Tavır Dergisi’nin Ekim 1990 tarihli 3. sayısında, Ş. Çağlar imzasıyla yayımlanmıştır.
***
Son iki yıldır, sinema salonlarında gözle görülür bir yenilenme var. Koltuklar değişiyor, perdeler gümüşlü oluyor, dolby stereo ses sistemleri kullanılıyor. Ve tabii bol Oscarlı Amerikan filmleri gösteriliyor. Hem de tüm dünya ile aynı anda. İlk bakışta hiç de yadırganmayacak, hatta olumlanacak gibi gözüken bu durumun altında neler yatıyor? Nedir acaba bu değişimin gerçek yüzü?
Kapitalist toplumda bir meta olan sinema, tüketim ve kâr amaçlı olarak yapılmaktadır. Dünyanın en çok film üreten ülkesi konumundaki Amerika da, bu filmlere sürekli olarak pazar yaratmaktadır. Bu yolla hemen hemen tüm dünya ülkeleri ile ilişkiler kurmuşlar ve Türkiye’yi de bu pazarın dışında bırakmamışlardır. Amerikan film şirketlerinin temsilcilerinin, ülkemize gelmeleriyle başlayan sürece bir göz atarsak, bu pazar ilişkilerinin, hangi koşullarda, nasıl kurulduğunu, neye hizmet ettiğini ve amaçlarını daha iyi anlayabiliriz.
Warner Bros, UIP (United International Pictures) gibi şirketler 1986’larda piyasa araştırmaları yaptıktan sonra temsilcilikler kurdular. İlk iş olarak video pazarına el attılar. Kendi ürettikleri filmleri buraya getirip, anlaştıkları ya da açtıkları video kulüplerde, kendileri piyasaya sürmüş oluyorlardı. Daha önce film getirme işlerini ithalatçı firmalar yapıyordu. Zamanla bu firmaların etkinliklerine son vererek kendi yerlerini sağlamlaştırdılar. Kısa bir süre sonra da tekel haline geldiler.
Video pazarının büyük bir bölümünü ele geçiren bu şirketler, sinemaya yöneldiler. Öncelikle büyük şehirlerdeki salonlar olmak üzere, birçok salonu dolaştılar ve salonlarımızı ikiye ayırdılar. Birinci grup salonlar büyük ve onarıma ihtiyacı olmayan salonlardı. Yani salonlar o halleriyle film gösterebilirlerdi. Bunlarla hemen anlaşma yapıldı. İkinci grup salonlar ise, küçük ve onarıma ihtiyacı olan salonlardı. Bunlarla da salonların bakım, onarım işlerinin bir an önce yapılması koşuluyla anlaşıldı. Salonlardaki bakım masraflarını salon sahibi kendisi karşılayacaktı. Böylece hemen hemen bütün salonlarla, anlaşmış oluyorlardı. Doğal olarak daha kaliteli ve büyük salonlarda daha kaliteli ve birinci vizyon filmler, diğerlerinde ise ikinci üçüncü vizyon ya da az kaliteli (!) filmler gösterilecekti.
Salon sorunu halledildikten sonra sıra izleyiciye geliyordu. İzleyiciyi sinema salonuna çekmenin yöntemi de basitti. Örneğin, çok yaygın bir şekilde reklam yapılarak, dünya sinemalarıyla aynı zamanda gösterime sokulan, bol oscarlı “Yağmur Adam (Rain Man)” filmi, izleyicinin salonlardan salonlara koşmasını sağlıyor, hasılatını toparlayana kadar da gösterime kalıyordu. Hemen ardından da sıradan, niteliksiz Amerikan yapımları. Nasıl olsa izleyiciler gelmeye başlamıştı. Yapılan anlaşma gereği “bakım ve onarıma ihtiyacı vardır” damgası vurulan sinemalarda da, hasılatını almış bu “balon” filmlerin ikinci üçüncü gösterimleri yapılıyordu. Böylelikle, ilk önce sinema sahipleri ve işletmeciler, ardından da izleyiciler bu kıskacın içine alınmış oluyordu. İşin düşündürücü yanı da bu kıskacın daralarak, kimseye soluk aldırmayacak duruma geleceğinin bir türlü görülememesi ya da görülmesi ama yine de sessiz kalınması.
Film şirketlerinin Türkiye’de kazandıkları paranın tamamına yakınını Amerika’ya transfer etmeleri, sinema alanına hiç yatırım yapmamaları da zaten sinemamızı ne kadar düşündüklerinin kanıtı. Buradaki şirketler ile ABD’deki şirketler arasındaki anlaşmaya göre %70-80 oranında “royalty” (hak sahibine verilen pay) ödemesi gösteriliyor. Geri kalan %20-30 da masraf göstererek hemen hemen hiç vergi ödemiyorlar. Oysa daha önce film ithal eden firmalar, yabancı şirkete “fix royalty” (sabit pay) denilen bir bedel öder, filmden sağladığı kazanç üzerinden de vergi verirdi.
Bugün, öyle bir noktaya gelindi ki, Amerikan filmlerini gösteren sinemalarda, araya başka film giremez oldu. Böylece Türk filmleri salon bulamaz duruma düştü. Kendi ülkesinde, üstelik hiçbir sanatsal değer taşımayan Amerikan filmlerine boyun eğer oldu sinemamız. Özünde basit görünen bu işgal, Amerikan emperyalizminin kültür ve sanat alanına yansımasından başka bir şey değildir. Ve sanıldığının aksine destekleyici değil, köstekleyici bir durumdur. İzleyiciyi sinema salonlarına koşturan ve Türk sinemasını canlandıracağı düşünülen bu filmler, ulusal sinemanın yaratılmasının önüne bir set çekiyor. Türk yönetmenlerin, izleyicileriyle bağ kurmalarına fırsat vermiyor. Film yönetmeni Ali Özgentürk, sanatçının önüne koyulan bu engeli şöyle dile getiriyor: “On yıllarca sürekli yaratıcılığa saldırmış. Sansür ya da hiç destek vermeyerek üçüncü Amerikan sinemasının –o işte gerçekten sığır çobanı kültürü sinemasının- imgeleriyle halkımın kafası doldurularak. O zaman ben kişisel dünyamı ya da kişisel ifade tarzımı ya da düşüncelerimi, duyarlılığımı oluşturduğum bir film ile seyircimle kendi halkımla nasıl ilişki kuracağım? Türkiye’deki bütün sinema salonlarına daha doğrusu seyirciye, bir tür sağılacak inek gözüyle bakıyorlar. Ama unutmayın, sattığınız bir buzdolabı fabrikası değil, bir çimento fabrikası değil. Bir ulusun kültürel ruhudur. Bence bu bir satmadır, başka bir şey değil.”
Ekonomik olanaksızlıklarla çekilen Türk filmleri, salon bulamadığı için Amerikan filmlerine alternatif olamıyor. Sonuçta, seçme şansı olmayan izleyici, beğeni ölçütü olarak Amerikan filmlerini alıyor. Kendi kültürümüze yabancı bir kültürün koşullandırması olan bu beğeni ölçütü, “Ben Türk filmi izlemem” saplantısına kadar varıyor. Ve Türk filmlerinin, Amerikan filmlerinin düzeyini yakalayamadığı gerekçesiyle Türk filmleri izlemiyor. Bununla bağlantılı olarak sinema işletmecisi, boş koltuklara oynayacak Türk filmleri yerine, insanları koltuklarından zıplatan macera, gerilim, komedi filmlerini oynatmayı yeğliyor. Kapalı gişe film oynatmayı kim istemez! “Alan memnun, satan memnun” olduktan sonra.
Bizim karşımıza sevimli tavşanlarla, güçlü adalelere sahip kahramanlarla, insanüstü yaratılarla ya da fiziki güzelliklerinden başka hiç bir şeye sahip olmayan kadınlar ve erkeklerle çıkan, emperyalizmin ta kendisidir. Ve emperyalizm, girdiği hiç bir yere, lokomotif görevi yapmak, ekonomiyi canlandırmak, sanayileşmeyi sağlamak amacıyla girmez. Bu sadece, daha fazla sömürmek, daha fazla kâr elde etmek için, yapıyor göründükleridir.
Askeri üsleri, bankaları, şirketleri, hamburgerleri, colaları, müzikleri, giysileri ve hatta dilleri bile yaşamımızın bir parçası olan “Yankee kültürü” yozlaşmış bir toplum haline gelmemizde, en büyük payın sahibidir. Bu payda ayrı bir öneme sahip sinema ise, kitleleri etkileme, motive etme ve yönlendirmedeki gücüyle Amerikalılar tarafından çok iyi değerlendirilmiştir. Bu da, kitlelerin burjuva ideolojisini benimsemesinde kendini göstermiştir.
Özellikle bizim gibi yeni sömürge ülkelerde, halklar bir yandan zor kullanarak bastırılırken, diğer yandan onlara sunulan nimetlerle (!) kimlikleri yok edilmeye çalışılıyor. Bireyler kendilerine, topluma yabancılaşıyorlar. İşte bu nimetler çok güzel ambalajlarla, hiç hissettirilmeden sunuluyor. Kimi zaman bir barmen oluyor (Kokteyl) bu ambalaj, kısa yoldan köşe dönmeyi anlatıyor bize. Kimi zaman otistik bir adamın kardeşi oluyor (Yağmur Adam), çıkarımızı düşünmemiz, bireyci olmamız gerektiğini anlatıyor. Kimi zaman sarışın bir bomba oluyor (Dokuz buçuk hafta) saçma sapan fantezilerle ahlaki değerlere saldırıyor. Kimi zaman çaresizlikler karşısında düşünerek çözüm bulmayı reddeden, zayıf, mücadele yerine yenilgiyi, yaşam yerine ölümü seçen (Öldüren Cazibe) tiplerle, bilinçsiz, düşünmeden, öylesine yaşanan ve biten yaşamlar körükleniyor. Kısaca aşk, seks, para, şöhret, hırs, şiddet, vb. üzerine kurulu bir dünyayı seçenek olarak sunuyorlar. Kapitalizmin tüm çürümüşlüğünü, yozluğunu allayıp pullayıp halklara empoze ediyorlar. Böylece, hem ekonomik olarak azgın bir sömürü ve azami kâr elde ederken, hem de yaşam biçimlerini, ideolojilerini yayarak, kurdukları düzenin devamını sağlıyorlar.
Bu oyunları boşa çıkarmanın yolu, anti-emperyalist bilinci geliştirip, bu doğrultuda mücadele etmekten geçer. Bizler yaşamın her alanında emperyalizmin bize sunduğu yozluklara, devrimci seçenekler yaratarak ideolojik mücadele de sürdürmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bu mücadelenin yolu halkın öz değerlerini ilerici yönleriyle değerlendirip örgütlü olarak halka sunmakla olacaktır.