Vatan gazetesinin, 10 Haziran 2010 tarihli nüshasının magazine ayrılan sayfalarının birinde, “Kurdelalı Cazibe” başlıklı ve manken görseliyle süslenmiş bir “haber” yayımlanmıştı; şöyle: “Polonyalı iç çamaşırı firması Atlantic, ülkesinin komünizm dönemindeki erotizm açlığını kapatarak Avrupa’ya açıldı. Siyah ve beyaz renklerin yoğunlukta olduğu yeni koleksiyonda dantel yerine ince tüller kullanan firma, kurdelalı aksesuarlarıyla da eleştirmenlerden tam not aldı.” Erotizm açlığının ne olduğunu, bunun komünizmle bağını, o gün anlamadığım gibi bugün de tam olarak çözebilmiş değilim. Fakat dantelli, ince tüllü, fırfırlı, rengârenk vs. sutyenlerin külotların, Polonya Doğu Bloku’na dâhil iken bu ülkede üretilemediği, bu yüzden de o yıllarda zavallı Polonyalıların cinsel duygu, istek, fantezilerden yoksun, deyim yerindeyse ot gibi yaşadığı kastediliyor ve serbest piyasasının bir yararına daha işaret ediliyor olabilir.
Komünist toplum, maalesef, henüz dünyanın herhangi bir yerinde teşkil edilemedi; ama “iyi kötü” sosyalist ülkeler gördük. Eğer buralarda, “onlar”ın deyimiyle erotizm açlığı var idiyse, kapitalizmde de kusturacak ölçüde bir erotizm tokluğu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira erotizm, sadece öznelerini ilgilendiren cinsellik ediminden daha başka bir olgu; cinselliğin abartılmış, kışkırtılmış, sağlıksızlaştırılmış halidir. Temel “ilke”si kâr maksimizasyonu olan liberalizmdeyse, erotizm, her an bilincimize ve bilinçaltımıza sokulan ve bu yolla bize daha fazla “mal” satılmasının aracı haline getirilen bir “şey”dir. Bu “mal” bazen ince tüllü bir külot bazen kalın bir dondurma bazen uzun şişeli bir kola bazen ıslak bir tatlı bazen parlak bir dergidir… Bazen, hatta çoğu zaman da bir filmdir. Film derken, sekiz dokuz bir yapımdan bahsetmiyorum sadece. Tüm piyasa filmlerini kastediyorum. Geçtiğimiz ve bu yüzyılın en önemli kitle iletişim araçlarından biri olan sinemanın, kapitalist düzenin kirinden pasından nasibini almaması zaten şaşırtıcı olurdu.
Sinema ve erotizm ilişkisi oldukça uzun, geniş, kapsamlı bir konu; ama en azından ülkemiz özelinde bir özete girişilebilir.
Afife Jale, 1920’de, tiyatroda sahneye çıkan ilk Türk-Müslüman kadındır. Sinemada bu ilk içinse 1923’ü beklemek gerekecektir. Muhsin Ertuğrul, Halide Edip Hanım’ın Ateşten Gömlek’ini filme alacaktır. Konu Kurtuluş Savaşı olduğu için, kadın oyuncuların Türk olması tercih edilir ve bu sayede Neyyide Neyir ve Bedia Muvahhit filmde oynarlar ve onlar da tarihe geçerler. Bundan önceki az sayıda filmde gayrimüslim ve Beyaz Rus kadınlar oynamıştır.
Bunlardan biri, ilk öykülü film olarak bilinen, Sedat Simavi’nin yönettiği, 1917 tarihli Pençe’dir. Mehmet Rauf’un 1909’da yayımlanan bir oyunundan uyarlanan filmde, (nemfoman bir kadın karakter üzerinden) erotizm bir tema olarak yer alır. 1919’da ise Hüseyin Rahmi’nin aynı adlı eserinden uyarlanan ve erotizmin tüm öyküye hâkim olduğu Mürebbiye filmi gelir. Yönetmeni Ahmet Fehim olan filmde bir Rum, Madam Kalitea oynar. Cumhuriyet’in ilanından ardından, Ateşten Gömlek’i izleyen yıllarda, artık Türk kadınları da sinemada yer bulmaya başlar: Necla Sertel, Perihan Yenal, Cahide Sonku… 1940 tarihli Şehvet Kurbanı ve 1942 yapımı Sürtük, Türk sineması ve erotizm ilişkisinin konuşulabildiği başka örneklerdir (Cihan Demirci, Araya Parça Giren Yıllar, İnkılâp Kitabevi, 2004, s. 20-21).
Boyut Kitapları’ndan çıkan Sinemanın Erotizmi adlı çalışmada, süreçle ilgili şöyle deniyor: “Erotik Türk sinemasında yabancı kadın egemenliği çok uzun yıllar sürdü. Türk toplumu rol gereği de olsa kendi kadınını erotik sahneler içinde hayal etmek istemeyince, etkileri günümüzde bile süren bir yol seçerek (Helga!) cinselliği, çıplaklığı ve seksi yabancı kadınlardan öğrendi” (2022, s. 86). Burada akla, yetmişli yıllardaki seks filmleri furyası gelecektir. Ancak şu var ki, sonuçta o filmlerdeki kadınlar, zaten “kötü” kadınlardır. Onlar sevişebilirler. İşleri budur… Kitapta buna dair de bir kenar notu, şerh var: “Arzu Okay, tüm çıplaklığını karşın, yine de bildiğimiz vamp kadın tipi olamaz. Filmlerde o ezilen kadındır; baştan çıkaran değil, baştan çıkarılandır” (s. 86).
Bu kaba seks filmi pratikleri, Türk sinemasında, Yeşilçam mantığının dibe vurduğunun da alametidir. Bu yüzden, bu zaman diliminde, 1974-80, film yapan erkeklerin pek çoğu, sinemayı kurtardığını bile iddia edebilmiştir. Kadın oyuncular ise kayıp; istisnalar bir yana, bir daha sinemada görülmezler. Çünkü güldürü, komedi altında iş iyice bayağılaşmış, pornoya kadar varmıştır. “Başrol oyuncusu olarak ülkemizde ilk porno filmi çeviren kadın oyuncu Zerrin Doğan oldu. Naki Yurter’in 1979 yılında yönetmenliğini yaptığı ‘Öyle Bir Kadın Ki’ adlı film, Zerrin Doğan’ın ve Türk sinemasının ilk gerçek ‘porno’ filmidir… Bu filmin erkek oyuncusunun adı Levent Günsel, diğer kadın oyuncusu ise Zafir Seba’ydı… Bu filmi gene aynı kadronun çektiği ‘İyi Gün Dostu’ adlı porno film izledi… Zerrin Doğan’la ‘porno’ya dönüşen bu dönemde bir kadın oyuncu daha harbi-porno oyunculuğuna soyundu ki, o da Dilber Ay’dır… Dilber Ay da Yavuz Figenli’nin yönettiği ‘Gece Yaşayan Kadın’, ‘Takma Kafanı’, ‘Cemile’nin Kaderi’ gibi grup sekse de yer verilen gerçek porno filmlerde oynadı” (Cihan Demirci, Araya Parça Giren Yıllar, İnkılâp Kitabevi, 2004, s. 44-46).
12 Eylül darbesiyle beraber erotik-porno film dönemi de kapandı. Artık her konuda olduğu gibi Türk sinemasında da yeni bir süreç başlıyordu. Kadınların sinemadaki temsilleri değişecek; kurallarıyla maruf Türkan Şoray bile öpüşecek, sevişecekti. “Kadın filmleri” başlığı altında sınıflandırılan yapımlar da bu dönemde ortaya çıkacak; pek çoğunda Müjde Ar’ın olduğu bu filmlerin yanı sıra Banu Alkan, Serpil Çakmaklı gibi aktrislerin yer aldığı, melodram tarzlı filmler de seyirciye bolca sunulacaktı.
Şükran Kuyucak Esen, dönemin Türk sinemasını incelediği eserinde, sürece ilişkin şöyle diyor: “80’li yıllarda çekilen bu filmler incelendiğinde, Türk sinemasının kadına bakışında iki ayrı çizgi görülür… Birinci kategorideki, arabesk filmler ve ticari amacı ön planda tutan diğer ‘Yeşilçam Filmleri’nde, değişen bir şey yoktur. Geleneksel, Yeşilçam tarzı bakış sürmektedir. Kadın tipleri iki uçtadır. İyi uçtaki ‘melek’ kadınlar ve kötü uçtaki ‘şeytan’ dişiler.” (Seksenler Türkiye’sinde Sinema, Su Yayınları, 2019, s. 43) Bu tespit şüphesiz ki doğru; ancak diğer başlığa, yani “kadın filmleri”ne dair Esen’in şu söyledikleri tartış(ıl)malıdır: “İkinci kategorideki filmlerde ise, kadın artık ‘insan’dır. Gerçek insan gibi iyi özellikleri de, kötü özellikleri de bulunabilir. Düşünür, başkaldırır, cinsel istek duyar, iş yaşamında başarılı olmaya çalışırken iyi bir anne de olmaya uğraşır. Toplumun içinden çıkarılmış kadın kişilikleri çizmeyi, gerçekçi olmayı amaçlayan filmlerin bakışıdır, bu” (2019, s. 44).
Her şeyden önce bu “kadın filmleri”nin pek çoğunun yönetmeninin Atıf Yılmaz olduğunu belirtmeliyiz. Esen, Yılmaz’ın 13 kadın filmi çektiğini tespit eder (2019, s. 45). Ancak sormak gerekir: “Her devrin yönetmeni” Yılmaz, bunların kaçında, kadını, söylendiği gibi “çok yönlü” biçimde hikâye etmiştir? Birçok “aklı başında” erkek kendisine ilgi duyduğu halde bunların hiçbirine olumlu bakmayan; fakat kendisini sürekli aşağılayan, döven, aldatan bir fotoğrafçıyla sevişmeye bayılan bir kadının anlatıldığı Dul Bir Kadın’da (1985) mı mesela? Aldatmanın meşrulaştırıldığı, seks isteğinin aşk diye sunulduğu Bir Yudum Sevgi’de (1984) mi yoksa?.. Hepsine ayrıntılı değinilebilir ama sadece birine, Ölü Bir Deniz’e (1989); filmin uyarlandığı, aynı adlı kitabın yazarı Erhan Bener’in söyledikleri üzerinden bir bakalım.
Kitabın Everest Yayınları’ndan çıkan baskısındaki önsözde, Betül Mutlu, Bener’in, bir mülakatından aktarıyor: “Sözleşmeye ‘Senaryoyu mutlaka göreceğim’ diye not koydum. Ama ne senaryoyu görebildim ne de beş kuruş telif hakkı alabildim. Sonra gazetelerden çekimlerin başladığını öğrendim. Hem de Klasis Otel’de. Romanın havasına tamamen ters düşen bir mekânda. Telefonla bir türlü ulaşamıyorum. Telgraf çektim. Protesto çektim. Apar topar gönderdiler senaryoyu. Bir rezalet. Baştan sona otelin reklamı yapılıyor. Saunalar, dansingler falan… Yine telgrafla protesto çekince kısmen düzelttiler. Bir gelip göreyim dedim. Beni bir türlü film setine sokmadılar. Sonra seyrettim filmi. Bayağı gülünç sahneler vardı” (2017, s. 11).
12 Eylül’ün yarattığı depolitizasyon ortamında sınıf, sendika, devrim, sol, sosyalizm gibi kavramlar “tedavülden kalkmış”; sayıları fazlaca birileri de yılgınlığını, yorgunluğunu bu sayede meşrulaştırmış, kimlikçiliğe meyletmişti. Yarım yamalak öğrenilen feminizm de dönemin “moda”larından biriydi. Bir “tüccar” yönetmen olarak Atıf Yılmaz da bunun ayrımındaydı elbette. Müjde Ar, Türkan Şoray, Hale Soygazi gibi “çok güzel” kadınların bedenlerinin cesurca (!) sergilendiği, metalaştırıldığı filmleriyle, Yılmaz, bence kendisine gösterilen ilgiyi hiç de hak etmiyor ve içerik, biçim olarak değil elbette ama; yönetmeninin teşhirciliğiyle, “kadın filmleri” de, Banu Alkan’ınkilerle mesela fazlaca benzeşiyor.
Devam edersek; doksanlar ise, sinemada erotizmin fazlaca sıradanlaştığı, seksenlerdekinden daha da banalleştiği bir dönem olacak; Hollywood’un tekniğini alacak imkânlardan yoksun oldukları için ancak ahlakını alabilen yönetmenler, sevişmesiz, çıplaklıksız hiçbir film çekmeyeceklerdi. Yavuz Turgul, Mustafa Altıoklar, Şerif Gören, Sinan Çetin, Umur Turagay gibi yönetmenlerin bu yıllarda kotarılan filmlerinin tümünde, bir kuralmış gibi, kesinlikle çok ünlü, medyatik kişiler oynayacak ve muhakkak sevişeceklerdi. Sadece birini hatırlatalım: Berlin in Berlin’de (1993) Hülya Avşar’ın kendini tatmin ettiği sahnenin hikâyeye katkısı nedir mesela? Tabii ki de hiçbir şey. Ama Avşar’ın oynadığı karakterin o eylemi, oyuz yıldır konuşuluyor. Amaç da zaten budur, buydu.
Doksanlara ilişkin küçük bir not ekleyelim. Bu yılların sonuna doğru (iki binlerin başı da dâhil) erotik film pratikleri geri döner. VCD teknolojisinin etkisiyle, yine düşük profilli yerli erotik yapımların izleyicileri, kendilerine yeni yıldızlar da yaratırlar. Bunlardan biri de ilk korku-erotik, ilk Kürtçe-erotik filmlerde oynamasıyla bilinen Yasemin Ünlü’dür. Filmlerinin bazıları on binlerce satılan Ünlü’nün yaşamının kendi anlatımları ile kaleme alındığı bir de kitap var: Benim Adım Yasemin (İnci Fügen Yılmaz, İnkılâp Kitabevi, 2005).
İki binler ise “filmin koptuğu”, milyonlarca insana, prime time kuşağında memnu aşk-seks maceralarının izletildiği, “Bihter’in sevişme odası”nın ziyaretçi akınına uğradığı, bunları da kimsenin yadırgamadığı yıllardır. Bu ekonomik-sosyal-kültürel ortamda yetişen sinemacı da yapımcısından, izleyicilerinden farklı olmayacaktır elbette. Farklı olacak karakteri, siyasi bilinci, onuru, aklı fikri de yoktur zira… 2013’te, Gezi’yi takiben “özgürlük” sona ermiştir ya; o da ülkenin tek sorunu, artık televizyon dizilerinde kadehlerin buzlanması, öpüşme sahnelerinin kesilmesiymiş gibi sızlanıp duracak; araya birilerini sokarak, kültür endüstrisinin yeni icadı dijital platformlara iş yapmak peşinde koşacaktır. Buralarda en güzel kadınları, en yakışıklı oğlanları oynatıp, onları bol bol soyundurup, öpüştürüp, seviştirecektir. Çektiği film en çok bir hafta konuşulup unutulsa da, onun derdi tabii ki bu olmayacaktır. Ispanağın çıkması, çorbanın kaynaması ona yetecektir.
Bunca şeyi aklıma düşüren, Ozan Açıktan’ın Kal (2022) filminden bir sahneydi. Emlakçı kadının havuzdan çıktığı, epeydir sevişememiş ıssız oğlanın (ve tabii seyircinin de) onun arkasından iştahla popo izlediği sahne… Bir sonraki sahnede geçecek “göt” kelimesine hazırlık mıydı bu aksiyon? Öyleyse bile gerek var mıydı? “Dolunay Soysert’in poposunu görmek”, öykünün alımlanması bahsinde izleyiciye ne verdi? Sinemada bir karakterin “erotizm açlığı” çektiğini göstermenin tek yolu bu mudur?.. Hepsi bir yana, Soysert’in, bu zamana kadarki harika oyunculuk kariyerini Açıktan gibi “basit” bir yönetmene meze ettirmesinin sebebi ne olabilir?
Balçıkla dolu bu ülkenin “sanat” havuzu. Burada “muhalif” kulaçlar atmak hiçbir şeyi değiştirmez. Emekçilerin, gençlerin, yoksulların estetik bilincini geliştirecek bir kültür denizini var etmeliyiz.