarihi boyunca, bir yandan verili sistemlerin içinde yaşarken, bir yandan da bu içinde yaşadığı verili sistemleri aşacak yeni hayatların düşlerini görmüştür, görebilmiştir” (Ünsal Oskay, Hürriyet Gösteri, sayı 120, s. 9). Solcu sanatçı; burjuvazinin nefessiz bıraktığı, yoksullaştırdığı, bilincini iğdiş ettiği, hayal etme yetisini çaldığı emekçiye umut taşır, onun yerine düş görür ve düş görmeyi ona da öğretir. En azından bunun için mücadele eder. Oysaki bugünün sanatçısının böyle bir amacı yok… Sınıftan kaçışı meşrulaştırmak için, dünyanın her yerindeki yumuşak solcuların iştahla savunduğu kavramsallaştırmaların etrafında yapılan tartışmalarda hep anılan kültür endüstrisi, doğrudur, herkesi bir şekilde kolundan bacağından kafasından yakalıyor. Ama Ünsal Oskay, bununla ilgili, baş aşağı duran gerçekliği ayakları üzerine oturtuyor, şöyle bir tespit yapıyor: “İşçi sınıfı kendini belirli saatler için satmaktadır. İşlik dışı saatlerde işçi sınıfının düzene entegrasyonu, sanıldığının tersine, aydınlar, profesyoneller ve sanatçılardaki kadar değildir. Düzenle özdeşlemiş aydınların, profesyonellerin, sanatçıların ‘değişim değeri’ kazanabilmeleri için, ‘kendilerini bir tüm olarak satmaları gerekmektedir’” (Hürriyet Gösteri, sayı 120, s. 8). Havuzun kanallarına dizi çekenler, dijital platformlarda zevzeklik edenler, reklam seslendirenler, dünyalıklarını yapmak için hiçbir ilke, değer gözetmeyenler; söylemleri, düşünceleri ne olursa olsun düzenin parçasıdırlar.
Bugünkü çürümüşlüğün kökleri elbette düzende aranacak ama şu var ki, solcu sanatçı garabetini yaratan nedenlerin birinin de, solcuların ideolojik düzlemdeki gerileyişi olduğunu görmezden gelemeyiz. Bir sosyalist parti, Gülşen’in tutuklanmasını eleştirirken, sosyal medyada, özgür sanatı savunmaya devam edeceğiz, diye mesaj paylaştı mesela. Bedenini metalaştıran, soyundukça ünlenen bir popçunun alelade şarkılarına sanatsal değer atfedecek kadar nasıl başkalaştı bu ülkenin devrimcileri? Üç yıl önce ettiği saçma sapan sözler, yaptığı lümpenlikler gerekçe gösterilerek konseri iptal edilen Melek Mosso’nun önüne yatmadan önce, bu kızın dinci partinin yönettiği belediyenin konser davetini neden kabul ettiğini sormak, bunların akıllarına niçin gelmiyor? Azgınlaşan siyasal İslamcıların festival yasaklarına itiraz etmeden evvel, tüketimin, yozluğun, amaçsız eğlencenin, bu ülkenin gençlerince niye bu kadar cazip bulunduğunu sorgulamak gerekmez mi?
Tabii sınıf pusulası yoksa, sınıfla kaynaşma, sınıfı öncüleştirme ve özneleştirme çabası yoksa, yapılan solculuk da ancak bu kadar oluyor. Bugünün sosyalistleri, komünistleri için işçiler, emekçiler sadece siyaset satarken cümle içinde kullanılan sözcüklerden ibaret. İktidarı alacağı düşünülen CHP merkezli birlikteliğin karşısına dikilme hevesiyle ittifaka girişmekse bunların yeni meşgalesi. Doğru analizler üretmeyi politik kavga için yeterli sanan, gerekli evrakı zamanında toparlayıp seçime girmeyi bile beceremeyen, bugüne dek CHP ve HDP arasında gidip gelmekten başları döndüğü halde, ne olduysa artık, şimdi bunlardan bağımsız odak inşa edilmesi gerektiğini söyleyen, özetle yirmi yıldır dinci-liberal diktaya karşı kayda değer hiçbir şey yap(a)mayan örgütlerin güçsüzlüklerini ifşa ettikleri toplaşma bir yanda; sosyalizme zerrece muhabbet beslemese de solcuları ülkenin batısında bir aparat olarak kullanan kimlikçi, radikal demokrat oluşum ve bunun etrafında toplanan sol partilerin masası diğer yanda. Hepsinin üstü başı tertemiz, kılıkları düzgün, ağızları laf yapıyor; konuşacak TV kanalları, yazacak siteleri, sosyal medyaları, kendilerini dinletecek birileri de var, daha ne? Onlar için bu kadarı yeterli. Gözlerini CHP’nin sağcılarla iş tutmasına kızıp küsecek, orta sınıf mensubu birkaç yüz bin muhalifin oylarına dikmişler. Bu, sadece bu. Ne sınıfla hemhal olmak ne sınıf kinini içselleştirip düzenle, düzenin sahipleriyle gerçekten kavga etmek gibi bir amaçları var.
“Ve yolda giderken, bir adam İsa’ya dedi: Nereye gidersen, senin ardınca gelirim. İsa ona dedi: Tilkilerin inleri, gök kuşlarının yuvaları vardır; fakat insanoğlunun başını yaslayacak yeri yoktur. Ve başka birine: Ardımca gel, dedi. Fakat o: Bana izin ver ki, önce gideyim, babamı gömeyim, dedi. Fakat İsa ona dedi: Bırak ölüler kendi ölülerini gömsünler; fakat sen git, Allah’ın melekûtunu her yana ilan et. Bir başkası da: Ya Rab, senin ardınca geleceğim, fakat evvelce evimde olanlarla vedalaşmaya izin ver, dedi. Fakat İsa ona dedi: Sapana el vurup da arkasına bakan bir kimse Allah’ın melekûtuna yakışmaz.”
Özetle… Çoktan tükenmiş ama öyle olmadığına bizi inandırmaya çalışan solcular ve partileri, yalanlar dünyasında muteber görülen ama aslında Gülşen’le aynı çöplükten beslenen solcu kılıklı sanatçıların hepsi bizden uzak olsun. Yollarımız hiçbir zaman kesişmeyecek. Asla onların vasatına razı olmayacağız. Kültürü sanatı soluyla, her şeyiyle “başka bir Türkiye” düşleri görmekten vazgeçmeyeceğiz.
***
Resim: Cumhuriyet’in Traktör Şoförlerine Sosyalist Yarış Çağrısı,1951 – Viktor Karrus ve Roman Treuman