Tüccar sinemacılar, iki binli yılların başından bu yana para yatırdıkları avam komedi filmleri ile ceplerini hayli doldurduktan, ancak bu yapımların yaratıcısı olan isimlerin dijital mecralara iltica etmesiyle birlikte bir süre ekmeksiz kaldıktan sonra; Müslüm’le açılan dönemde, Bergen, Dilber Ay, Barış Akarsu, Murat Göğebakan’ın hayat öykülerini perdeye taşıdılar ve yollarını buldular. Ahmet Kaya ve Neşet Ertaş filmlerini üretenlerse, bu sanatçıların ailelerinin itirazları nedeniyle yapımları izleyicilere ulaştırmada muvaffak olamadılar. Yakın zamanda kotarılan Cem Karaca’nın Gözyaşları ile ilgili olarak ise daha başka bir süreç yaşandı; vizyona giren filmin gösterimi birkaç hafta sonra durduruldu. Sırada Barış Manço ve Azer Bülbül’ün hikâyeleri var.
Para kazanmak dışında hiçbir derdi olmayan prodüktörlerin, ünlülerin “gerçek yaşam öyküleri”ne meyletmeleri elbette ki tesadüf değil -hatırlansın, bunlardan biri hızını alamayıp at biyografisi çekti. Sinemanın patronları; Türkiye’deki ekonomik-toplumsal yapıyı ve bunun kültürel alana yansımalarını, günümüz insanının eğilimlerini gayet iyi biliyorlar. Ortalama sinema bileti bedelinin 85 TL olduğu, sinema salonlarının dörtte üçünün alışveriş merkezlerine sıkıştırıldığı bir dönemde; çoğunluğun, film izlemeyi entelektüel bir etkinlik olarak görmediğinin farkındalar. Bu nedenle de romantik komediler, küfürlü güldürüler, ağdalı dramlara ek olarak; bugünün apolitik gençlerine ve de bunların, hayatın çelişkilerinden kaçan, orta gelir grubuna dâhil abilerine ve ablalarına, yetmişlerden doksanlara uzanan kesitte geçen şarkıcı anlatıları pazarlamaya başladılar.
Sanat pratiklerinin ekonomi politik ve ideoloji ile ilişkisini hiç önemsemeyen, gerçi önemsese de çok anlayamayacak “sinema insanları” ise bu yeni durumdan hayli memnunlar. Nitekim Cem Karaca’nın Gözyaşları ve Haydi Tut Elimi adlı filmleri izleyen Tekin Deniz adlı bir yazıcı, BirGün’deki “Cem Karaca için yaşasın sinema” başlıklı yazısına şöyle başlıyor: “Bilmem fark ettiniz mi: Türk sinemasında kıpır kıpır bir şeyler oluyor!” Deniz’i bunca coşturan, açık ki sadece Karaca’yı konu edinen bir film izlemek değil; insanların sinemaya gidiyor olması. Güzel ama bu anlamlı gibi görünen fakat hayli sorunlu sevinci biraz irdelersek bundan geriye kalan, heyhat, “hep kahır”dır.
Kişisel gelişim, astroloji, Elif Şafak, yemek tarifi, manga kitapları çok satılıyor diye nasıl ki ülkemizde edebi bilincin arttığını söyleyemiyorsak; oligopol oluşturmuş yapımcıların popüler filmlerine koşarak gidiliyor diye de mutlu olamayız. Şöyle… TÜİK tarafından 19 Haziran 2023’te yayımlanan Sinema ve Gösteri Sanatları İstatistikleri 2022 bültenine göre; küresel salgın nedeniyle 2020 ve 2021’de krize giren sinema sektörü, takip eden yılda toparlanmış ve 2022’de, Türk filmlerini beyaz perdede seyredenlerin sayısı 2021’le kıyaslandığında %476,9 artarak 18.834.898’e ulaşmış. Peki bu kadar insan hangi filmlere ilgi göstermiş? Liste Bergen’le başlıyor; Kesişme – İyi Ki Varsın Eren, Aslan Hürkuş Kayıp Elmas, Aslan Hürkuş Görevimiz Gökbey, Çakallarla Dans 6, Dilberay, Tay, Müjdemi İsterim… diye devam ediyor. Alın size kıpır kıpır Türk sineması!
Ticari filmlerin alternatifi sayılan ve ucundan kıyısından sanatsal kaygıyla üretilen yapımlara bakıldığında da pek olumlu bir tablo görülmüyor. Bu bağlamda bir tartışmaya zemin oluşturacak biçimde; Türk sinemasının seyrini, Türkiye’nin yakın tarihine paralel biçimde özetlediği ve değişen sosyal koşulların filmlere nasıl yansıdığını örneklerle irdelediği yazısında Emine Uçar İlbuğa; doksanlarda bir kırılma yaşandığını ve o dönemde başlayan apolitik sinemacılığın bugüne dek uzandığını söylüyor ve metnini “Bugünün genç sinemacılarını ve ulusal ve uluslararası ödüllü yönetmenlerini günümüz Türkiye’sinin toplumsal, siyasal, ekonomik gerçekliğinden uzak tutan şey nedir?” (BirGün Pazar, sayı 877) diye sorarak bağlıyor.
Kültür Bakanlığından fonlanacağım diye kırk takla atan, yurtdışındaki festivallerde ödül almak için lobicilik yapan, CHP’li belediyelerin ve ilaç üreten, maden işleten gözü doymaz bir ailenin film yarışmalarında ödül alınca sahneye çıkıp solculuk satan, sivil toplumcu, etnikçi, mezhepçi ve sözüm ona bağımsız yönetmenlerin üstüne alınmadığı, duymazdan geldiği bu sorunun yanıtı aslında çok açık: Sadece filmcilerle sınırlamayalım, bu düzende, sanatçı dediklerimizin pek çoğu, artistik meziyetlerini kültür endüstrisine satan; şöhret, konfor peşinde koşan çıkarcı, kaypak figürlerdir. Bu tipler; sınıf pusulasından yoksun olduklarından, nihayetinde ezilenler ve sömürülenler için eşitlik ve özgürlük kavgasına girişme ve bu kavgayı estetik olarak tahkim edecek sanatsal çalışmalar üretme niyeti taşımadıklarından, doğal ki, “günümüz Türkiye’sinin toplumsal, siyasal, ekonomik gerçekliği”nden de uzaklar.
Çakal uzmanı yönetmen Murat Şeker’in tespiti ile bu “devlet bize baksın diyen art house’cular”ın ürettikleri de işte, popüler yapımların karşıtı değil bütünleyenidir. AKP’nin festivaline katılıp Şebnem Korur Fincancı’ya selam gönderen, CHP’nin festivaline katılıp Cumhuriyet’le hesaplaşılması gerektiğini söyleyen, böylece de kendince muhaliflik eden; ama ödüle boğulan Karanlık Gece’sinde politik hiçbir şey anlatmayan Özcan Alper’le Kızılcık Şerbeti’nin yönetmeni Hakan Kırkavaç (Ketche) arasında öyle sanıldığı kadar fark yoktur. Bu kişiler sadece örnek. Genel olarak her iki tarafın sinemacıları; filmlerinde dizilerinde, toplumsal alandaki bağıntıları belirleyen iktisadi yapıya itiraz sunmaz, gerçek çatışmaları hokus pokusla yok ederler. Sağ ve sol liberallerin siyaseten yaptıklarını onlar sinemada yapar; sınıfları, sömürüyü, yoksulluğu görünmez kılarlar. Kendi kitlelerine seslenir; gemilerini yüzdürürler.
Sonuç olarak… Patlamış mısır parasından yeterince pay alamadığı için kızıp küsen, Netflix’e sığınan, emekliliği gelmiş Kavuklu ve Pişekâr’ların; sinema salonu sahibi tekelci şirketlerin; kendilerine biriciklik atfeden duyarsız yönetmenlerin; cukkacı festival yöneticilerinin; eskiden parlak dergilerde şimdi internette kalem oynatan çokbilmiş sinema eleştirmenlerinin umurunda değil (ve zaten bunlar bu sayede çöpleniyorlar) ama Türk sineması için sanki her şey biraz felaket. Bu yüzden kıpırdaklığı bırakıp bence buna odaklanmak gerekiyor.