Geride kalan bir yılda; sömürü düzeninin paydaşlarınca demokrasi, milli irade lafızlarıyla yaldızlanan iki seçime tanıklık ettik. Muktedirin paçalarına tutunarak çöplenen yandaş ve en güçlü iktidar alternatifi olduğundan şüphe duymadıkları ana muhalefet partisinin sinekliğini yapan yancı, gazeteci kılıklı ekran yüzlerinin süslü ama sefilce yorumları bir yana; gördüğümüz, bir kez daha, ülkemizde solun tükenmişliği oldu. Ama ne yazık; 2002’den bu yana Türkiye, kimi zamanlar hukuki nitelik de kazanan fiili bir olağanüstü hal rejimi ile yönetildiği halde; seçim dönemlerinde, her şey normalmiş gibi ittifak, blok, ortak aday gevezeliklerine meyledip halktan oy isteyen ve sonuçta halkın kendilerine teveccüh etmediğini bir kez daha gören devrimci sıfatlı tuhaf yaratıklar; hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya, yazmaya, söylemeye; mücadelenin seçimle sınırlı olmadığını vazetmeye devam ediyorlar.
Komünizm sözcüğünü dillerinden düşürmeseler de aslında CHP’nin boşalttığı alanı doldurmaya talip sol Kemalistler; öyle ya da böyle geçmişte işçilerle organik bağ kurmayı başaran ve tarihsel önemi haiz bir partinin ismini gasp edip radikal demokrasi soslu Kürt partisinin kanatlarının altına sığınan sol popülistler; bağımsız sol siyaset teşkil edeceğini söyleyip her seçimde başka bir yere savrulan orta yolcular; ne zaman yakıcı bir gündem söz konusu olsa, sözüm ona sınıf vurgusu yapıp üstünü kirletmekten kurtulan gözlüklü sakallı tipler… Cumhuriyet tarihi boyunca; bu topraklarda, bu kadar başarısız ve bu denli pişkin bir “siyaset erbabı” görülmemiştir.
Rezillikleri afişe olmamışçasına, bir de işçi sınıfının mücadele gününde (yapamayacaklarını bildikleri halde) Taksim’e yürüyeceklerini ilan eden bu utanmazlar; örgütlerini CHP’ye, özelinde Ekrem İmamoğlu’na râm eden yeni toplumsal hareketçi, uzlaşmacı, sahte sendikacıların peşine takılıp Saraçhane’de hizaya girmekten de geri kalmadılar ve her şeye rağmen devrimci bir ısrarın sürdürücüsü olan gençlerin tutuklanmasına da sebep oldular. Burjuva muhalefetinin normalleşme fantezileriyle insanları oyaladığı bugünlerde, anormalce sömürülen milyonlarca emekçinin adlarını dahi bilmediği ve kendilerini savundukları için mahpus edilişini hiç umursamadığı bu çocuklar bir aydır Silivri zindanındalar. Onlar, elbette çıkacaklar; ellerinde kitapları ve bayraklarıyla mücadelelerine kaldıkları yerden devam edecekler. Ama üzücü olan şu ki, birkaç yıl sonra, okullarını bitirip yeni ve “gerçek” bir hayata başladıklarında, yukarıda andığımız abilerinin ve ablalarının hakiki seciyelerini nihayet görecek; önce onlardan ve örgütlerinden, sonra maalesef soldan uzaklaşacaklar.
On yıllardır var olan bu döngü nedeniyle ülkemizde devrim mücadelesi hayli geriledi. Devrimci figürü bozuldu. Kuşaklar arası birikim aktarımı ortadan kalktı. Gençlik, tarihsel önderlerini gerçek anlamda tanıyamadı, onların kavgasını ideolojik bağlamda içselleştiremedi. Hem sosyalist hem de sınıf pusulaları olmasa da özgürlük özlemiyle yaşadıkları dönemin despotlarına karşı sokakları dolduran yurtsever gençlerle günümüzün üniversitelileri arasında bir bağ kalmadı. Kalsaydı şayet, bugün hiçbir devrimci; sol görünümlü partilerin başkanlar kurulu veya merkez komite üyesi, genel sekreter unvanlı türedilerine gönül indirmezdi.
Bu nedenle, güncel olarak solculuk namına yapılacak ilk şey, andığımız ve negatif içerikli döngüyü bertaraf etmektir. Gençlik, devrimci bir öznedir; ama devrimin öznesi işçi sınıfıdır. İşçilerse düzenin partilerine, medyasına, inanç ve etnisite düzlemindeki dayatmalarına maruz durumda ve çaresizdir. Bu denklemde devrimci gençlerin yeri, sınıfın yanı, içidir. Lenin’in, Gramsci’nin en önemli tezleri bununla ilgilidir. Yağma düzeninin altüst oluşunu mümkün kılacak şey, emekçilerle öncülerin birlikteliğidir. Bu yüzden kendileri de birkaç yıl sonra emek gücünü satmaya başlayacak olan devrimci gençlerin yapmaları gereken, bilimsel sosyalist teoriyi tüm yönleriyle özümsemek ve bunu fiili bir güce dönüştürecek partilerde işçilerle bir araya gelmektir. Bunlar yoksa ki yok, eldekileri buna uygun hale getirmek; olmuyorsa yeni örgütleri, hareketleri teşkil etmektir. Bu yüzden de tekkelerde hiçbir şey yapmadan yaşayıp giden miskin dervişlere benzeyen sosyalist kılıklı hacıağaların altlarındaki minderleri tutuşturmak şarttır.
Taksim; işçi sınıfımızın mücadele tarihinde sembol bir mekândır, çok önemlidir. Ancak yılın üç yüz altmış dört gününü siflenerek geçiren sendikaların ve partilerin, Taksim’i ve 1 Mayıs’ı, acizliklerini örtbas etmelerinin aracı haline getirmelerine de izin verilmemelidir. “Her yer Taksim” iddiasının altı doldurulmalı; her yaşam alanı, yıl boyunca, her an ve her şekilde direnişin ve örgütlenmenin zemini kılınmalıdır. Örnek olsun; Tavas’ın Avdan köyünde termik santral yapmak isteyen para babalarına karşı toprağını korumaya çalışan 75 yaşındaki Hatice Kocalar’ın mücadelesi de en az Taksim’e çıkma isteği kadar önemlidir. Kocalar; belki Arzu Çerkezoğlu veya Erkan Baş kadar okumuş değildir; ama onlardan ve dahi tüm çokbilmiş tiplerden daha kıymetlidir. Gençler artık bunun farkına varmalı; her şeye yeniden başlamak için, hayatında köyünden dışarı çıkmasa da bu ülkenin ağacının, taşının, kuşunun değerini kalbinde herkesten çok hisseden bu onurlu kadının içtenliğini ve cüretini kuşanmalı; egemenlere ama önce sol bezirgânlarına bayrak açmalıdır. Taksim’i geri almamızı sağlayacak sürecin ilk adımı budur.