Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına bir yıl kalmışken, Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’nin genel müdürü Kemal Kılıçdaroğlu ve özel ekibi, iktidarı almak için gerekli olduğunu düşünerek giriştikleri manevralarla, Cumhuriyet’in bütün düşünce setlerini yerle bir edenlere ideolojik meşruiyet sağlamayı; CHP’nin masadan müttefiki sağcılar da, bu sayede, yetmiş yıldan fazladır fikren hep muktedir olmanın özgüveniyle şımarıklık etmeyi sürdürüyorlar. Kendisini solcu olarak addeden bazı gazetecilerin, son zamanlarda, muhalefetin cumhurbaşkanı adayının bir sağcı değil de Kemal Kılıçdaroğlu olması gerektiğini sıklıkla dile getirmesine bozulan Meral Akşener’in, geçen hafta katıldığı Halk TV yayınında, istenmiyorlarsa masadan hemen kalkabileceklerini söylemesi; Ahmet Davutoğlu’nun her fırsatta, hayatını CHP zihniyetiyle mücadele ederek geçirdiğini belirtmesi; Ali Babacan’ın, biz bugüne bakıyoruz, yoksa CHP’nin geçmişinde neler neler var, gibi sözler sarf etmesi artık vaka-ı adiyeden sayılıyor.
CHP’lilerse; seçilebilecek aday çıkaracağız, diyerek 2023’ten sonra da devletin başında yine, yeni, yeniden sağcı bir cumhurbaşkanı görme arzularını her fırsatta dile getiren Altılı Masa bileşenlerinin bu tavır, söz ve eylemlerine hiç ses çıkarmıyor, Türkiye’nin bir enkaza dönüşmesinde etkisi, payı, rolü olan bu tiplerin her dediğini yutuyorlar. On yıllardır süren iktidarsızlığa rağmen, partilerini desteklemekten geri durmayan insanların oylarını garanti gördüklerinden, aritmetik hesaplarıyla, AKP’nin seçmenlerinin hoşuna gideceğini düşündükleri açılımlar peşinde koşuyorlar.
Kılıçdaroğlu’nun, kamuda giyim kuşam, kılık kıyafetle, özelinde türbanla ilgili son hamlesi de bunlardan biriydi. Endişeli muhafazakârları teskin edecek, olası bir iktidar değişikliğinde, AKP döneminde edindikleri kazanımlarını kaybetme korkusu yaşayanların yüreğine su serpecek bir yasa teklifiyle, çok mühim bir iş yaptıklarını zanneden CHP’liler, doğal ki türbana dolandılar. Siyasal İslamcıların uzmanlık alanı olan din istismarının özel bir başlığını teşkil eden türbancılıktan sadece Türkiye’nin muhtarının ekmek çıkarabileceğini göz ardı ettiler ve bunun bedelini de ödeyecekler, zira evcilik oynar gibi siyaset yapılmaz. İş şimdiden anayasa referandumu teklifine kadar gitti.
Ancak CHP’lilerin bu örtü merakının bugün başlamadığını hatırlatmakta yarar var. 2008’de de dönemin genel başkanı Deniz Baykal, biraz da Gürsel Tekin ve Mehmet Sevigen’in işgüzarlığı nedeniyle, çarşaflı kadınlara rozet takıyor, kimseyi dışlamadıklarını anlatmaya çalışıyordu. Zaten hemen sonrasında da o yılların çalışkan, dürüst vekili, DSP’den sekip CHP’ye gelen emekli bürokrat Bay Kemal; bazı lüzumsuzların iddia ettiği gibi bir komployla falan değil, partinin en güçlü isimlerinden Önder Sav’ın desteğiyle CHP’ye genel başkan oluyor, derhal, laikliğin tehlikede olmadığı, CHP’nin soluna değil sağına gitmesi gerektiği tezleriyle partiyi yeniden şekillendirmeye girişiyordu.
Bugüne dönersek… Türban açılımı, hesapların tutmadığı bir başlıktır. Kimsenin sorun olarak görmediği bir konuda gereksiz, zamansız, anlamsız çıkış; CHP’yi yönetiyor olan “üst akıl”ın Türkiye sosyolojisini okumaktan ne kadar aciz olduğunu gösteriyor. Ancak zavallı olan sadece siyaset erbabı değil. Hem aciz hem zavallı ama daha çok çıkarcı, yaranmacı, sümsük, sünepe, paragöz olan televizyoncu, sinemacı, dizici takımı da bu çöplüğün diğer bileşenleridir. İki yıl önce Bir Başkadır adlı yapımıyla Netflix’ten üzerimize dökülen Berkun Oya’nın sayıklamaları unutuldu belki ama sonrasında bunun izdüşümlerini gördük, görmeye de devam ediyoruz. Yirmi yıldır ülkeyi bütün onurlu insanlar için cehenneme çeviren dinci-neoliberal diktaya tek laf edemeyen; kültür endüstrisinin araçlarıyla empati, iç dökme, birbirini anlama gibi zevzekliklerle dolu dandik ürünlerle cebini şişirenler hep sahnedeler. Turgay Ciner’in Show TV’sinde 28 Ekim’de ilk bölümü gösterilen Kızılcık Şerbeti adlı dizi de bunların son ve en yeni eğlencesi.
Faruk Turgut’un yapımcısı, Melis Civelek’in senaristi, Ketche diye bilinen Hakan Kırkavaç’ın yönetmeni olduğu dizi, isimlerden anlaşılacağı üzere, tam bir piyasa işi. Yıllarca şarkıcı dizilerine para yatıran, Yasak Elma’da kalem oynatan, Müslüm’ü yöneten kişiler bir araya gelmiş, yeni Türkiye’den bir masal anlatmaya soyunmuşlar. Kanalın internet sitesinde, dizinin öyküsü özetlenirken, “doğruları aynı yöntemleri farklı olan iki uç aile arasında bir aşk hikâyesi” cümlesi kurulmuş. Bu masumane tarifi bir yana bırakırsak, Kızılcık Şerbeti’nin içeriğini; seküler, üst-orta sınıfa mensup, eşinden ayrılmış, iki kızı ve annesi ile yaşayan, hırçın, geçimsiz, kendisi gibi olmayanlara tahammülsüz, kentli bir öğretmen kadın (Kıvılcım) üzerinden temsil edilen “Batıcı-laik”lerle; sessiz, sakin, olgun, şükür ve takva sahibi, çok çalışıp zamanla zenginliğe ulaşan, kendisi gibi olmayanlarla da hiçbir önyargı taşımadan ilişki kuran iş insanı (Abdullah) üzerinden temsil edilen “Doğucu-İslamcı”ların bir şekilde karşılaşması teşkil ediyor.
Hesapta dizi, bir aşk öyküsü anlatıyor. Fakat bu aşk, dizinin asıl derdini öne çıkarmayı mümkün kılacak bir yan konu. Zira Kıvılcım’ın kızı ile Abdullah’ın oğlu arasında hiçbir kültürel anlaşmazlık yok. “Modern” anne ile “muhafazakâr” babanın çocukları sevgili olabildikleri gibi özgürce sevişebiliyorlar da. Sonuçta kız hamile kalıyor ve evlilik gündeme geliyor. Böylece dizinin asıl sorunsalı ete kemiğe bürünüyor. Toplumun iki farklı kesimi birbirine değmek zorunda kalıyor.
Hatırlanırsa cici Berkun da Bir Başkadır’da bu konuyu işliyor ve açıkça bu iki kesimden birinin yanında duruyordu. Senarist Melis Civelek’in tarafı da elbette aynı. Dizideki temsiller basit, yüzeysel ama en önemlisi gerçekdışı. Kıvılcım karakteri öyle bir eyyamcılıkla çizilmiş ki mide bulandırıyor… Dizinin açılışında, özel şoförlü lüks bir araç Milenyum Koleji’nin önüne yanaşıyor, arabanın kapısı açılıyor, kırklı yaşlarda güzel bir kadın iniyor, okul bahçesinde göğsü önde başı dik yürüyor, derin yırtmaçları olan kısa deri eteğiyle endamına hayran bırakan öğretmen hanım hiç gülmüyor, gülümsemiyor, etraftaki öğrencileri çeşitli nedenlerle sürekli azarlıyor… Kıvılcım, bu kolejin müdiresi. Öğrencilerce sevilmiyor. Anlayışsız. İnsanlarla kurduğu ilişki, kendi lehine bir tahakküme dayanıyor. Odasına gelen herkese, konu ne olursa olsun, dediğini kabul ettirmeye çalışıyor.
Kıvılcım Öğretmen’in makamında, hemen koltuğunun arkasında ve solunda, iki Atatürk portresi var. O birilerine bir şeyler dikte ederken kadrajda hep Atatürk de görülüyor. Ne derin politik göndermeler ne şahane sanat yönetimi ama; darbeci, vesayetçi, statükocu cumhuriyet eliti ne güzel yazılmış ve gösterilmiş (!)
Aynı okulda okuyan küçük kızı ile alışverişe giden Kıvılcım, girdikleri mağazada iki türbanlı kadın görünce deliye dönüyor, buraya da mı geldiniz, diyerek onlara hakaret etmeye başlıyor. Türbanlılar da ona faşist diyerek cevap veriyor. Kıvılcım’a ne gözle bakılması gerektiğini, senarist bir kez daha söylemiş oluyor. (2022 yılında, siz örtülü birine böyle bir cümle kurabilir misiniz, sizi yaşatırlar mı?) Bu rezil, sefil bakışla seyircinin gözünde çoktan gömülen Kıvılcım, evinde de tam bir despot. Annesine ve kızlarına karşı da hep sert, katı, kuralcı. Özel alanda da kamusal alanda da aynı yani. Biraz Birikim biraz A Haber kafasıyla kalem oynatan Civelek’in Kıvılcım’ın aile üyelerine verdiği isimlerse şöyle: Kızlar Doğa ve Çimen. Anneanne Sönmez. Kıvılcım’la beraber düşünüldüğünde sanki bunların sülalesi tümden pagan, şaman. İsimlere sosyokültürel anlam yüklemek mi kaldı, hangi yıldayız, azıcık dijital platform işi izleyin (!) Kaldı ki bu ülkenin en zenginlerinin, Koç’ların Sabancı’ların çocuklarının adları bile Ali, Mustafa…
İsim konusuna gelmişken, Doğa’nın sevgilisinin adının Fatih olduğunu da ekleyelim. (Yine Peyami Safa! Yine Fatih-Harbiye!) Onun ailesi de Fatih’te yaşamış bir vakit. Aslında Kırım’dan göçmüşler. Şu an ise Bebek’te oturuyorlar. Çünkü turizm işi yapıyorlar, hayli zenginler. Fatih, Kıvılcım’ın hışmından kaçan Doğa’yı evlerine götürüyor. Babasına durumu anlatıyor. Muhafazakâr Abdullah Bey, oğlunun ve sevgilisinin evlilik dışı ilişki kurmalarına hiç tepki göstermiyor, torunu olacağına çok seviniyor, hemen nikâh işlemlerini başlatalım, diyor. Fatih’in (türbanlı) annesi de Doğa’yı bağrına basıyor. Böylece veya güya, anlayışsız, hoşgörüsüz “laikçi teyze” Kıvılcım’ın karşı kutbunda yer alan ehli kitap, imanlı insanlar sevgiyi, ailenin faziletini hatırlatıyor.
Cici Berkun da böyle yapmıştı ya, diğer mahallenin sakinleri burada da özenle resmedilmiş. Abdullah karakterinin kitaplarla dolu bir odada sükûnetle oturduğu planla açılan sahne mesela… Kıvılcım bir eğitimci olmasına rağmen, bölüm boyunca kitaba, dergiye dokunduğunu görmüyoruz. Gazete okumuyor, haber izlemiyor, herhalde dünyada ne olup ne bittiği onu hiç ilgilendirmiyor. Sadece sağa sola emirler yağdırıyor. Buradan bakınca benim aklıma, siyasal İslamcıların reisinin sık sık tekrarladığı, CHP’nin ülkeye çaktığı tek bir çivi yok, sözleri geliyor. Fakat bu denli “derin” okumalara gerek olduğunu da düşünmüyorum, yoksa dizide bunu yapmaya olanak sağlayacak çok malzeme var. Yukarıdaki birkaç örnek sanırım yeterli.
Bu temsillerin ne kadar kötü, başarısız olduğu ve tarafgirlikle yapıldığı aşikâr ama birilerinin diziye eleştiri üreteceği düşünülerek, anlatılanların gerçek olduğunun söylenmesine ihtiyaç duyulmuş. Ancak bu ifade dizi başlarken kullanılmıyor sadece, dizi boyunca ekranın sol alt köşesinde tutuluyor. Bugüne dek hiçbir TV yapımında bu görülmüş değil. Ama (Kızılcık Şerbeti’nin yazarı, yapımcısı, yönetmeni, oyuncuları) şunu unutmasınlar ki bu saçmalıklara bugün inanacak insanlar elbette bulabilir, bu sayede para kazanabilir, patronlarından ve ülkeyi yağmalayanlardan aferin alabilirler ama ne zaman olduğunu bilmediğim bir vakit, siyasal İslamcı diktaya ideolojik destek sunmanın bedelini ödemekten asla kaçamazlar. Bu bedel mi; tarikat yurtlarında geleceği yok edilen çocukların, şort giyiyor diye saldırıya maruz kalan kadınların öykülerinin anlatıldığı günler geldiğinde duyacakları utançtır.
Başta Kemal Kılıçdaroğlu ve özel ekibi; ayrıca bunların taktiklerine itiraz etmelerini sağlayacak düşünsel reflesklerini yitiren, iradesizleşen bütün CHP’liler diziyi izleyip izleyip içlenebilir, vaktiyle biz bu ülkenin dindarlarına ne eziyetler ettik, kendisi 32 yaşındayken 16 yaşında liseye giden bir kızı okuldan alıp nikâhladı, başını örttürdü diye Abdullah Gül’ü boş yere eleştirdik, onu Çankaya’ya çıkarmamak için mitingler düzenleyip askeri darbeye kışkırttık, çok günahımız var çok, diye özeleştiri yapabilir; bu motivasyonla da Bay Kemal’in türban çıkışını koşulsuz destekleyebilirler.
Tam bir helalleşme dizisi Kızılcık Şerbeti. Ne zamanlama ama!
Not etmekte yarar var: CHP, ülkemizde müesses nizamın, kapitalist düzenin bekasının garantörüdür. 1946’dan bu tarafa, yerini ve yönünü emperyalist Batı bloku içinde gören Türkiye egemenlerinin ihtiyaçları ne ise CHP her zaman bunlara göre hareket eder. Muhalefetinin dozu, içeriği, biçimi bu koşullara göre belirlenir. Yani Kılıçdaroğlu ve ekibinin eylemleri, evet bizce yanlıştır ama, özelinde partilerinin burjuva karakteri gereği tutarlıdır. Buradan bir direnç; sermayeye, emperyalizme ve gericiliğe karşı esaslı bir mücadele çıkmaz.
Türkiye’nin muhtarının küçük kızına, birkaç gün önce, CHP’nin türban çıkışı sorulmuş, o da şöyle demiş: “Samimi bulmadık. Hem arşivler ortada hem de büyük çoğunluğunun hangi görüşte olduğunu bildiğimiz büyük şirketlerde başörtülü çalışan göremiyoruz. Daha oralarda bile başörtüsünü hazmedemeyen bir görüşün siyasi temsilcilerinden de çok bir şey beklemiyoruz.”
CHP zihniyeti ve büyük şirketler… Yine aynı hile: Zenginler laik, yoksullar dindar. Onlar eziyor, dışlıyor; bunlar da zulme karşı mücadele ediyor. İki cümlede, Türkiye’nin sermaye sınıfının siyasal İslam’ın önünü açtığı, on yıllardır onlara yarayacak politik tercihlerde bulunduğu gerçeği buharlaştırılıyor… Kimlerin kastedildiğini ise elbette biliyoruz. O halde bir ekleme: Bahadır Özgür, BirGün’de, geçen salı günü yayımlanan, AKP döneminde maden işiyle uğraşanların nasıl semirdiğini konu ettiği yazısının bir yerinde şöyle diyor: “Ünvanında aynı anda çok sayıda iş kolu yazan irili ufaklı, taşeron vs. şirketleri bir yana bırakırsak, metal cevherinde doğrudan faaliyet gösterenlerin sayısı 1050 civarında. Şirketlerin yüzde 75.5’i mikro, yüzde 14.6’sı küçük, yüzde 6.4’ü orta büyüklükte. Hepsinin satışlardaki payının toplamı yüzde 9.5’i ancak buluyor. Yani şirketlerin yüzde 3.5’i sektörün yüzde 90.5’ine hakim. Büyükleri tanıyoruz: Koç, Anadolu Grubu, Şişecam, Ciner, Eczacıbaşı, Zorlu, Yıldırım Holding, Cengiz Holding, Limak, Eysim Madencilik, Kaltun Madencilik, SSS Yıldızlar Holding, Nurol, Nesko Madencilik.”
Görüldüğü üzere, beşli çetenin elemanları da sözüm ona laik sermeye grupları da burada. Diğer sektörlerde de durum farklı değil elbette. Para babaları her zaman her yerde AKP’yle beraberler ve asıl mesele şu: Siyasal İslamcılar, tüm sermaye gruplarına ülkeyi talan ettiriyor, onları semirtiyor; onların desteğiyle de iktidarlarını pekiştiriyorlar. Emek sömürüsü, cinayete dönüşen iş kazaları, yağmavari özelleştirmeler, işsizlik, çalışma yaşamındaki sorunlar hiç önemli değil. Bunlarda mutabıklar, ortaklar. Ama iş bunlar nedeniyle kötü yaşam koşullarına mahkûm olan insanların oyunu, desteğini almaya geldiğinde her şey değişiyor. Türban birden gündem oluyor ve bayat özgürlük söylemleriyle beraber zulmün, hırsızlığın, yolsuzluğun üzerine örtülüyor. Konu kültürel düzleme taşınıp reel ekonomi-politik unutturuluyor. Bu yalan rüzgârı da ülkenin muhalefetini, televizyoncusunu, yazarını, çizerini önüne katıp sürüklüyor. Bunların bazıları bilinçsizce çoğu bile isteye siyasal İslamcıların işlevli aparatına dönüşüyor.
Fakat bu devran böyle kalmayacak. Bu ülkenin yoksulları kan kusarken leziz kızılcık şerbetlerini yudumlayanlar, patronlar, siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, hep beraber, topyekûn, tarihin çöplüğünü boylayacaklar. Bir gün mutlaka.