İlk olarak Cannes’da gösterilen, Altın Portakal’da çeşitli dallarda dokuz, Ankara Film Festivali’ndeyse altı ödül alan Kurak Günler (2022) filmi vizyona girdi. Filmin yönetmeni Emin Alper’in, özellikle Antalya’daki ödül töreninde yaptığı konuşma ve filmdeki eşcinsellik mevzuu nedeniyle havuz medyasında epeyce hırpalandığı “hararetli günler”in üzerinden çok geçmeden filmin yaygın gösterim şansı bulması güzel. Kurak Günler’in festivallerde kullanılan afişinin vizyon öncesi değiştirilmesi ise dikkat çekici. Yeni afişin, iki erkeğin birbirine baktığı (Mabel Matiz klibinden kesilmiş bir parçaya benzeyen) bir forma evrilmesi, andığımız tartışmalara yanıt değil, Alper’i de kızdıran bir yapımcı hokkabazlığı. Bununla ilgili hemen bir iki şey söylemek lazım.
Antalya Büyükşehir Belediyesi henüz CHP’ye geçmemişken, 2018’de, 55. Altın Portakal etkinlikleri kapsamında “Sinemadan Günümüz Dizilerine, Kadının Yükselişi” adlı bir etkinlik düzenlenmişti. Etkinliğin konuşmacılarından yapımcı Fatih Aksoy, “Türk dizilerinde eşcinsel kahramanlara yer yoktur. Amerika’da yapıyorlar ama biz korkuyoruz. İzleyiciye itici geliyor. Bunu dijital platformda yapabilirdik. Ama eşcinsel karakterlerin henüz evlerde izlenmek istendiğine inanmıyorum” deyince, diğer konuşmacılar Hazal Kaya ve Özge Özpirinçci, ki ikisi de o dönem Aksoy’un para yatırdığı dizilerde oynuyorlardı, Aksoy’a tepki göstermişler, bu vesileyle konu bir süre tartışılmıştı.
Dijital platform vurgusu önemlidir, zira Türk yapımcılar, henüz buralarda da seyirciye bir “eşcinsel dizisi veya filmi” sunamadıkları gibi, bir eşcinsel karakterin olduğu tek yapıma bile girişemediler. Netflix’te gösterilen Aşk 101 adlı dizi öncesindeki tartışmaları hatırlayalım. Televizyon, özelinde dizi sektöründen para kazananlar, böyle bir şeye hâlâ cüret edemediler. Korkuyorlar. Çünkü bir yandan o mecralara iş üretirken, diğer yandan havuzun kanallarına da alelade diziler satmaları gerekiyor. Dengeyi korumak durumundalar. Zira dertleri sanat değil, malum.
Peki Aşk 101’de geri adım atan Ay Yapım, nasıl oluyor da Kurak Günler’in (2022) ortak yapımcılığını üstlenebiliyor? Hem de korkmadan (!) Burada ilk akla gelenler, Kültür Bakanlığının filme destek vermesi ve filmin yurtdışında ve prestijli festivallerde gösterilecek olması. Ama bence işin özü, Kurak Günler’in potansiyel seyircisinin niteliği ve yönetmeninin kimliğiyle ilgili. Biraz açalım.
Emin Alper, yeni Türk sinemasının kurucu kuşağına mensup yönetmenlerden (Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu) sonra sinemaya giren yönetmenlerin “en başarılısı” olarak görülüyor. Yani tutulan, tanınan, piyasası olan bir isim. Derdini daha çok alegorilere yaslanarak anlatıyor ve -gerek üretim ilişkileri ve gerekse de bu ilişkilerin koruyucusu olan devletin şimdiki sahipleri üzerinden düşünelim- müesses nizamı doğrudan karşısına alan bir sanatçı profili de sunmuyor. Hatta Tepenin Ardı (2012), iktidarın açılım ve çözüm süreci stratejilerine, yine Abluka (2015) da sol liberallerin paradigmalarına hayli uygun filmlerdi. Öte yandan yönetmenin, ideolojik-kültürel bağlamda da katı bir duruşu yok. Blu TV’ye dizi çekecek kadar esnek mesela. Ama her şeye rağmen, kıvamında bir politikliği de elden bırakmıyor. Türk sinemasının festivallerinin şifrelerini iyi biliyor ve örneğin Antalya’da bir yıl jüri başkanı diğer yıl eğitimci öbür yıl yarışmacı olabiliyor… Pısırık, bir o kadar da paragöz olan yapımcıların desteğinin (ve de filmin vizyon şansı bulabilmesinin) nedenini de bunlarda aramak gerekiyor.
Alper, Portakal’ın kapanış ve ödül töreninde, kendince bir “isyan” konuşması yaptı. Boğaziçi’ne, Gezi’ye, İran’daki eylemlere değindi. Hatta (NATO’ya ABD’ye değil) Putin’e çattı. Ülkemizdeki politik ve kültürel çatışmaların bir tarafının hoşuna gidecek cümleler kurdu. Ama bunlar, berraklıktan uzaktı ve böylece Türkiye’de solcu diye bilinen sanatçıların taşıdıkları “yanlış bilinç” bir kez daha görülmüş oldu… Kurak Günler de işte, şaşırtıcı değil elbette, bu “yanlış bilinç”in tüm izlerini taşıyan bir film.
Kurak Günler’in konusu, Altın Portakal kitapçığında şöyle özetleniyor: “Emre, Yanıklar kasabasına yeni tayin olmuş çiçeği burnunda bir savcıdır. Bekleyen işlere büyük bir ciddiyetle sarılan Emre, başta belediye başkanı Selim Bey olmak üzere kasaba eşrafı tarafından büyük bir saygıyla karşılanmıştır. Ancak bu hoş karşılamaya rağmen ilk günden itibaren bazı tuhaflık ve gerginlikler yaşanır. Belediye başkanlığı seçimleri yaklaştıkça kasabadaki gerginlik iyice artar. Emre, siyasi çekişmelerde taraf olmak istemese de ona karşı yükselen homurtular, onu yavaş yavaş kasabanın muhalif gazetecisi Murat’a yaklaştırır ve genç savcı çok geçmeden bir kısır döngüye sıkışıp kalır.”
Ayrıntılar bir yana, filmin konusu, kısaca böyle. Ama Emin Alper, önceki filmlerinden de bildiğimiz üslubuyla fare, domuz, akmayan su, obruk metaforları ile birlikte Çingene, eşcinsel karakterleri önümüze sürüyor. Filmdeki bir iki cümlelik güncel politik göndermeler de hesaba katılınca, bu basit konu zenginleşiyor. Seyirciye, daha doğrusu “sanat sevicileri”ne, kendi filmlerini kendilerinin yapabilmesi olanağı doğuyor. Bu sayede işte, Kurak Günler, birden Türk sinemasının başyapıtlarından biri mertebesine konuyor, haftalardır övülüyor. Örneğin Emine Uçar İlbuğa, 16 Ekim 2022 tarihli BirGün Pazar’da, filmi, “Türkiye’nin, siyasi, ekonomik, kültürel koşullarını … merkezine alarak toplumdaki güç, iktidar ilişkilerini, kendinden olmayanların nasıl ötekileştirildiklerini, doğanın tahribi ve bireylerin sıkışmışlıkları, halkın çektikleri tüm yoksulluk ve haksızlığa karşı nasıl iktidarlar tarafından yönlendirildiklerini sinemanın estetik diliyle” teşkil edilen bir yapım olarak çözümlüyor.
İlbuğa’nınki gibi yorumlardan sonra, ayrıca yandaşların saldırıları ve Kültür Bakanlığının verdiği desteği geri istemesi nedeniyle cesaretlenen Emin Alper, son günlerde, geçtiğimiz aylarda söylemediklerini söylemeye, filminde, Türkiye ve dünyadaki otoriter popülist yönetimlere dair eleştiri üretmek istediğini belirtmeye başladı. Böyle olduğunu kabul edelim. Ama Kurak Günler, bu iddiayı somutlaştıracak bir filme benzemiyor, bu bir. İkincisi ve daha önemlisi, “yanlış bilinç”le doğru film yapılamayacağı gerçeği de ortada duruyor.
Evet dünyada da çeşitli ülkelerin (eski veya yeni) yöneticileri otoriter popülist olarak anılıyor. Fakat hem ilgili ülkelerde (Brezilya, Macaristan, ABD, İtalya vs.) hem de Türkiye’de, bu nitelemenin cazibesine kapılıp ekonomi politiği göz ardı etmemek; bazı liderleri klasik sağcılıktan başka sulara, eğilimlere sürükleyenin, kapitalist düzenin dönemsel gereksinimleri olduğunu atlamamak; ülkemizde örneğin, “tek adam”lığın, neden 2015 öncesinin değil de sonrasının gündemi olduğunu iyi analiz etmek gerekiyor… Alper’inse, bunları yapabilecek bir ideolojik-politik formasyonu bulunmuyor. Bu yüzden de, sol liberallerin, sinema akademisyenlerinin, turuncu sitelerin film yazıcılarının övgülerine mazhar olacak bir film çekmesi normalleşiyor.
Emin Alper, doksanlı yıllarda üniversite okumuş ve politikleşmiş. Yönetmeni ve aslında yönetmenin kuşağını anlamak için dönemin ideolojik iklimini kısaca ele almak gerekiyor.
Ellen Meiksins Wood’a göre, “Devrimci sosyalizm, geleneksel olarak, işçi sınıfını ve onun mücadelelerini toplumsal dönüşümün ve sosyalizmin inşasının tam merkezine yerleştirir; bunu yaparken, sadece inançla hareket etmeyip, toplumsal ilişkilere ve iktidara ilişkin kapsamlı bir çözümlemeden çıkan sonucu esas alır. İlk olarak, bu sonuç, üretim ilişkilerini toplumsal yaşamın merkezine koyan ve bu ilişkilerin sömürüye dayalı karakterini, toplumsal ve siyasal tahakkümün kökeni sayan tarihsel/maddeci ilkeden doğmuştur. İşçi sınıfının potansiyel olarak devrimci sınıf olduğu önermesi, metafizik bir soyutlama değil, bu maddeci ilkelerin bir uzantısıdır (Sınıftan Kaçış Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm, çev. Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2011, s. 36). Ancak doksanlarda, solun bu geleneksel paradigması, Batı’da olduğu gibi ülkemizde de artık sorgulanmaya başlamıştır. İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesindeki merkezî konumlandırılışını reddeden postmarksistlerin iddiaları Türkiye’de de popülerleşmiştir. Metin Çulhaoğlu, ilk olarak 1997’de yayımlanan Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu adlı çalışmasında bu iddiaların henüz “sızıntı” olduğu görüşündedir: “Günümüzde Türkiye solu, zaman zaman kimi postmodernist motiflerle de beslenen bir ideolojik akımın, yani postmarksizmin ağırlığını yaşamaktadır. Bununla, Türkiye solunda postmarksizmi belli başlı bütün savlarıyla birlikte açıkça savunanların yaygın olduğunu söylemiyorum. Asıl gündemde olan, bir tür sızıntıdır. Başka deyişle, postmarksist kimi motifler ve yönelimler, Türkiye toprağında ortaya çıkan sol konumlanışlara yer yer nüfuz edebilmektedir” (Yordam Kitap, 2015, s. 388). Ahmet Hamdi Dinler ise, bu tespitin yanlışlığına işaret ettikten ve Çulhaoğlu için “… Türkiye Solu’nda, bu görüşler için gündemde olan bir sızıntı derken büyük ölçüde yanılıyor” dedikten sonra ve tezini şöyle sürdürmektedir: “ÖDP programı ve program ile uyumlu olarak kabul edilen Kongre Kararları post-marksizmin Türkiye’de çok büyük ölçüde yeşerdiğinin ve kabul gördüğünün açık bir göstergesi” (Nihayet Post-Marksistler Türkiye’de, Bilim Yayınları, 1998, s. 15). Güneş Gümüş de benzer bir tespit yapmaktadır: “Postmodern teorisyenlerin en büyük saldırısı Marksist ‘sınıf’ kavramına yapıldı. İşçi sınıfı devrimci değildi, olamazdı da çünkü ayrıcalıkları vardı: Beyaz, erkek, milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik… Bu ayrıcalıkları yüzünden işçiler sisteme bağlanmıştı. Toplumsal muhalefeti ise ancak ‘ötekiler’ yürütebilirdi. Kadınlar, eşcinseller, siyahlar, göçmenler… Türkiye’de sosyalist hareket bu postmodern zokayı 1990’lardan itibaren yutmaya başladı. Ufuk Uras liderliğindeki ÖDP ve daha sonra da Kürt ulusal hareketinin partileri bu işte başı çekti “ (Sosyalist Gündem, 24.01.2021).
Sonuçta, politik düzlemde postmarksizm, kültür sanat düzleminde de postmodernizm Türkiye’nin solcularını başkalaştırdı. Bunun etkileri, geride kalan otuz yıla dönüp bakıldığında daha net görülecektir. Her iki akım da ülkemizin solunu kimliklere, kimlikçiliğe sıkıştırdı. Ve bu, bugün artık genel geçerleşti. Aksini söyleyen eleştirilmek ne kelime, adeta mahkûm edilir oldu.
Bu sürecin tüm etkilerini bilincinde taşıyan Emin Alper de işte, Kurak Günler’de, sözüm ona AKP eleştirisi yapıyor. Dinci-liberal diktaya, Birikim gözlüğüyle bakıyor. Ülkemizin doksan yılda biriktirilen varlıkları on yılda satılmış; eğitim, sağlık piyasalaşmış; yollar, köprüler paralılaşmış; her mahallede imam-hatip okulları açılmış; cinayete dönüşen iş kazalarında her gün emekçiler ölüyor; grevler yasaklanıyor; dört yaşındaki çocuklara din eğitimi aldırılıyor; bir işçinin konut edinebilmesi için 41 yıl yemeden içmeden çalışması gerekiyor… ama güya sosyal konulara duyarlı yönetmen Alper’in eleştirisi, kimlik sorunlarına değinmekten öteye gidemiyor.
Peki solcu bir yönetmen, sadece işçileri anlatırsa mı politik görüşüne uygun film çekmiş olur? Ülkemizde etnik, mezhepsel, cinsel yönelimsel farklılıklarından kaynaklı ayrımcılık yaşayan insanlar yok mu, solcular onları görmezden mi gelmeli? Elbette ki hayır. Burada mesele, farklılıkların yeni sağcılara yarayacak bir bakış açısıyla değil, sosyalizm mücadelesini zenginleştirecek ve güçlendirecek bir perspektifle ele alınıp alınmaması, ezilenlerin ve sömürülenlerin bir araya gelme olanaklarının vurgulandığı eserler üretme istek ve iradesinin gösterilip gösterilmemesidir.
Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmayacağı gibi, sağlam bir ideolojik kavrayıştan yoksun sinemacı da gerçek anlamda politik bir film çekemez. Ama ses, kurgu, görüntü yönetimi şahane mi deniyor? Bu da yanlış. Estetik bütünseldir ve bütün, parçaların toplamı değil, parçaların toplamından daha fazlasıdır. Bu yüzden Kurak Günler bir başyapıt olmadığı gibi, “iyi” bir film de değildir.
Yanıklar kasabası gibi Türk sineması da kurak günler yaşıyor. Çok uzun zamandır hem de. Buna çözüm bulmak için samimiyetle çaba göstermek yerine, başından sonuna Sorosçulara selam yollanan, eşin dostun birbirini ağırladığı festivallerin jürilerinin hoşuna gidecek (üstelik de bakanlık destekli) filmler çekmenin bu konuda doğru bir tercih olduğu söylenemez. Yavuz Özkan’ı anmış olalım: Umut yarına kaldı.