Gösteri dergisinin 10. sayısında (Eylül 1981) yayımlanmış.
***
Geçenlerde Yeşilçam’ın ünlü yapımcılarından biriyle söyleşiyorduk. “Eski kuşak tükendi artık” dedi. “Yeni insanlara her zamankinden daha çok ihtiyaç var şimdi”. Bunları tüm içtenliğiyle söylüyordu. Çünkü her şeyden önce bir tüccardı. Ve tecimsel çıkarlarının nerede yattığını hepimizden daha iyi biliyordu.
Yeşilçam’ın geleneksel yapısını sarsabilecek boyutlara ulaşan bir olgu yaşanıyor sinema alanımızda. Üç beş yıl öncesinin düşlerini süsleyen projelerin şimdi gerçekleşme aşamasında olması şaşırtmıyor kimseleri. Yeni yeni yollar deneniyor geçmiş sinema pratiğimiz açısından hiç de olağan sayılmayacak. Ve gençler birer ikişer Yeşilçam sokaklarında boy gösteriyor. Hasetle karışık bir saygıyı okumamak “olası” değil “eski”lerin gözlerinde. Bal gibi biliyorlar ayaklarının altından bir şeylerin kaydığını. Türkücüler bitince ne olacak? Yanıtı yok bu sorunun pek çoğunun kafasında. Oysa gençler öyle mi ya? Kafalarında bin çeşit proje ile geliyorlar her gün. Bu sokaktan kimler gelip geçmedi ki. Ama bu yeniler onlara pek benzemiyor. Üstelik çok garip bir yanları da var. Film çevirmedikleri sırada da sinemadan laf açıyorlar. Çok mu seviyorlar bu işi ne? Piyasanın “iyi çalışan” filmlerini de beğenmiyorlar bir türlü. Doğrusu zor iş bunlarla anlaşmak. Ne var ki yaşam diretiyor. Sinema gençleşiyor.
Genç Sinema Deyince
Ne demek genç sinema? Bir sürü tanım getirilebilir bu olguya ilişkin. Belli bir yaşın altındaki sinemacıların yapıtlarını mı adlandıracağız genç sinema diye, yoksa belli özellikler, ortak noktalar mı arayacağız bu gençlerde? Ya da herhangi bir yılı başlangıç noktası kabul edip, o günden bu güne yapılmış tüm filmlerini alacağız bu tanım kapsamına? Bana kalırsa en sağlıklısı mevcut sinema düzenine karşı çıkarak kendi alanlarında yeni ve dinamik bir anlayışı gerçekleştirebilmiş tüm sinemacıların çabalarını kapsamalı “Genç Sinema” kavramı. Yeter ki çabaları o güne dek geçerli olan tecimsel sinema anlayışından köktenci (radikal) bir biçimde farklılık göstersin. Tabii bu farklılığın geriye dönük değil, ileriye dönük olması koşuluyla.
Dünyada genç bir sinema yaratmak adına yola çıkanların büyük bir çoğunluğunu gençlerin oluşturması bir rastlantı değil kuşkusuz. Toplumun bu en devingen, en gözü pek kesiminin kendinden önce süregelmekte olan eskimiş anlayışa başkaldırmasından daha doğal ne olabilir? Ama salt yaş ögesinde aranmamalı herhalde bu tür oluşumların nedeni. Yaşları oldukça geçkin olmasına karşın gençlerle birlikte savaşımı sürdüren nice soylu sanatçı yok mu dünya sahnesinde? Bu insanları eski kuşak diye adlandırmaya dilimiz varır mı?
Nedir “Genç Sinema”yı belirleyen özellikler? Galiba her şeyden önce kendisine sunulan alışılmış kalıpların dışına çıkmak isteği ve çabası. Kendinden önceki estetik, teknik ve ekonomik yapının dışında seçenekler araması. Öyleyse bir genç sinemanın varlığından söz edebilir miyiz ülkemizde? Yoksa, görece ileri örneklerin de aslında eski yapının birer sonucu ve ürünü olduğu mu işin doğrusu? Bu sorunun yanıtını kestirmeden evet ya da hayır diye getirebilmenin o denli kolay olmadığını sanıyorum. Oysa, bugüne dek hep böyle yapıldı. Ya tümüyle reddedildi sinemamızdaki yenilenme, gençleşme ya da “eski”den hiçbir nitelik farkı yoktur denilmekle yetinildi. Nice tartışma, panel, forum düzenlendi. Hepsinde de benzer sözler söylendi. Ve gariptir, eleştirmenlerin bir bölümü bir genç sinema olayından söz ederken, bu olgunun gerçek sahipleri varlıklarını Yeşilçam içinde eritme, kendilerini Yeşilçam’ın bir devamı sayma eğilimine yaslandılar. Bakın, 1979’un olaylı Antalya Şenliğine “Genç Türk Sineması, Şenlikler ve Sansür” konulu foruma ya da 1980’in 11 Eylül’ünde Kuşadası Kültür ve Sanat Şenliği’nde düzenlenen “Genç Kuşak Türk Sineması” forumuna. Sinemacılarımız neredeyse birbirini yineler bir biçimde bir yandan eski yapıya yüklenirken bir yandan da “Genç Sinema” olgusunu yadsıyan bir anlayışı savunuyorlar. Olsa olsa piyasanın dışına düşme korkusuyla açıklanabilir böyle bir yaklaşım.
Ben bu konuda yargıya varmak için vaktin erken olduğu kanısındayım ama kesin olan bir şey varsa, o da eski yapıdan oldukça farklı bir yeni oluşumla karşı karşıya olduğumuzdur, bu bir. İkincisi, eskiyle yeniyi kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmanın bu denli kolay olduğunu sanmıyorum. Eski yeniyi, yeni de eskiyi içinde barındırmaz mı bir bakıma? Sanat serüveninin sürekliliği yadsınamaz kuşkusuz. Ama öte yanda genç ya da yeni bir sanat olayının “genç”liğini ya da “yeni”liğini belirleyen eskiyle tüm bağlarının kopmuş olması değildir ki. Önemli olan önceki kuşakların yönelmediği sokaklara yürünmesi, yeni alanlarda buluşulması. Elbet çıkmaz sokaklarda karşılaşılacak bu serüvende. Belki de sokaklarda kaybolunacak. Alana ilk ulaşan ötekileri beklemekten yorgun düşecek belki. Olsun, önemli olan o sokakları zorlamak kararı verilmiştir bir kez.
Dünyada da böyle olmadı mı? Brezilya’nın “Yeni Sinema”sından Fransız “Yeni Dalga”sına, İtalyan “Yeni Gerçekçilik”inden İngiliz “Özgür Sinema”na nice heyecan verici çaba. Ülkelerindeki sinema piyasasının egemen güçlerine başkaldıran ve yeni bir anlayışı yerleştirmeye çalışan sinemacılar. Bir de Genç Afrika Sineması, Genç Vietnam Sineması gibi olgular var ki bunlar mevcut bir sinema düzenini yıkıp yerine yenisini koymaktansa en baştan doğru bir sinema yapmanın yollarını arama şansına sahipler.
Yeşilçam ve Yenilenme
Bizde ise durum yukarıda saydıklarıma pek benzemiyor. Yıllık üretim kapasitesi ile dünyada hatırı sayılır bir konuma sahip bir ülke. Ne var ki altmış küsur yılda sinema sanatı adına ortaya konanlar pek iç açıcı değil. Az sayıdaki yürekli girişimin izleri de kalıcı olamamış. Bu sinemada bir Yılmaz Güney olgusu ortaya çıkıyor. O güne dek var olan piyasa koşullarının getirdiği her olanağı kullanıyor. Ve sinema alanının rakipsiz bir yıldızı oluyor nice emek sonucu. Sonra da tüm bu emekleri kendi inançları doğrultusunda bir sinema yapmak adına değerlendiriyor. Ortaya çıkan sonuç Yeşilçam’ın dışlayabileceği cinsten bir olgu değil. Yani oyun kuralına göre oynanmış. Gene de Güney’i yalnız bırakmak yolunu seçiyor eski yapı. Özdeki büyük çelişmeyi göz ardı etmesi olanaksız çünkü.
Güney’in açtığı yoldan yeni bir sinema anlayışı filiz veriyor. Son üç dört yıla baktığımızda bu olguyu görmezlikten gelmek olası değil. Evet, bu bir akım değil belki. Kendine özgü nitelikleri belirginleşmiş yepyeni bir çizgi olarak adlandırılmak için daha pek çok ögeye gereksinmesi var bu “yeni” sinemanın. Ama, görünen o ki taze bir kan yürümüştür artık eski yapının köklerine doğru, onu yenileyecek, canlandıracak bir güç taşıyarak. O güne dek Yeşilçam’ı değişmez bir alınyazısı gibi gören kafalar için etkileyici bir simge oluvermiştir çoğu da genç ve henüz ilk ürünlerini vermekte olan sinemacıların bu yapıyı değiştirmeye başlamaları. Bu bir “Genç Sinema” ya da “Yeni Sinema” değildi belki (tanımlamada radikal bir anlayıştan söz ettik çünkü) ama genç kuşağın bayraktarlığını yaptığı yeni ve önemli bir oluşumdur.
Dünyadaki çeşitli örnekler gibi düzen dışı (alternatif) bir sinema değil bizim genç kuşağın sineması. Sinemamızın ekonomik yapısının dışındaki seçeneklere de yöneldiği oluyor ama düzenin sinemasını tümüyle dışlamıyor. Yapılan filmlerin bir bölümü yaratıcılarının kendi oluşturdukları finansman kaynaklarına dayanarak gerçekleştirilirken, bir bölümü de Yeşilçam sermayesi ile yola koyuluyor. Şimdilerde bir üçüncü yol da görünüyor ufukta. Bugüne dek sinema alanına ilgi duymayan sermaye çevrelerinin yeni filmler için yatırım yapma olasılığı. Bu olgu sermaye birikimi olmayan, aracı tefeci sermayesi ile çalışan bir iş kolunu gerçek bir kapitalist işletme anlayışına kavuşturabilir kuşkusuz. Ama bu yolla ne denli “genç” bir sinema yaratılabilir onu da hep birlikte göreceğiz. Genç sinemanın mutlak yapımcısı da kendisi olmalıdır gibi bir ilkeyi savunmak istemiyorum. Bugün sekiz-on milyona yakın bir parayı bulamayan sinemacıya meslekten uzak dur mu diyeceğiz? Öyle ya da böyle, tüm yolla denenecek. Ödünlü, ödünsüz, az ödünlü ama yeni bir anlayışla sürdürecekler çabalarını genç sinemacılar. Nedir sinemamız için bu “yeni” anlayış? Sinemanın salt bir “meta” olmadığı, aynı zamanda bir sanat ürünü olduğu bilinci. Yani dünyada sinemanın ilk günlerinden beri hiç unutulmayan, bizde ise yeni yeni anımsanan bir tavır. Bir kez “çalışan film”le “çalışmayan film” ayrımını bellemiş sinemamız. “Çalışan” filmlerin hep aynı filmler olarak kalacağını sanıyor. Neden mi? Çünkü değişmenin farkında bile değil. “Yeni” bir sinema yapmak isteyen sinemacılarımızın ise salt “sanat” endişesi taşımasının yeterli olmadığı ortada. Daha belirgin hedeflere yönelmek gerek. Şimdilik ekonomik yapı hedef alınmış görünüyor. Yapımcısı var olmadan bir filmin ortaya konması olanaksız çünkü.
Genç sinemacılar sinema alanının kısır ekonomik yapısını zorlayadursunlar, teknik yapı karşısında çaresizler. Aynı ilkel düzenin tutsağı durumundalar. Estetik yapıyı ise bazılarının tümüyle, bazılarının kısmen yadsıdığını gözlemlemek olası. İçerik açısından belli bir ortak kanıyı paylaşıyorlar. Masallar anlatarak izleyiciyi uyutmak değil amaçları. Bu yüzden katıksız bir gerçekçiliği yeğliyorlar. Biçim açısındansa hemen hepsinin bir arayış içinde olduğu görülüyor. Henüz kişisel bir dil kurma sürecini yaşıyorlar. Belki de ancak bu aşamadan sonra gerçekten “yeni”, gerçekten “ulusal” bir sinemanın var oluş koşulları yaratılabilecek.
Genç Kuşakta Kimler Var?
Genç kuşak sinemanın önünü açan Yılmaz Güney oldu demiştik. Kuşkusuz bir yaratıcının kişisel yeteneklerinin de ötesinde tarihsel koşulların zorladığı bir olgu bu. 1970’ler Türkiye toplumunun hareketliliğini, çelişkilerini yansıtabildiği oranda başarı kazandı Güney. Onun izinden ilerleyenlerin de yaklaşımı aşağı yukarı aynı oldu. Yani sınıfsal bir çözümlemeye yaslamak için çaba gösterdiler yapıtlarını. Hepsi için geçerli olabilecek bir kural değil bu elbette. Genç sinemacılarımızın ortaya koyduğu filmler içinde en çok sevdiklerimden biri olan “Yatık Emine” bu genellemenin bir ölçüde dışında kalıyor örneğin. Sinemamızda son birkaç yıl içinde verdikleri ürünlerle kendilerini kanıtlayan Ömer Kavur, Ali Özgentürk, Erden Kıral, Özcan Arca, Yavuz Özkan, Korhan Yurtsever, Sinan Çetin, kısa filmleriyle tanıdığımız Süha Arın, Güner Sarıoğlu ve televizyonda ürün veren pek çok genç yönetmeni düşünelim. Önemli bir bölümü kendi olanaklarını sanatsal becerilerini toplumsal temaları işlemek adına kullanıyorlar. Bazılarının sinema anlayışı açısından Yılmaz Güney’den kaynaklanmadığını, olsa olsa güçlü etkiler taşıdığını söyleyebiliriz. Bazılarınınsa bu açıdan Güney’i izlediğini gözlemlemek olası.
Sinemamızda genç kuşağın çabaları örneğin bir Alman genç sinemasıyla karşılaştırıldığında iki yaklaşım arasındaki farklar açıkça görülecektir. Onların biçimsel arayışlara ve bireyin sorunlarına yönelen, yönetmenden yönetmene büyük biçem farklılıkları taşıyan yapıtlarına karşın bizde toplumsal sorunlara ilişkin ortak bir kaygı var. Belki de sorumluluk duygusu demek daha doğru olur buna. Kapitalist ülkeler sinemalarındaki yaklaşımdan büyük farklar gösteren bu anlayış az gelişmiş ülkelerin hemen hemen tümü için geçerli. İranlı, Pakistanlı, Meksikalı ya da Arjantinli genç sinemacıların kaygılarında ortak noktalar öylesine fazla ki.
Genç kuşağın ürünlerinin sinemamızın geçmişinden ve bütününden soyutlanması olanaksız elbet. Ertem Göreç’in “Karanlıkta Uyananlar” (1965), Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” (1966), Akad’ın “Hudutların Kanunu” (1966) ve “Kızılırmak Karakoyun” (1967) filmlerini sinemamızda yeni bir anlayışın ilk habercileri olarak nitelendirmek olası. Ama 1970’te Yılmaz Güney’in “Umut” filmiyle bu yeni dönemin kapısını araladığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Güney’in filmi tecimsel kaygılara ödün vermeksizin gerçekleştirilmiş son derece yalın ve dürüst bir çalışma. Bana kalırsa, “Umut” henüz aşılamamış bir başyapıt olarak duruyor sinemamızda. Yılmaz Güney “Endişe” filmini yarıda bırakmak zorunda kaldığında asistanı Şerif Gören tamamlıyor filmi. Pek çok açıdan Yılmaz’ın sinemasının gerisinde kalmayan bir film bu. Ne var ki Şerif aldığı bayrağı ilerilere götürmek yerine yerleşik sinema düzeninin aranılan bir kişisi olmayı yeğliyor. (“Bayram” filmini çok merak ediyorum. Dileğim o ki Şerif Gören’i “Endişe”de bıraktığımız yerden çok ilerde bulalım.) Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Yavuz Özkan diye genç bir adam ikinci filmiyle ani bir atak yapıyor. Tüm kusurlarına, yetersizliklerine karşın filmi 1978’in Antalya Şenliği’nden kucak dolusu ödülle dönüyor.
Korhan Yurtsever ilk filminde biraz Yılmaz’a öykünen ve egzotik kaygıları ağır basan bir çalışmayla onun yanı başında. Sonra Erden Kıral geliyor. “Kanal” (1979) ve “Bereketli Topraklar Üzerinde” (1980) ile yerini alıveriyor piyasada. Ali Özgentürk “Hazal” (1980) ile önemli bir tecimsel başarıyı da beraberinde getiriyor. Pek çok uluslararası ödülün yanı sıra. Oysa eskiden olası mıydı böyle bir şey, yapının yeni ögelere böylesine kucak açması? Fevzi Tuna “Kızgın Toprak”ı (1973), Ömer Kavur “Yatık Emine”yi (1974) yaptığı yıllarda harcanıp gidivermişti filmleri. (Fevzi Tuna ne yazık ki gençlikten çabuk istifa eden bir yönetmenimiz.) Özcan Arca’nın “Merhaba”sı (1974) da öyle. Demek ki toplumsal gelişmenin belirli bir anını beklemek gerekiyormuş. Bu an geldiğinde üç yıllık bir süre bile sinemamızda yeni bir kuşağın söz sahibi olmasına yetti de arttı.
Yazımın başında da belirttiğim gibi genç kuşağın bu güçlü çıkışını orta kuşaktan sinemacıların aynı soy çabalarından ayırmak doğru olmaz. Süreyya Duru’nun “Bedrana” (1974), “Kara Çarşaflı Gelin” (1975) “Güneşli Bataklık”la (1977) giriştiği onurlu çaba unutulabilir mi? Bir “Al Yazmalım”ı (1978), bir “Adak”ı (1980), bir “Talihli Amele”yi (1981) gerçekleştiren Atıf Yılmaz bu kuşaktan soyutlanabilir mi? Lütfi Akad ustanın 1973-75 yıllarında “Gelin – Düğün – Diyet” üçlemesiyle giriştiği soylu çabayı sürdürdüğünü düşünün. Bugünün en genç sinemacıları arasında yerini almaz mıydı? Yeşilçam’ın kuralları içinde gelişimini tamamladıktan sonra “Sürü” (1978) ve “Düşman”la (1980) büyük bir çıkış yapan orta kuşaktan Zeki Ökten’in ürünleri de genç sinemamızın en ön safında yer almıyor mu? Hepsi de yaşları genç olup da piyasada geçerli film yapma hevesini -sanatçı ekmek parasını mazeret yapabilir mi?- sürdürenlerden çok daha genç.
Neden Şimdi?
İster yeni ister eski kuşaktan olsun çok sayıdaki yaratıcının ortak çabasıyla ortaya çıkan ve 1970’lerin ikinci yarısında iyice belirgin bir eğilime dönüşen sinemamızdaki bu kan yenilenmesi için acaba bu kadar beklemek gerekli miydi? Bu sorunun yanıtını 1960’lı yıllarda aramak gerekir bana kalırsa. O yıllarda da böyle bir olgu yaşanmış ama bu olgu sinema alanımızda bugünküne benzer bir etki yaratamadan silinip gitmişti. Erksan, Refiğ, Göreç, Sağıroğlu’nun çabalarında bugünün genç sinemacılarını anımsatan özellikler görmek zor değil. Nedir öyleyse eksik olan? Bence iki noktada aramak gerekir yanıtı. Öncelikle yaratıcıların niyetlendikleri konumu omuzlayacak güçte olmamaları ve yaklaşımlarının gerçekte yeni bir öz taşımamasında belki. İkinci olarak da toplumsal yapının henüz böyle bir sunuma hazırlıklı olmamasında.
Ülkemizde sinemacının yetişme koşulları seyircinin yetişme koşulları ile birlikte olgunlaşmıştır. Toplumsal gelişme değişmeye koşut olarak bir yandan seyircinin genel kültür düzeyi ve siyasal bilinci gelişirken, öte yandan sinema kültürü de gelişmeye başlamıştır. Kısacası sinemamız seyircisi ve sanatçısı ile birlikte gelişmiştir. Yetmişlere gelindiğinde bir yanda o güne dek var olmayan bir istem doğarken öte yanda bu isteme yanıt getirecek yaratıcılar ortaya çıkabilmiştir. Böylelikle sinema yazarıyla, şenlikleriyle, sinemaya destek olan belediyeleriyle, sinemanın dışa açılmasına yardımcı olan dışsatımcılarıyla, hatta hatta kısa bir dönem olumlu bir dönem dış tanıtma politikası güden Kültür Bakanlığı’nın katkısıyla yeni bir oluşumun içine girivermiştir sinemamız.
Altmışlarda sınıfsal dengeler sinemamızda köktenci bir değişimi zorunlu kılmıyordu belki. Yetmişlerde ise bu değişim kaçınılmazdı. Ama bu faktör bir yana bırakılırsa altmışlarda sinemamızın yapısının bugünkünden daha acımasız olması -bugün de pek büyük bir değişiklik olduğunu sanmıyorum, bir sürü film hem de en önemlileri dağıtım ve gösterim olanağından yoksun yurt çapında- o dönemin yönetmenlerine yeterli bir mazeret oluşturmaz herhalde. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Hindistan’da ister Arjantin’de genç sinemacılar hep aynı sorunlarla boğuşmuyor mu? Bana kalırsa yetmişler genç kuşağının başarısını toplumun istemleri doğrultusunda yürümesinde olduğu kadar yaratıcılarının meslek yaşamları içinde daha tutarlı, daha dürüst kalmaya özen göstermelerinde ve daha inatçı olmalarında aramak gerek.
Başka Yollar
Genç sinemacılar iki ana yolda birini tutmuşlardır dünyanın her yerinde. Ya para bulmayı yeğlemişlerdir kendi olanakları ölçüsünde, ya da öncelikle kendilerini kanıtlamak adına kısa filmler yapma yolunu tutmuşlardır. Bizde nedense bu ikinci yol pek denenmiyor. Daha kestirme yollar özlendiğinden olmalı. 1. Hisar Kısa Film Yarışması gerçekleşeli 15 yıl doluyor neredeyse. O günlerin bereketli ortamı yaşatılamadı ne yazık ki. 1978’de Balkan Film Şenliği nedeniyle açılan yarışma bir kıpırtı getirir gibi oldu kısa film alanımıza. Ne var ki yaratılan koşullar gibi bu kıpırtı da uzun ömürlü olmadı. Kısa filmden konulu film alanına hızlı bir geçiş yapan bir genç yönetmenimiz var gene de. Sinan Çetin “Kamyon” adlı ilk uzun metrajlı filmini sansür engelinden çıkartmaya çalışırken ikinci filminin hazırlıklarını yapıyor bir yandan da.
Bir ülkede her zaman en genç sinema olan “militan” sinema anlayışı ise ülkemizde ne yazık ki hiçbir zaman yeterli bir etkinlik sağlayamadı, savunucularının film yapmaktan çok kavga çıkarmayı yeğlediklerinden olsa gerek. Televizyona gelince, bu kısır döngü içinde bunalan genç yönetmenlerimize ne diyebiliriz ki? Reşat Nuri’nin “Balıkesir Muhasebecisi” bile denetim engeline takıldıktan sonra.
Eleştiriden Özeleştiriye
Biz gene sinema alanına dönelim isterseniz ve şimdiden önemli bir birikime sahip olan genç kuşak sinemasının yetersiz kalan yönleri üzerinde duralım. Bana kalırsa en büyük eksiğimiz nerede olduğumuzu, gerçek konumumuzu bir türlü kavrayamamaktan geliyor. Bir bakıyorsunuz sinemacılarımız yıllar süren bir aşağılık kompleksi içinde dünya sineması ile aralarında aşılmaz duvarlar olduğunu sanıyorlar. Salt bu nedenle bir ilişki, bir iletişim kurulamıyor dünya sineması ile aramızda. Bir bakıyorsunuz dünyanın en önemli sineması bizimki. Tüm ülkeleri çoktan sollamışız. Yani kısacası gerçek bir ölçü eksikliği var sinemamızda.
Genç kuşağın erdemlerini sıraladık buraya dek ve anlatmaya çalıştık ki bu başarı rastlantısal değil, üstelik kaçınılmazdı. Peki, ama bu başarı mutlak bir başarı mıdır? Bugün sinemamızın estetik düzeyi hangi çaptadır? Batının kullandığı çifte standartlar işimize geldiği için mi bu kadar kolay tav oluyoruz? Kimselere güvenmiyorsak kendimiz bakalım. Batılı gözlüklerimizi çıkarıp Doğulu gözlüklerle bakalım, isterseniz Asya tipi gözlüklerle bakalım. Ama elimizin vicdanımıza koyup yanıtlayalım soruyu. Sinema olarak hangi aşamadayız? Yolun neresindeyiz yani? Yok, eğer yol bitti derseniz anlaşamayacağız demektir.
Bir kez şunu bilelim, kimselerden de saklamayalım: Sinemamız bugünkü teknik düzeyiyle dünya üzerinde hak ettiği yeri alamaz. Bu sorunun üstüne gidilmedikçe hiçbir yere varamayız. Evet, sinemamız artık uluslararası planda tanınıyor. Ara sıra birkaç ödül de alabiliriz şenliklerde. Az gelişmiş ülkelere bir tür vicdan borcu gibi ödenen. Oysa Batılının gerçekten değer verip vermediğini anlamanın basit bir ölçütü var. Filmlerimiz satın alınıyor mu? Son yıllarda azımsanamayacak aşamalar kaydettik bu alanda da. “Sürü”, “Hazal”, “Bereketli Topraklar Üzerinde” dünyanın dört bir yanında gösterim olanağı buluyor. Ama şımartmamalı bu örnekler bizi. Teknik düzeyimiz kadar estetik düzeyimizin de pek gelişkin olmadığını kabul etmek gerek. Eğer “Doğu filmi için güzel” ölçütüyle yetinmek istemiyorsak, kendimizi geliştirme zorundayız.
Dünya sinema çevreleri sinemamızın kimliğinde değerlendirecek pek çok öge bulmuş olmalı. Yeni bir ulusal sinema keşfetme merakı çok yaygın Batı dünyasında. Görülen o ki artık bizim sinemamız gündemde. Bu aşamada yapılması gereken Batılı eleştirmenlere hangi ögelerin çekici geldiğiniz tartışmak değil, kendi değer yargılarımızla hareket etmek olmalı herhalde. Bir dönüm noktasına geldiğimizi düşünüyorum. Eleştiriden özeleştiriye yönelmek zamanıdır. Hem de tam zamanı.
Sinemacı olarak yeterince eleştirdik Yeşilçam’ı. Artık bunları biliyoruz. Biraz da kendimizi eleştirelim. Sinemacı olarak, yaratıcı olarak. Eleştirmen olarak çok çabuk övgülere boğduk genç kuşağı. Kendimizi de eleştirmenin zamanıdır. Hatalarındansa sevaplarını sergilemeyi yeğledik. Yaklaşımlarının doğruluğuyla yetindik çoğu kez. Tıpkı altmışların eleştirmen kuşağı gibi. Henüz var olmayan bir olguyu varmış gibi göstermenin sinemamıza yararlı olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Ama bu kez o kerte tehlikeli değil ilişkiler, çünkü sinemamız çok daha iyi bir noktada. Dileğim o ki geleneksel savunma içgüdüsünden sıyrılıp, sağlıklı bir özeleştiri sürecine girebilsin sinemamız. Sinemacılık serüvenine kenarından köşesinden bulaştığım şu günlerde bu öneriyi herkes kadar kendime de getiriyorum. Kimsenin kuşkusu olmasın. Üstelik sinema eleştirisi ile sinema sanayii arasında sağlıklı bir etkileşimin var olduğunu sanıyorum bugün. Ve bu cesaretle yazıyorum bunları. Sinemanın eleştiriye dirsek çevirerek geliştiği bir ülke tanıyor musunuz?
Son dönem sinemamızın olumlu bir özelliği salt yönetmenler açısından değil, senaryo yazarları açısından da bir kan değişimine tanık olmasıdır. Bugün “Adak” ve “Talihli Amele”de Başar Sabuncu, “Yusuf ile Kenan”, “Hazal” (ve şu günlerde tamamlanan “Oramar 1965”te) Onat Kutlar, “Demiryol” ve “Bereketli Topraklar Üzerinde” filmlerinde Mahmut Tali Öngören, onların yanında genç kuşaktan Işıl Özgentürk, Umur Bugay gibi adlara rastlanması -çoğunlukla yönetmenlerle birlikte yazılıyor senaryolar- genç sinemamız adına kuşkusuz önemli bir kazanım. Sanırım bu tablo sinemamızın klasik aydın kompleksinden kurtulma yolunda olduğunu kanıtlamaya yeterli.
Bu olumlu işbirliğinin bir benzeri de konu seçiminde görülüyor. Genç sinemacılar piyasa romanlarıyla yetinmeyip yazınımızın ustalarına başvurmakta sakınca görmüyorlar. Bir Türkan Şoray – Yaşar Kemal – Işıl Özgentürk işbirliğinin “Yılanı Öldürseler”, Ömer Kavur’un Füruzan ve Selim İleri ile ortak çalışmasının “Ah Güzel İstanbul” ve “Av” ya da Erden Kıral – Ferit Edgü – Onat Kutlar üçgeninin ne gibi sonuçlar doğuracağını önümüzdeki mevsim gösterecek. Bu yaklaşım bir yanı ile son derece olumlu bir tutuma işaret ederken, öbür yanı ile de düşündürücü. Dünyanın pek çok ülkesinde genç sinemacılar söyleyecek sözü olan yazar – sinemacılar artık. Bizde de yazın uyarlamalarıyla yetinmeyceğini umalım genç kuşağın.
Evet, yetinmemek çok önemli. Yaptığı işe kuşkuyla bakabilmek. Neyi anlatmak gerektiğini, nasıl anlatmak gerektiğini, hızla değişen toplum yapısına ayak uydurup uyduramadığımızı düşünmek, tartışmak. Özgün bir bakış açısı, özgün bir anlatım geliştirmenin yollarını aramak. Bir yaratıcıyı belirleyenler de bunlar olsa gerek.
Bir de genç sinemacılar olarak artık birbirimizi kötülemekten vazgeçsek, birbirimize biraz daha yaklaşsak diyorum. Eski deneyleri, yarım kalan başarıları göz önüne getirelim. Sorun bir örgütlenme sorunudur. Aynı mesleğe, aynı sanata baş koymuş insanların bir araya gelerek olanaklarını birleştirme sorunu. Gençliğe güven duyulmadığı bir ortamda hiç olmazsa gençler birbirlerine güven duysalar ne olur? Genç sinemacı arkadaşım “Diğerleriyle hiçbir asgari müştereğim yok” dedi geçen gün. Bu sözü duymamış olmayı yeğlerdim.